Thursday, December 28, 2023

2024’e girerken (5) Kültür savaşları daha da sertleşecek

 

ABD ve Avrupa’da, 2024’te “süreç olarak faşizm” hızlanırken “kültür savaşları” daha da sertleşecek. 

POSTMODERNİZM, NEOLİBERALİZMDEN SONRA...

Postmodernizm ve neoliberalizm, genel olarak toplumda özel olarak emekçilerde, 1970’lerde egemen olan “bilişsel harita”yı olduğu kadar krizdeki sermaye birikim rejiminin kurumlarını da yıktılar. Böylece, toplumda “kapitalist gerçekçilik” (“Başka bir dünya mümkün değildir” inancı) yerleşti. 

(...)

2000’lerde her iki düşünce akımı da gerilerken oluşan “zamanın ruhu” içinde, örneğin bilimkurgu alanına bakarsak ütopyanın yerini distopyanın alması, bugüne nostalji (var olanı kaybetme korkusu) uyandıran “dünyanın sonu”filmlerinin yaygınlaşması boşuna değildir. Madalyonun bir yüzünde, geleceği iptal edilmiş bir “bugün nostaljisi” varsa öbür yüzünde de yaşamı geleceğe doğru yönlendirecek ilkeleri üretemeyen tükenmiş bir toplumun “anlam krizi” var. Bunun izlerini de kültür endüstrisinin, özellikle finansal krizden bu yana ürettiklerinde görebiliriz. Bu bağlamda, amaçtan, anlamdan yoksun, topluca ama toplumsallaşamadan doymak bilmez bir tüketme arzusuyla dolaşan “zombi” ilginç bir örnek oluşturur. Dahası zombisimgesinin içinde, ölüm (Zombi canlı değildir), açlık (Sürekli açtır), salgın hastalık (Bulaşıcıdır), savaş (Hiç durmadan saldırır) kavramlarının hepsini bulabiliyoruz (John Vervaeke,Mastropietro Miscevic, 2017). Ve Batı (beyaz Hıristiyan) insanının, anlam “krizi içinde” bunları, savaş, pandemi, küresel ısınma tehlikeleriyle, “yaşam alanına girmesi önlenemeyen” göçmenlerle, yabancılarla ilişkilendirmekte olduğunu kolaylıkla görebiliriz.

(...)

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Monday, December 25, 2023

2024’e girerken (4) Liberal demokrasinin son baharı

 


2024 yılında toplam 40 ülkede, genel seçimler, başkanlık seçimleri ve yere seçimlerde, 4.2 milyar insan, tarihte ilk kez dünya nüfusunun yarısından fazlası, oy kullanacak. Ancak, liberal demokrasi, 2024’te de küresel çapta gerilemeye devam edecek. 

BİRKAÇ ÖRNEK...

Burada 40 ülkenin hepsine bakmak olanaksız ama nüfusu en kalabalık (milyon kişi olarak) sekiz ülkedeki durum bir fikir verebilir: Bangladeş (175), Brezilya (218), Hindistan, (1.400+), Endonezya (280), Meksika (129), Pakistan (245), Rusya (144), ABD (342) milyon. Bu ülkelerin toplam nüfusu yaklaşık 3.6 milyar. Ayrıca haziran ayında yapılacak AB parlamentosu seçimlerinde yaklaşık 250+ milyon seçmenin oy kullanması bekleniyor. 

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Monday, December 18, 2023

2024’e girerken 3 - ‘Büyük belirsizlik’

 


Son yıllarda çok tartışılan, “kurala dayalı liberal dünya düzeninde bozulma”2024 yılında güçlenerek devam edecek. 

SORUNLAR BİRİKİYOR

ABD liderliğinde şekillenmiş Batı merkezli “kurala dayalı liberal dünya düzeninde” sorunlar birikmeye devam ediyor: “Küresel ısınma” sorunu, son COP28 toplantısında bir çözüm üretilemeden yeni yıla devredildi. Ukrayna-Rusya savaşının, Gazze’de başlayan soykırımın, İsrail’de dünyayı ateşe vermeye hazır faşist yönetimin, İran’ın birçok noktada vekâlet savaşı sürdürme, Yemen’de Husilerin Kızıldeniz ve Basra Körfezi gibi iki stratejik geçiş noktasında operasyon düzenleme kapasitelerinin, Ermenistan-Azerbaycan anlaşmazlığının, Sudan’da iç savaşın, Batı Afrika’da birbirini izleyen Batı karşıtı askeri darbelerin yarattığı karmaşıklığın, Çin’in Tayvan üzerinde gittikçe artan baskısının ne yönde gelişeceği belirsiz. Bu ortamda, bu sorunların Avrupa Birliği’nin haziran parlamento seçimlerinden sonra, ABD dış politikasının kasım başkanlık seçimlerinin ertesinde alacakları biçimler de...

Geride bıraktığımız yıl içinde, artan sayıda Batılı analist, Batı merkezli “kurala dayalı liberal düzenin” artık geri döndürülemez biçimde dağılmaya başladığını kabul ediyordu. Bu dağılmanın ekonomik zeminini şimdilik bir kenara bırakarak, birikmiş sorunlar yumağına bir bütün olarak bakarsak, karşımıza hemen her noktada, artan bir sıklıkta Çin çıkıyor. 

ABD’nin, düzen kurucu hegemon olarak sorun çözme, mekân düzenleme gücü gerilerken açılan “boşluğu”, bir ekonomik diplomatik, teknolojik hatta askeri süper güç olarak yükselen Çin, yeni “vazgeçilmez ülke” olarak doldurmak için ABD ve Batı’nın geleneksel etki alanlarına girmeye başladı. 2024 yılında bu sürecin ABD açısından, yeni sorunlar getirerek hızlanacağını düşünüyorum. 

‘KÜRESEL GÜNEY’İN ÖNEMİ ARTACAK

“Küresel Güney” olarak tanımlanan, emperyalist dünya sistemi içinde, geleneksel “paylaşım alanları” olan ülkelerin, Çin’in yeni konumunu olumlu karşılamaları, Çin’i Batı karşısında bir “dengeleyici güç merkezi” olarak görmeleri, bu düşüncemi güçlendiriyor. 

(...)

“Dünya düzenindeki bozulmayı” ve yeni bir “düzenin” kurulma olasılığını düşünürken “sabık” hegemon olarak ABD, 2023 yılında sık sık karşımıza bir belirsizlik kaynağı olarak çıktı. Belirsizlik öncelikle Trump’ın yeniden başkan seçilme olasılığıyla ilgili. ABD toplumunda kendisini adeta açıklanmamış bir “soğuk iç savaşın” tarafı olarak gören, hesap sormaktan, medyayı susturmaktan, “derin devleti” (güvenlik bürokrasisini) etkisizleştirmekten söz eden bir kesimin, Trump’la birlikte iktidara gelme olasılığı yüksek. Bu durum, ABD’nin özel olarak yukarda değindiğim “sıcak noktaların” hemen her birine yönelik politikalarında, genel olarak büyük güçler arası rekabet alanında, AB, Rusya, Çin ile ilişkilerinde bir “öngörülemezlik” yaratıyor.

(...)

Yazının tamamını okumakiçin tıklayınız

Şeyh Sait tartışmasıyla ilgili bir not:

 Kimlik siyasi ile sınıf siyaseti arasındaki fark, bu tartışmada hemen kendini ortaya koydu:

Karar verirken, tutum alırken: 

Kimlik siyaseti,  "bu bizim kimlikten olarak bizden mi?" sorusunun cevabına öncelik veriyor.

Sınıf siyaseti, bu hangi sınıftan, emperyalizme, gerici dinci ideolojilerle ilişkisi, kültür savaşlarında yeri nedir sorularına öncelik veriyor.

---------

2011 yılında yazılmış bir yazımdan  bir alıntı  yardımcı olabilir:


Kürt sorununun geleceği kadar, Türkiye komünist hareketinin “birlikte mücadele etmesinin olanakları” sorunuyla da yakından ilgili olan bu tartışmayla ilişkin kimi notlar düşmeden önce bu tartışmanın evrensel düzeyde ve tarihsel olarak ait olduğu “Komünistler ve Ulusal Sorun” paradigmasıyla ilgili en temel metinlerden birini, V.I. Lenin’in Komünist Enternasyonal’in İkinci Kongresi’ne sunduğu “Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu Üzerine Taslak Tezler” ( 5 Haziran 1920) ve  bu konu ile ilgili olarak Kongreye  verdiği Raporu (19 Temmuz – 7 Ağustos)[[1]], “bizden öncekilerin” konuya nasıl yaklaştığına bakmak açısından kısaca anmak istiyorum.

Ulusal ve Sömürgeler Sorunu Üzerine 12 Tez ve Rapor

Lenin’in 12 tezinin tamamını burada ele almak olanaklı değil. Konumuz açısından özellikle önemli olan, 1.Tez, 2. Tez ve 11.Tez  üzerinde yoğunlaşmak sanırım şimdilik yeterli olacak.

Birinci tezde Lenin genel olarak eşitlik  ve uluslar arasındaki eşitlik sorunun soyut ve biçimsel olarak  konmasının burjuva demokrasisinin doğasıya ilişkisine  dikkat çekiyor. Burjuvazinin bu soyut ve biçimsel eşitlik ilkesini sınıfların kaldırılmasına karşı silah olarak kullandığını anımsatıyor. Eşitlik talebinin gerçek anlamının, sınıfların ortadan kaldırılması talebinden oluştuğunu saptıyor. 

Diğer bir deyişle sınıfların ortadan kalkması talebiyle başlamayan bir eşitlik talebi, burjuvazinin “komünist hipoteze” karşı hareket geçirdiği ideolojik cephaneliğe ait bir kavram olarak kalmaya mahkum oluyor.

Lenin ikinci tezinde bu temelden hareket ederek, ulusal sorunun da soyut ve biçimsel olarak konamayacağını, bu bağlamda üç koşulun göz önüne alınarak somutlaştırılması gerektiğini savunuyor. 

Lenin’e göre, bu koşullardan birincisi özgün tarihsel ve özellikle ekonomik koşulların göz önüne alınmasıdır. İkinci koşul olarak,   ezilen sınıfların, çalışan, sömürülen halkların çıkarlarıyla genel olarak ulusal çıkarlar kavramı arasında kesin bir ayrım yapmak gerekir. Çünkü, ulusal çıkarlar, egemen sınıfların çıkarlarıdır. Üçüncü koşul olarak Lenin finans kapital ve emperyalizm döneminin özelliklerine dikkat çekiyor: Dünyanın büyük çoğunluğunun  finansal yollarla, ya da sömürgeleştirerek boyunduruk altına alınmasına ilişkin gerçeklerin üzerini örten burjuva demokratik yalanlara karşı mücadele edebilmek için, ezilen sömürülen, bağımlı uluslar ile, dünya halklarını ezen sömüren çok az sayıda gelişmiş kapitalist ülke arasında kesin bir ayrım çizgisi çekmek gerekir.

Lenin 3. Tezde, I. Paylaşım Savaşı’na değindikten sonra, 4. Tezde,  Ulusal Sorun ve Sömürgeler sorunu konusunda Komünist Enternasyonal’in tüm politikasının, bütün ulusların proleterlerinin ve çalışan sınıflarının, toprak sahiplerini ve burjuvaziyi devirmeyi hedefleyen birliğine dayandığını savunuyor..

Lenin 10. Tezde enternasyonalizm konusuna değinirken, “Küçük Burjuva Enternasyonalizmi” ile proletarya enternasyonalizmi arasında ilginç bir ayrım yapıyor. Lenin’e göre birincisi kendini ulusların eşitliğini tanımakla sınırlandırır... Böylece küçük burjuva enternasyonalizmi ulusal çıkar kavramına hiç dokunmaz. 

Lenin’e göre, proletarya enternasyonalizmi,  proletaryanın bir ülkedeki mücadelesinin çıkarlarının, proletaryanın dünya çapındaki mücadelesine tabi kılınması ve  burjuvazi üzerinde zafer kazanan bir ulusun proletaryasının, uluslararası sermayeyi devirmek için en büyük ulusal fedakarlığı yapmaya istekli olması gerekiyor.

Lenin 11. Tezde, feodal, ataerkil ve ataerkil-köylü ilişkilerinin ağırlıklı olduğu devletlerde ve ülkelerdeki mücadele koşulları üzerine bazı uyarılar yapıyor; Komünist partilerin burjuva-demokratik kurtuluş hareketlerine yardım etmesinin yollarını ve koşullarını sıralıyor. 

Birincisi, en etkin yardımı yapma görevi,  öncelikle geri kalmış ülkenin sömürge olarak yada finansal yollarla bağımlı olduğu ülkenin  işçilerine düşer. İkincisi, geri kalmış ülkenin ruhban sınıflarına, diğer gerici, pre-kapitalist (Lenin ortaçağ diyor) unsurlara karşı mücadele etmek gerekir. Üçüncüsü, Avrupa ve Amerikan emperyalizmine karşı mücadeleyi, hanların, toprak sahiplerinin ve mollaların konumunu güçlendirme amacıyla birleştirmeyi hedefleyen Pan-İslamist ve benzeri akımlara karşı mücadele etmek gerekir. Dördüncü olarak, Lenin, geri kalmış ülkelerdeki feodal unsurlara ve toprak sahiplerine karşı köylü mücadelelerinin desteklenmesi gerektiğini savunuyor. Lenin altıncı koşul olarak çok önemli bir uyarıyla, geri kalmış ülkelerdeki burjuva demokratik ulusal hareketlere bir komünist renk verme (gibi sunma) çabalarına kararlı bir biçimde direnmek gerekir diyor. Dahası Lenin Komünist Enternasyonal’in bu burjuva demokratik ulusal hareketleri desteklemesi gerektiğini savunurken bu desteği bir koşula, “Bu ülkelerde gelecekte, yalnızca ismen değil gerçekten komünist bir karaktere sahip olacak partileri oluşturacak unsurların bir araya getirilmesi, kendi uluslarının burjuvazisine karşı mücadelenin özgün görevlerini anlayabilmelerine olanak sağlayacak biçimde eğitilmesinin sağlanması” koşuluna bağlıyor. Kısacası Lenin, geri kalmış ülkelerde burjuva demokratik ulusal hareketlere verilecek desteği, komünistlerin serbest çalışma, eğitim ve örgütlenme koşullarına bağlıyor.

Lenin’e göre Komünist Enternasyonal, sömürgelerde ve geri kalmış ülkelerde burjuva demokrasisiyle geçici ittifaklaryapmalı ama, onlarla birleşmemelidir. Lenin, komünist hareketin, proleter hareketin bağımsızlığını, bu hareket en embriyonik (en küçük, doğum aşamasında) biçime bile olsa, her koşulda mutlaka muhafaza etmesi gerektiğini savunuyor.

Lenin’in, bu tezleri, tartışıldıktan sonra, 19 Temmuz- 7 Ağustos toplantısında kongreye verdiği raporda, daha kesin ve açık ifadeler kullandığı görülüyor.

Rapor’da, sömürge sorununda ve ulusal sorunda,  somut ekonomik koşulları, somut gerçekliği ölçüt almak gerektiği saptanıyor. Devamla Emperyalist dönemin koşullarına değiniliyor. Lenin, geri kalmış ülkelerde, sömürgelerde, burjuva demokratik hareket yerine ulusal-devrimci hareket kavramını kullanmaya karar verdiklerini açıkladıktan sonra, her ulusal hareketin en fazla burjuva demokratik bir karaktere sahip olabileceğine işaret ediyor.

Rapor, komünistlerin burjuva- kurtuluş hareketlerini, bunlar eğer gerçekten devrimciyse ve bu ulusal hareketlerin savunucuları komünistlerin köylüleri ve sömürülen kitleleri devrimci bir ruhla eğitme ve örgütleme faaliyetlerini engellemiyorsa desteklemelidirler ve destekleyeceklerdir diyor.

...

Lenin’in imzasını taşıyan ve Komünist Enternasyonal’in onayını alan tezleri çok kısaca şöyle özetleyebiliriz.

1.     Ulusal sorun, soyut bir eşitlik ve özgürlük (Lenin bu kavramı kullanmıyor, kendini eşitlikle sınırlıyor) ilkesine göre değil, somut ekonomik ve uluslararası koşullar, emperyalizm ve finans kapital, uluslararası sermaye vb... göz önüne alınarak değerlendirilir.

2.     Komünistlerin ulusal harekete verdikleri ve vermeleri gereken destek “koşulsuz” değildir. Bu destek, ulusal hareketin, komünistlerin köylülük ve proletarya arasında bağımsız çalışma yapabilme hakkının kabul edilmesine bağlıdır. 

3.     Ulusal hareketlere destek vermek için, bunların içindeki dinci, ataerkil, feodal unsurlara karşı da mücadele ediyor olmak gerekir.

4.     Ulusal harekete verilecek destek, geçici (!) ittifaklar, birleşme içine girme anlamına gelmez, Komünistler mutlaka kendi bağımsızlıklarını, varlıkları ne kadar embriyo aşamasında olursa olsun, her koşulda korumalıdırlar.

5.     Ulusal hareketlere komünist özellikler atfedilmesine kararlı bir biçime karşı çıkmak gerekir.  

Yaklaşık 90 yıl önce, uzun bir gericilik dönemini izleyen yeni bir devrimci dalga daha yeni başlarken, bir devrimin ardından ve bu güne göre çok ileri örgütlenme koşullarında oluşan bu tezlerden bugün ne kadar yararlanılabilir? Ben kısaca özetlediğim bu beş maddenin bugün de geçerli olabileceğini, hatta olması gerektiğini düşünüyorum.



[1] Lenin, Collected Works, 2nd Edition Progress Publishers, Moscow. Cilt 31 sf:144-151 (Alıntı yaparak değil kah kısaltarak kah açarak aktarıyorum)

Thursday, December 14, 2023

2024’e girerken (2) COP28 kaytarması

 


Küresel ısınmanın yol açtığı iklim krizi tüm canlıların ve uygarlığın geleceğini tehdit eden en önemli gelişmedir. Bu gelişmeyi ve krizin derinleşmesini durduracak önlemleri tartışmak için Dubai’de 30 Kasım - 12 Aralık arasında 198 ülkenin, binlerce delegenin katılımıyla gerçekleşen COP28 zirvesi bir kaytarma operasyonu olarak tamamlandı. Anlaşılan 2024 yılında da dünya geri dönülmez noktaya doğru ısınacak, iklim krizi derinleşmeye devam edecektir. 

BUGÜNKÜ DURUM

Birleşmiş Milletler iklim panelinin ısrarla vurguladığı gibi bugünkü durumu koruyabilmek için bile küresel sıcaklık artışının Sanayi Devrimi düzeyine göre 1.5 derecenin altında kalması gerekiyor. Bunun için 2030 ya da en hiç olmazsa 2050 yılına kadar, yıllık karbon emisyon artışı “0” düzeyine inmeli. Üretimi ve tüketimi atmosfere CO2 ve çeşitli zehirli gazlar salan fosil yakıtlara aşamalı olarak son vermek, yoğun tarım ve hayvancılıktan kaynaklanan CO2 ve metan gazı emisyonlarını hızla azaltmaya başlamak gerekiyor.

1997’de benimsenen Kyoto Protokolü hedefleri konusunda COP28 zirvesine kadar, elle tutulabilir bir gelişme kaydedilemedi. Sonuç olarak bugün dünyada yaşam ve uygarlık, Grönland ve Batı Antarktika buz tabakasının çökmesi, “kalıcı don” alanların (permafrost) erimeye başlayarak, atmosfere, Co2’den 20 kez daha zararlı metan gazını salmaya başlaması, giderek ısınan okyanus sularındaki mercan resiflerinin ölmesi ve Kuzey Atlantik’te Golfstrim akımının çökmesi gibi bir seri yaşamsal kırılma noktasına doğru hızla ilerliyor. 

(...)

VE BİR PARADOKS

Bugünkü küresel ısınma eğilimi, sıcaklık artışının 2030 yılına kadar 2.5-3°C düzeyine ulaşma olasılığını gittikçe güçlendiriyor. COP28’deki, manzara ne yazık ki bu acil durumla uyumlu değildi. 

COP28 zirvesine BAE’nin ulusal petrol şirketi Adnoc’un başkanı Sultan el Caberbaşkanlık ediyordu. Caber’in başkan olması ABD, Avrupa ve G77 (gelişmekte olan ülkeler) tarafından memnuniyetle karşılanmıştı. Açış konuşmasını, dünyanın en büyük toprak sahiplerinden İngiltere Kralı Charles yaptı. Zirveye 97 bin delege katıldı, fosil yakıt şirketleri 2 BİN 500 delege ile temsil edildi. Çoğu özel uçaklarla gelen bu delegelerin toplam 200 bin tondan fazla, COP28 toplantısının da 2.4 milyon tona yakın CO2 emisyon ürettiği hesaplanıyor. Dahası gelen devlet başkanlarının çoğunun özel jet uçağı, makam arabası filoları var. Brunei sultanının 300’ü Ferrari olmak üzere 7 bin lüks otomobili varmış.

COP28 toplantısına giderken gazeteler el Caber’in “fosil yakıtların küresel ısınmaya yol açtığına ilişkin iddianın arkasında bilimsel kanıt yok” sözlerini, BAE’nin, COP28 zirvesini doğalgaz ve petrol tüketimini küresel çapta teşvik edilmesine yönelik lobi etkinlikleri için bir platform olarak kullanmaya hazırlandığını aktarıyorlardı.

(...)

Yazının tamamını okumak içn tıklayın

Monday, December 11, 2023

2024’e girerken I

 

Eski yıldan yeni yıla miras kalan sorunlar, yeni yıla ilişkin beklentiler üzerinde düşünme çabaları, özellikle aralık ayının ikinci yarısında yoğunlaşır. Bu yıl gündem dolu, erken başlamakta yarar var.

Gündemin en önemli maddesini, küresel ısınmayı önleme çabaları oluşturuyor. Küresel ısınma tüm dünya halklarının, hatta gezegende yaşayan canlıların varlığını tehdit eden, dahası, tüm diğer sorunları da kapsayan bir sorun.  

(...)

SINIF ÇELİŞKİLERİ

Küresel ısınmayı önlemek için gereken önlemler karşısındaki jeopolitik engellerin yanı sıra ulus ölçeğinde keskinleşen sınıf çelişkilerinden kaynaklanan engeller var: Egemen sermaye alınacak önlemlerin birikim süreci üzerindeki maliyetini ve önlemlerin halkın yaşamı üzerindeki olumsuz etkilerini hafifletmek için gereken kamu harcamalarının toplumsal maliyetini üstlenmek istemiyor. 

(...)

Gelecek yazılarımda, yeni yıla girerken küresel ısınma, jeopolitik, Trump’ın kazanma olasılığının getirdiği tehlikeler, “süreç olarak faşizm”, gibi sorunlara teker teker ve daha yakından bakmaya çalışacağım.

Yazının tamamını okumak içn tıklayınız

Thursday, December 07, 2023

İsrail son fırsatı kaçırdı

 


Aksa Tufanı” İsrail yönetimine, Hamas’tan kurtulmak, vatandaşlarının güvenliğini pekiştirmek, Arap ülkeleriyle başlayan yakınlaşmayı daha da derinleştirmek için bir fırsat kapısı açmıştı. İktidardaki fanatik dinci faşistler bu fırsatı kaçırdılar.

Gelin bir de şu senaryoyu düşünün: “Aksa Tufanı” ertesinde İsrail devleti, hemen işgal ve soykırım başlatmak yerine, önce  (...)

İKİ BÜYÜK ENGEL

İsrail “Gazze felaketinin” içinden kolay kolay çıkamayacak. Birincisi, Hamas’ı yok etme, Gazze’yi “temizleyerek” yerleşimlere açma, Batı yakasını da bu sürecin ucuna ekleme fantezileri ile yıllardır güçlenen Ben Gvir, Smotrich ve yerleşimcilerden oluşan faşist hareket (...)

İkincisi, bugüne kadar, ABD ve Avrupa devletleri, Batı’nın “kültür endüstrisi” dünya kamuoyunu, “İsrail’in -İşgalci bir devletin- kendini savunma hakkı” gibi bir saçmalığı doğal karşılama noktasına getirebiliyordu. Bu kez (...)


Yazının tamamını okumak içn tıklayınız

Monday, December 04, 2023

Bu dünyadan Selim geçti...

 


Selim Yalçıner, 29 yıllık dostum, hiç beklenmedik bir anda çok şiddetli bir kalp krizine yenildi. Selim en zor zamanlarda, 1970’lerin ikinci yarısında Cumhuriyet gazetesinde adliye muhabirliği yapmış, Maraş pogromunu yerinden cesaretle, tüm korkunç ayrıntılarıyla aktarmış bir gazeteciydi. O “geldiği yere” dönerken onu burada çok sevdiği gazetesinde anmanın uygun olacağını düşündüm.

“Geldiği yere” diyorum; bir ortak dostumuz Selim’i kaybettik demişti. Hayır Selim’i kaybetmedik. O da hepimiz gibi kozmosun bir parçasıydı ve parçası olmaya devam ediyor. O da kozmosun mikro düzeyinden, kuantum dalgasındaki bir kıpırtıdan, elektronlardan, atomlardan gelen moleküllerin makro düzeyde bir birlikteliğiydi. Kim bilir hangi yıldızların, süper novaların atomları da onun moleküllerinde deviniyordu. Selim kozmostan geldi, “kendisini hayal eden kozmos”[1] olarak makro düzlemde var oldu. Sonra tekrar, moleküllere, atomlara ayrışarak, kozmosun, başka canlılarının, yıldızlarının parçası olmak, başka oluşumlara katılmak üzere “geri dönmeye” başladı. Kaybetmedik, yok olmadı...

(...)

Dahası Selim, bir usturadan daha keskin zekâsıyla çok “tehlikeli” bir tartışmacı ve eleştirmendi, sözünü asla sakınmazdı ama eleştirilmekten, öğrenmekten, değişmekten de korkmazdı. Çünkü güçlü, etik değerlere ve sevgiye her zaman öncelik veren, özgüveni yüksek bir karakterdi Selim.

Bilmez miyim? Ne karakterdi ama! İlk kez, 1994’de bir konferansta tanıştığımızdan bu yana, daha kesin konuşmak gerekirse “Skype” icat edildikten sonra hemen her hafta birkaç kez “Web”de buluşur saatlerce tartışırdık. Tesadüfen bizi duyanlar, bağırıp çağırmamızdan etkilenir kavga ettiğimizi sanırdı. Tartışmaların “ateşi” dostluğumuzu hiçbir zaman zedelemedi. Hemen her seferinde, bir noktada tartışma durur, sinirler yatışır, seslerin tonu yumuşar ve biz aynı yıl birkaç gün arayla doğmuş iki arkadaş olarak bu kez onun bunun dedikodusunu yapmaya başlar, güler söylerdik.

(...)

Kozmosun mikro düzeyinde, nerede başlayıp nerede bittiği belirsiz birer boşluğuz. Ama makro düzey başka. Selim’in makro düzeyi terk ederken arkasında bıraktığı o çok belirgin“boşluk” her fırsatta bana bakıyor olacak. Önceleri yokluğuna hiç alışamayacağım. Yeni bir kitap okumaya başladığımda, yeni bir fizik ya da felsefe sorunuyla karşılaştığımda, bir politikacı bir yerde saçmaladığında, bir yerde kitleler tarih yapmaya başladığında, elim telefona gidecek... Sonraları, “Şimdi olsaydı tartışırdık” diyeceğim: O “boşluğu” yeniden ve yeniden yaşayacağım ta ki “geri dönme” sırası bana gelene kadar...

İyi ki vardın Selim, yaşamlarımızı zenginleştirdin. Bir kuantum kıpırtısında atomlarda moleküllerde tekrar buluşmak üzere...

Yazının tamamını okumak için tıklayınız


Thursday, November 30, 2023

Nedir bu ‘Hamas gibi yapmak’ arzusu

 


Siyasal İslamın “süreç olarak faşizm” rejimi içinde, etkili tarikatlardan birinin üst düzey üyesi diyor ki “Hamas’ın Filistin’de yaptığını biz Türkiye’de yapmak zorundayız. Biz şu an itibarıyla eğer vakti zamanı iyi değerlendirebilirsek Türkiye’de bir devrimin olmaması için hiçbir sebep yok”.Korkutucu olan şu ki bu arzu tamamen mantıksız bir hezeyan değil. 

HAMAS NE YAPTI?

Hamas, İsrail devletinin katkılarıyla kurulurken, ulusalcı, seküler, sol eğilimli Filistin Kurtuluş Hareketi’ni ideolojik,Gazze’de yönetimi silah zoruyla ele geçirerek de idari olarak böldü; İsrail’i tanımadığını, tamamen yok etmeyi amaçladığını açıklayarak bir uzlaşma, çözüm arama çabalarını sabote etti.İsrail devleti de “Karşımızda pazarlık yapacak bir merkez yok”, “Filistin halkını kim temsil ediyor belli değil”, “Bizi yok etmek isteyenlerle nasıl görüşelim” diyerek Oslo Barış Süreci’ni söndürdü. 

(...)

Böylece Hamas ile İsrail devleti arasında uğursuz bir simbiyoz ilişkisi şekillendi: İsrail yönetimi Hamas’ın Katar’dan düzenli olarak mali destek almasına izin veriyor, Hamas iktidarda kalıyor, buna karşılık İsrail devleti de halkına ve dünyaya “Çözüm olanaklı değil” diyor, yerleşimleri genişleterek Filistin topraklarını gasp etmeye devam ediyordu. 

(...)

Şimdi, Hamas yanlısı akıllar, “Ama İsrail dünyada hiç bu kadar teşhir olmamıştı, yalnız kalmamıştı. İsrail, mecburen iki devletli çözüm sürecine geri dönecek. Hamas büyük bir zafer kazandı” diyorlar. Gerçek oldukça farklı. Birincisi, Hamas’ın yanında cihatçı terörist grupların da katıldığı, Aksa Tufanı Operasyonu, Hamas’ı yalnızlaştırdı, İsrail’e Gazze’yi yıkma ve boşaltma fırsatı tanıdı. İkincisi, Hamas İsrail’i tanımıyordu, iki devletli çözüme karşı değil miydi? Nihayet, en önemlisi, büyük bir kısmı çocuk, 15 binden fazla kişi öldü, on binlercesi yaralandı, travma yaşadı, Gazze’de yaşam alanları yok oldu, insanlar kuzeyden güneye göçe zorlandılar. İsrail Gazze’yi “boşaltmaya”, işgale etmeye başladı. 

PEKİ NEDEN ‘HAMAS GİBİ YAPMAK ZORUNDALAR’?

(...)

Gerçekten de “pasta” hızla küçülüyor. Siyasal İslamın egemen sınıfı pastadan aldığı payın azalmasını kabullenemiyor: Devlet gelirlerini talan etmeyi, yeni rant alanları arama çabalarını (“rezerv alan” yasası) hızlandırıyor. CHP, canlanma, işçi hareketine açılma işaretleri verirken iktidarda kalmak giderek zorlaşıyor. Çaresiz, “Hamas gibi yapmak” arzusu güçleniyor. Muhalefetin bu vahim arzuyu mutlaka ciddiye alması gerekiyor.

Yazının tamamını okumak için tıklayınız


Monday, November 27, 2023

Uygarlık canavarlaşıyor

 


Uygarlık, bir “kötü sonsuz” (Hegelschlechte Unendlichkeit) içinde, Trump’tan Modi’ye, Netanyahu-Gvir-Smotrich’e, Milei’ye, Wilders’e, Sunak’Braverman’a daha nicelerine, yeni canavarlar üretiyor. 

KÖTÜ SONSUZ

Hegel, “kötü sonsuzu”, büyümenin herhangi bir niteliksel değişim veya gelişim olmadan, yalnızca niceliksel, kendini tekrarlayan biçimler ürettiği bir durum olarak betimler; bu tür bir büyümenin canavarca olduğunu düşünür.  

Çağımızda kötü sonsuzun adı kapitalizm. Kapitalizm büyüyerek küreselleşti, neoliberalizm “her şeyi” metalaştırdı, sanat postmodernizm içinde geçmişi talan etmeye tutsak oldu, 1989 felaketi toplumda alternatif olasılığını öldürdü, böylece “gelecek” tasarımları iptal oldu. Bu sırada kapitalizm birbiri ardına krizler yaşıyor, biteviye kendi sınırlarına çarpıyordu

 (...)

Önceki yazımda vurgulamıştım: Kapitalist uygarlığın ürünü küresel ısınma, gezegende tüm canlıların geleceğini tehdit ederek artıyor. 

(...)

“Süreç olarak faşizm” de “küresel ısınma” savının, sosyalistlerin bir komplosu olduğunu iddia ederek, küresel ısınmaya karşı alınması gereken önlemlere karşı çıkarak emekçilerin ve yoksul kesimlerin öfkesini kapitalist sınıfların çıkarlarını korumaya yönlendiriyor; feminizmi, LGBTQ+ bireyleri, sığınmacıları, farklı dini aidiyetleri “ötekileştirerek”, nefret nesnesi konumuna yükselterek demokratik kurumları, hakları ve özgürlükleri hedef alarak ilerliyor.

CANAVARLAR GALERİSİ

(...)

Hiçbir düzen partisi, “gelecek” düşüncesini, ütopya tasarımını canlandıramaz. Öyleyse görev ve sorumluluk kimlere düşüyor dersiniz?

Yazının tamamını okumak içn tıklayınız


Thursday, November 23, 2023

İklim krizi-büyük çelişki

 


Gelecek hafta Dubai’de COP28 iklim zirvesi toplanıyor. Zirvenin, küresel ısınmaya neden olan hava kirlenmesine, tanklar, uçaklar, bombalar füzeler, diğer patlayıcı maddelerle, bunların çıkardığı yangınlarla büyük katkı yapması kaçınılmaz bir bölgesel savaşa denk gelmesi de tarihin acı bir ironisi. Zirveye giderken yayımlanan OXFAM raporundaki bulgular ve aşağıda değineceğim siyasi gelişmeler de geleceğe umutla bakmaya pek yer bırakmıyor.

DURUM KRİTİK, ÇELİŞKİ SINIFSAL

Uygarlığın bir yok olma sürecine girmemesi için (Birçok canlı türü çoktan yok oldu ve türlerin çeşitliliği hızla azalmaya devam ediyor.) küresel sıcaklık artışının, 2050 yılına kadar, Sanayi Devrimi dönemindeki düzeyine kıyasla 1.5°C’nin altında kalması gerekiyor. Bu hedefe ulaşabilmenin yolu, 2030 yılına kadar, küresel Co2 emisyonunu yüzde 42 azaltmaktan geçiyor. Halen egemen küresel ısınma eğilimi küresel sıcaklık artışının 2030 yılına kadar 2.5-3°C düzeyine ulaşabileceğini söylüyor. 

(...)

Bu zorluk her şeyden önce kapitalist üretim tarzının ürettiği çok vahim, aşılması son derecede zor bir çelişkiden kaynaklanıyor: Küresel ısınmaya yol açan Co2 emisyonlarına en fazla neden olan kesim, aynı zamanda en korunaklı, küresel ısınmanın olumsuz etkilerinden en az etkilenen kesimdir. (...)

Görüldüğü gibi sorun sınıfsaldır. Ancak 20-30 yıl öncekine kadarki gibi öncelikle zengin ülkeler ile yoksul ülkeler arasında değil artık daha çok, etrafımıza biraz dikkatle bakınca görebileceğimiz gibi, tek tek ülkelerin içindeki zenginler ve yoksullar arasındadır. Bunlar kapitalizminzenginleri ve yoksularıdır: Bir tarafta mülk sahibi sınıflar, kapitalistler ve ondan beslenen parazitler diğer tarafta işçi sınıfı, kır yoksulları ve nüfus fazlası olarak kent yoksulları.

ÇELİŞKİ VE PARADOKS

Bu çelişki aynı zamanda bir paradoksu da içeriyor.

(...)

Paradoks işte burada: Bu kesimin ekonomik krizin, göçmenler krizinin etkilerine, kurulu düzenin siyasetçilerinin beceriksizliklerine karşı giderek artan öfkesini, Avrupa’da Amerika’da en son Arjantin’de, küresel ısınma olgusunu inkâr eden faşist hareketler yönlendirmeye başladılar. Böylece en az kirleten ama en çok etkilenenler, en çok kirleten ama en az etkilenenlerin çıkarlarını korumaya başlıyorlar.

Sınıf çelişkisi, bu paradoksla birlikte, umuda ve geleceğe açılan “kapının” kanatlarını bağlayan bir “kördüğüm”oluşturuyorlar. Bu kördüğümü yalnızca sosyalist hareket kesebilir.

(...)

Yazının tamamını okumak içn tıklayınız

Monday, November 20, 2023

Kültür savaşlarını kaybediyoruz!

 


Laik Cumhuriyetin, “dünyası” kültür savaşlarını kaybediyor. Dini yargıların, kadroların ve kurumların eğitim sistemine nüfuz etme süreci seçimlerden sonra hızlandı. Hukuk sistemi bütünlüğünü kaybediyor, anayasa “egemenin” yargılarına tabi olmaya başlayarak anlamsızlaşıyor. “Rezerv alan” yasası Ülkenin tüm alanları, artık fiilen egemenin iradesine mi tabi oluyor?”, “Osmanlı mülkiyet sistemine mi dönüyoruz” sorularını gündeme getirdi.

Kavala, Demirtaş, Atalay, daha nice aydın ısrarla “içeride”tutulurken Hrant Dink’i öldüren Ogün Samast, bir siyasi cinayet işlemiş terörist olmasına karşın “iyi hal” gerekçesiyle serbest bırakıldı. Bu kültür savaşları içinde hangi hallerin “iyi”hangilerinin “kötü” olduğunu topluma gösteren bir adımdı.

KÜLTÜR VE BEKA SORUNU 

Kültür kavramını, kültürün maddiliğini (materiality) gösterecek bir biçimde, kullanmak istersek, biyolog, davranış bilimci, Prof. Dr. Robert Sopolsky’nin “davranışsal tarzların gelecek kuşaklara genetik olmayan yollarla transferi”tanımından yararlanabiliriz. Bu tanımın kapsamının içine, değer yargılarını, beğeniler, cinsel töreleri, doğruyu ve yanlışı, adaleti, konuşmanın kodlarına ilişkin “hakikat rejimlerini”kolaylıkla koyabiliriz. 

Bu açıdan bakınca da siyasi iktidarların sürdürülebilirliğinin (bekasının), kendilerini yeniden üretebilecek davranışsal tarzların (kültür) gelecek kuşaklara aktarılmasına, “eski rejimin” davranışsal tarzlarını yok etme ya da yeni rejimin değerleri içinde eritme kapasitesine bağlı olacağını görebiliriz. 

Bu süreçte, yeni bir dil, kurumlar, mekânlar hatta yenizamanlar doğar, eskileri ölür ya da yeniden tanımlanır. Bu“hesaplaşma”, diğer bir deyişle kültür savaşları, iktidar el değiştirmeden önce şekillenir ve kültür savaşlarını kazanmaya başlayanların siyasi iktidarı, yıkma ya da koruma şansları artar.

Cumhuriyeti kuranların, özellikle de liderleri Mustafa Kemal’in, önceki paragrafta betimlediğim “beka sorunu”gerçeğini, kültür savaşlarının yaşamsal önemini çok iyi kavramış olduklarını söyleyebiliriz. 

(...)

Daha sonra gelişen “Kemalizm” ve Cumhuriyet burjuvazisi ise Köy Enstitülerini kapatırken kültür savaşlarındaki kazanımların önemini hiç anlamadığını gösteriyor; emperyalizmin yeniden güdümüne girmeye başladıktan sonra da laik Cumhuriyetin, ulusal bağımsızlığını (ekonomisini yönetme kapasitesini ve kültürünü) aşındıracak gelişmeleri kolaylıkla kabullenmeye başlıyordu. Bu “şaşkınlar” listesine, sol liberal entelijensiyanın, siyasal İslamın yükselmesini kolaylaştıran, ihanetini de ekleyelim. Sosyalist hareket de hem kültürün maddiliğini anlamakta zorlandığı hem de kaba materyalizmin, sınıfları ekonomilerine indirgeme yanılgısını aşamadığı için uzun süre siyasal İslamın yıkıcı özelliklerini tanıyamadı, siyasal İslam neoliberalizmi terk ederken o hâlâ neoliberalizmle mücadele ettiğini düşünüyor, kültür savaşlarında taraf olamıyordu. 

(...)

Yazının tamamını okumak için tıklayınız