Monday, November 28, 2022

Topal demokrasiden dinci faşizme

 İsrail’deki işgalci yerleşimci bir demokrasiydi. Filistin halkı için ise diktatörlük. İsrail solu, son dönemde bu durum için Mandela öncesi Güney Afrika’ya atıfla “apartheid” kavramı da kullanıyordu. Son seçimlerden sonra, bu topal demokrasi hızla, dinci faşizme dönüşüyor. 

YENİ HÜKÜMET AMA NASIL?

Üç yılda beş seçimden sonra Likud lideri, Netanyahu nihayet, dinci Siyonist, ırkçı militarist partilerle kurduğu seçim blokuyla, mecliste çoğunluğu yakaladı; bakanlık paylaşım pazarlıkları başladı. Netanyahu en geç 14 Aralık’a kadar yeni hükümeti kurabilirse meclis çoğunluğuna dayanarak hakkındaki davaların dosyalarını kapatabilecek. Bu telaşla, Netanyahu, devleti “ultra milliyetçi”Dinci Siyonist Parti’nin ve Otzma Yehudit partisi grubuna teslim etmeye başladı. İsrail basınında, “Judea (Yahudi dini) devletine hoş geldiniz” gibisinden başlıklar görülüyor. 

Bu sürecin Netanyahu dışında iki aktörü var. Biri aşırı sağcı, ırkçı dinci, Otzmar Yehudit (Yahudi Gücü) partisinin başkanı Itamar Ben-Gvir. Öbürü de Dinci Siyonizm (Tkuma) partisinin lideri Bezalel Smotrich. İkisi birlikte meclise 14 temsilci soktular.

(...)

Netanyahu Ben-Gvir’e, daha geçenlerde bir toplantıda sinirlenip silah çeken adama, ABD’deki İç Güvenlik Örgütü örnek alınarak kurulan Ulusal Güvenlik Bakanlığı’nı veriyor, sınır polisi de bu bakanlığa bağlanıyor. Böylece toprak alım satım, çevre kuralları ruhsatı vermenin yanı sıra Ben-Gvir, eski Savunma Bakanı Gantz’in deyimiyle “bir özel ordu sahibi oluyor”.

BİRİ ‘ÖZEL ORDU’ MU DEDİ?

Geçen hafta Haaretz, Ben-Gvir’in partisi Otzma Yehudit’in üyelerinin Tel Aviv’in kenar mahallelerinden Moran Nunu’da silahlı milis örgütü kurmaya başladıklarını aktarıyordu. Bu milisi örgütleyenler mart ayında Necef’te kurulan Berel Komandoları(Gazze sınırında öldürülen polis memuru Berel’in anısına) örgütünü örnek alıyorlarmış. 

(...)

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Thursday, November 24, 2022

‘Kulturkampf’ & ‘Fake news’

 


Günümüzde iki olgu, kökleri 19. yüzyıl Almanyası’na uzanan “kulturkampf” (kültür savaşları) ve dijitalleşme, yapay zekâ, sosyal medya “karışımından” kaynaklanan “fake news”(uydurma haber), “süreç olarak faşizm” içinde birleşiyor. Günümüzde dinci, milliyetçi/ırkçı hareketler, liderler, devleti ele geçirme ya da iktidarlarını koruma çabalarında bu iki olguya yaslanıyorlar.

Buna karşılık, süreç olarak faşizme direnmeye çalışanlar, çoğu kez “ekmek peynir” sorunlarına (ekonomiye-altyapıya) odaklanırlarsa “kulturkampf” alanına girmekten, “fake news”ün etkilerinden kaçınabileceklerini düşünüyorlar; “ekmek peynir”sorunlarının, kültür içinde anlam kazandığını altyapı ve üstyapının aslında bir tözün iki farklı “varoluş tarzı” (modalitesi) olduğunu gözden kaçırdıkça etkin bir direniş hattı kuramıyorlar. 

(..)

BİR TİPİK ÖRNEK, BİR YAPISAL ZAAF

Tipik örnek, bu çekirdek seçmenin sadakatine ilişkin. Cumhuriyet TV ekibinin bir sokak röportajında mikrofona konuşan bir kadın, “Hayat berbat ama bu hayatı hiçbir yerde bulamazsınız! Ne derlerse desinler, Türkiye ile oynuyorlar. Dış ülkeler bizi kıskanıyor. Tayyip Erdoğan’ı çekemiyorlar. Pahalılık var ama kimse ‘Ben açım’ demesin. Erdoğan daha ne yapabilir ki... Türkiye’nin bir yere gelmesini istemiyorlar”diyor.

Bu ifadelerdeki, “biz ve onlar” ikilemine“lider tapınmasına”, ülkenin durumuna ilişkin “uydurma haberlere”, bireyin olasılıklar “yelpazesini” sınırlayan, çektiği ağrılara katlanmasına yardım eden “daha iyisi yok” fantezisine bakarak “realiteden” bu kadar uzak bir “cehalet” karşısında hayret etmek, öfkelenmek, hatta o yurttaşı küçümsemek kolay. Buna karşılık ülkede, son 20 yıl içinde, birbirinden farklı, birbirine düşman iki (hatta üç) paralel “realitenin” şekillenmiş olduğunu düşünmek, kabullenmek ise bu kabullenmenin gündeme getireceği sorunlar itibarıyla kolay değil. 

(...)

Bu “iktidarsızlık” ne yazık ki yapısal bir zaaftan kaynaklanıyor. CHP önderliğinde kurulmuş “6’lı masa”, görüşleri Cumhur İttifakı’nın dinci, şoven-milliyetçi değerleriyle hatta kurumsal (tarikatlar vb.) ilişkileriyle birçok noktada örtüşen partileri içeriyor. CHP, bu karmaşıklığı koruma kaygısıyla “kültür savaşları” alanına giremiyor, sert demeçlerin dışında etkin bir direniş hattı kuramıyor. Kaçınılmaz olarak da akla, “6’lı masa”rejimde, ekonomide vaat ettiği yapısal değişimi gerçekleştirmek bir yana, “Bir seçimden sonra nasıl bir arada kalmaya devam edecek” sorusu geliyor. 

(...)

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Monday, November 21, 2022

ABD’de faşizm 2.0

 Trump döneminde hızlanan “süreç olarak faşizm” şimdi çok daha gelişkin, programlı bir biçimle yeni bir aşamaya geçiyor.

BİRİ TRUMP MI DEMİŞTİ?

Trump 2024 başkanlık seçimleri, için adaylığını açıkladı, adeta kimse ilgilenmedi. Sağ kesimden bir yazar “Trump mı? Onu hatırlıyorum” diyordu. Gerçekten de Cumhuriyetçi Parti (GOP) seçkinleri, partiyi finanse eden milyarderler, sağ basın, milliyetçi muhafazakâr sağın teoriyle ilgilenen entelijensiyası şimdi dikkatlerini Florida Valisi Ron DeSantis üzerinde yoğunlaştırıyorlar.

Trump “süreç olarak faşizmi” hızlandırdı, ABD’ye özgün bir dinci-faşist söylemin birçok unsurunu meşrulaştırdı, faşist gruplar örgütlenmelerini geliştirdiler, silahlandılar, şiddet normalleşti. Ancak “süreç olarak faşizm” Trump döneminde, bütünsel bir ideolojiden, devlete ve iktidara yönelik bir programdan yoksun, bir kişinin megaloman ve narsist kaprislerine tabi olarak gelişti.

(...)

DeSantis ideolojik açıdan, Trump’ın bir devamı ama onu Trump’tan ayıran ve çok daha tehlikeli, adeta bir “klasik faşist”yapan özellikleri var.

(...)

Yazının tamamını okumak için tıklayınız


Thursday, November 17, 2022

Trump yeniden aday?

 Seçimlerin ertesinde bir yorumcu “Halk konuştu ama ne dediği yine anlaşılmadı” diyordu. Gerçekten de Cumhuriyetçi Parti (GOP) liderliği, sağ medyanın ağır topları, halkın “Yola Trump’sız devam etmek gerekir” dediğini düşünüyor. Salı gecesi yeniden aday olacağını açıklayan Trump ise halkın “yeniden Trump” dediğini... 

(...)

İKİ YAKLAŞIM

Önce, ABD siyasi coğrafyasının özelliklerini anımsamakta yarar var: Ülke seçmeni tam ortadan bölünmüştür; tarafların tutumu, karşı tarafa düşmanlığı kemikleşmiştir. “Kültür savaşları” sık sık ekonomik sorunların önüne geçebilmektedir. Siyasi “drama” artık bu sahneden oynanıyor

Son seçimlerin sonuçlarına ilişkin iki farklı yaklaşım dikkat çekiyor:  

(1) ABD seçim pratiği ve sonuçları, “düzenin aslında ne kadar istikrarlı olduğunu gösterdi”.

(...)

Bu yaklaşım, “bölünmüşlük, kemikleşme, kültür savaşı”gerçeğini görmüyor. Ayrıca GOP için “normal” ne anlama geliyor? 2000’lerin başından bu yana yaşanan baş döndürücü gelişmeler içinde artık bunu bilmek olanaksız. Dahası, ya seçimleri kazanmanın yolu, artık “normal” aramaktan, değil de bölünmüş, kemikleşmiş bir tabanının arzularını, daha iyi temsil etmekten geçiyorsa? “Normal” artık buysa?

(...)

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Monday, November 14, 2022

ABD seçimlerinden dersler...

ABD ara dönem senato, meclis yenileme seçimlerinde beklenenin aksine, Demokratlar hezimete uğramadı. Türkiye seçimlere giderken Demokrat Parti’nin seçim pratiğinden, çıkarılacak önemli dersler var. 

2002’DEN BU YANA EN İYİ...

Seçimlere giderken Başkan Biden, Trump yanlılarını, “MAGA” hareketinin, seçim sonuçlarını tanımayan, 6 Ocak kalkışmasının devamı olan, demokrasi düşmanı bir hareket olarak tanımlayınca, Cumhuriyetçi medya çok sert tepki göstermiş, kimi demokratlar halkı bizden uzaklaştıracak (Türkiye’de laikliği savunmaya korkanları anımsatıyorlar) diye düşünmüştü. 

(...)

Demokrat Parti seçimlerde bu hattı disiplinli biçimde izledi. Rakip tarafın görüşlerine yakınlaşmaya çalışmadı, en fazla kimi ikincil konulara (akla başörtüsü saçmalığı geliyor) girmedi, ekonomik programı, istihdam sağlık hizmetleri kürtaj hakkını, LGBT haklarını savunmaya, demokrasiyi tehdit eden Trump’çı siyasetçiler üzerinde odaklanmaya dikkat etti. Demokrat parti kampanyasında, demokrasiye yönelik tehditler, kürtaj hakkı gibi “kültürel”konular, enflasyon, benzin/motorin fiyatları, yüksek faizler gibi konuları geride bırakarak özellikle ilgi çekti. 

(...)

Disiplinli bir biçimde, rakibiyle arsındaki farkları vurguladı, kendi görüşlerini savundu. Kendilerini ılımı olarak tanımlayan -ortadaki- seçmenin yüzde 56’sının Demokratlara oy vermesi bu taktiğin doğruluğunu kanıtladı.

(...)

JOHN FETTERMAN

ABD seçimlerinin en önemli “swing state” (iki parti arasında dengede, genel sonuçları belirleme gücünde) eyalet olarak görülen Pensilvanya’da senato seçimlerini Trump’un desteklediği adaya karşı kazanan John Fetterman’ın pratiğinde çok önemli dersler var. Fetterman, “demir çelik kasabası”Braddock’un belediye başkanıydı. Bu kasabayı ve bölgesindeki halkın yaşam koşullarını, ekonomiyi iyileştirmek için yaptığı çalışmalar, şortla ve kapüşonlu polar ceketle dolaşmasıyla, işçi sınıfının kültürüne uyum sağlamasıyla kendi döneminde şiddet olaylarında ölenlerin tarihlerini, asla unutmamak için koluna dövme yaptırmasıyla ABD de dünya ilerici basının ilgisini çekmişti.

Fetterman bu seçimlerde, kadınların kürtaj, işçilerin sendika, LGBT+ bireylerin özgürlük hakkını savundu, daha yüksek asgari ücret, tıbbi marihuana kullanımının serbestleştirilmesi gibi taleplerle kampanya yaptı. Fetterman bu kampanyasını Pensilvanya’nın en Trump’çı kesimlerine, muhafazakâr kırsal bölgelerine taşıdı, görüşlerini oralardaki halka, işçi sınıfına hiç usanmadan, sulandırmadan anlattı. “Bir bölgeden bir kişi koparsam” bile çok önemlidir diyordu. 

(...)

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Thursday, November 10, 2022

‘Gerçeklik’, faşizm ve solun sorumluluğu

 

Kapitalist toplumları “liberal demokrasi” ile yönetmek çok zorlaştı. Bu zorluğun, imkânsızlığa dönüşmeye başladığı koşullarda faşizmin çeşitli unsurları seçeneklerin içine girmeye başlıyor. Ne yazık ki günümüzde “gerçeklik” demokrasiden yana değil.

‘YAPISAL’, ‘POLY’, ‘MEGA’

Kapitalizmin, birbirini besleyen çelişkilerinden oluşan “yapısal krizini”, bugünlerde tarihçi Adam Tooze “polycrisis”, ekonomist Nouriel Roubini “mega tehditler” olarak tanımlıyor. Bu tanımlamalar, birbirini besleyen bir ekonomik, jeopolitik ve iklim krizleri “kümesine” işaret ediyor ama “kümenin” temelini oluşturan “şey”den, bir anlamda “töz”ünden söz etmiyor. Bu “töz”ü konuşmaya başladığımızda da imkânsızlıklarla, çözümsüzlüklerle, artık işlemeyen modellerle karşılaşıyoruz.

Bu “töz” tarihsel anlamda karşımıza “artık değer” ve onun ifadesi olan kapitalist üretim tarzı olarak, bu tarzın sergilediği biçimlerle çıkıyor. Bu “töz” bağlamında düşününce de “büyüme” kavramı altında saklanan “birikim”, “kâr maksimizasyonu”, “rekabet” gibi önceliklere bağlı kalındığı sürece, “polycrisis”, “mega tehditleri”, “yapısal krizi” aşmanın olanaksızlığını görüyoruz.

(...)

Diğer taraftan, kapitalizmin çelişkilerinin basıncı, uzlaşarak, rıza alarak, birlik sağlayarak yönetilebilecek düzeyi geçti. Diğer bir deyişle “kapitalist gerçeklik”, birlik-bütünlük taklidi yapmaktan, süreç olarak faşizmden yana şekilleniyor. Bu “gerçeklik”, “gerçekçileri” 1930’larda Almanya ve İtalya’da, son 20 yılda Türkiye’de olduğu gibi ya fiziki olarak yok ediyor ya da demokratik, laik, özgürlükçü yanlarını aşındırarak yeniden şekillendiriyor. 

(...)

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Monday, November 07, 2022

Büyük tehlike-acı ironi-iktidarsızlık

“Büyük tehlike” yarın ABD’de yapılacak ara dönem seçimleriyle, ironi geçen hafta İsrail’de yapılan seçimlerin sonuçlarıyla ilgili. İktidarsızlık da sosyalizmin durumuyla... 

“Son demokratik seçim olabilir.”

Noah Hariri’ye (Sapiens) göre “ABD demokrasi o kadar sorunlu ki” ... “gelecek başkanlık seçimleri son demokratik seçimler olabilir”. Hariri’nin katıldığı ABD TV programının konuklarından Financial Times’ın editörü, Gillian Tett’e göre de böyle bir iddianın ana akım TV kanalında, saygın bir tarihçi tarafından dile getirilebilmesinin “insanı en sarsan yanı, bu saptamanın artık kimsede şok etkisi yaratmıyor olmasıdır”.

(...)

Daha ciddi tehlike, ara dönem seçimlerinden sonra gündeme geliyor. Tarihsel deneyim, kamuoyu yoklamaları, bu seçimlerde muhalefet partisinin (Cumhuriyetçilerin) senatoda çoğunluğu ele geçireceğini söylüyor. Demokratların meclis çoğunluğunu da kaybetmesi güçlü bir olasılık. Bu beklentiler gerçekleşirse Biden yönetiminin programı (ekonomik, sosyal, “küresel ısınma”) tıkanacak. Cumhuriyetçiler bir “azil süreci” başlatmayı da planlıyorlar. Ancak esas büyük tehlike iki boyutlu. Birincisi meclise ve senatoya gelen yeni Cumhuriyetçi temsilciler, senatörler çoğunlukla, Trump’tan daha sağda, dinci, ırkçı, faşist QAnon networküne, paramiliter milislere, silah lobisine çok yakın adaylardan oluşacak. İkincisi, Cumhuriyetçilerin eyalet meclisleri düzeyinde, elde ede edecekleri başarılarla, birçok kilit eyalette başkanlık seçimlerinin sonuçlarını, oy dağılımını yadsıyarak, kendine yakın delegeleri atayarak belirleme olanağı kazanacaklar. Özetle: ABD’de, süreç olarak faşizm, dinci, ırkçı bir rejime doğru hızlanıyor.

VE İRONİ

İsrail’de, yolsuzluk iddialarıyla soruşturma altında olan Netanyahu, siyasi sistemin, solun felç olmasından yararlanarak, yeniden başbakan oldu. İroni Netanyahu’nun başbakan olmak için dayandığı Itamer Ben Gvir ve Bezal Smotrich’in kimliğinden kaynaklanıyor. Bunlar, dinci ırkçı, homofobik, şiddet ve “etnik temizlik”, yanlısı (tüm Arapları sınır dışına çıkarmak istiyorlar), Yahudi ırkının/dininin üstünlüğünüsavunan, militanları duvarlara, “En İyi Arap Ölü Araptır”sloganları yazan Kahani hareketinden geliyorlar. 

(...)

yazının tamamını okumak için tıklayınız

Friday, November 04, 2022

Türkiye’de dinci bir rejim tehlikesi var mı?

 


24 Mayıs 2007-  TEMPO dergisi

 

Türkiye, Nisan eylemleriyle birlikte Dünya gündemine oturdu. Çok canlı bir tartışma yaşanıyor. Saflar da oldukça belirgin. Bir taraftan, AKP laik düzeni yıkacak korkusuyla sokağa dökülen milyonlarca insan. Buna karşılık, hem ülke içinde hem de dışında The Economist, New York Times, The Guardian, Der Spiegel gibi dergi ve gazetelerin yorumcuları, AKP’yi destekliyor, önemli olanın Laiklik ve Cumhuriyet  değil, “demokrasi” olduğunu vurguluyorlar. 

 

İran’da devrim öncesinin tirajı en büyük gazetesi Kayhan’ın editörü Amir Taheri, Middle East Forum’un direktörü Daniel Pipes, İsrail’in prestijli güvenlik “Think Tank”ı Herzilia Enstitüsünde, Küresel Araştırmalar ve Uluslararasi ilişkiler Merkezi direktörü, Jarusalm Post yazarı Barry Rubin ve National Review’dan Barbara Lerner gibi, AKP’nin Türkiye’yi giderek tehlikeli bir biçimde İslamlaştırdığını düşünen, son gelişmeleri bu bağlamda yorumlayanlar da var

 

Modern zamanlarda, toplumların İslamlaştırılmasına, siyasi rejimlerinin bu yönde dönüştürülmesine ilişkin önümüzdeki en çarpıcı örnek 1979 İran Devrimi. Taliban Rejimi soğuk savaş ürünü olduğundan uygun bir örnek değil. Eğer, Türkiye’deki gelişmelere bakarken, ilk anda, İran devrimi gibi ani bir alt üst oluş modelini, ölçüt alırsak, AKP hükümetinin İslamlaştırma yolunda adımlar atmadığını, oldukça makul bir biçimde savunabilir, The Economist gibi, Türkiye’deki gelişmeleri Suudi rejimiyle karşılaştırırsak (Muslim and the veil, The meaning of Freedom, 10/05/07) “laik cephenin” boşuna telaşlandığını ileri sürebiliriz.

 

 Ancak, ani bir alt üst oluş, bir devrim, modeli yerine, Cezayir, Filistin, Sudan, Lübnan ama özellikle Mısır örneklerinde olduğu gibi, devletle, aile arasında kalan alanın (sivil toplumun) yavaş yavaş dönüştürülmesi yoluyla “evrimci” (“mevzi savaşı” stratejisiyle), Prof. Şerif Mardin’in Vatan gazetesinde Ruşen Çakır’la yaptığı söyleşide, “mahalle baskısı” olarak ifade ettiği, tabandan başlayan, giderek yayılan bir İslamlaştırma modelini ölçüt alırsak, ilk anda edindiğimiz izlenim belirgin bir biçimde değişmeye başlayabilir.  

 

Bu evrimci dönüşüm bağlamında, göz önüne almamız gereken, genellikle pasif devrim kavramıyla ifade edilen bir örnek daha var: Parlamenter rejimin olanaklarını da kullanarak hükümet olmuş bir “siyasi hareket”, Mussolini İtalya’sında olduğu gibi, devlet eliyle, ilk anda birbirinden bağımsız gibi görünen bir dizi yasal değişikliklerin de katkısıyla, bir aşamada, tüm bu değişikliklere yeni bir anlam kazandıran, son bir kritik adımla, yeni bir rejim yaratabiliyor. 

 

Tabii ki AKP ile İtalyan Faşizmi arasında bir benzerlik aramıyorum. Amacım, ideolojik, kültürel projesi olan bir siyasi partinin, belli devlet olanaklarını, örneğin Hükümeti, Cumhurbaşkanlığını ve Anayasa mahkemesini ele geçirdiğinde, sivil toplum içinde zaten yaşanmakta olan bir dönüşümler süreciyle birleşerek, gerçek siyasi gücünden çok daha büyük bir etki yapabilme olasılığına dikkat çekmek. 

İran, Cezayir ve Mısır iki farklı yol..

İran’da 1979 yılında bir devrim oldu, arkasından Şii ruhban sınıfının hakimiyetine dayanan yeni bir İslami devlet kuruldu. Cezayir’de, Laikler ve İslamcılar olarak şekillenen bir toplumsa kamplaşma üzerinde, 1989 da kurulan İslami Kurtuluş Cephesi, Aralık 1991 genel seçimlerinde meclisteki 430 iskemlenin 231’ini ele geçirdi. İKC lideri Benhacı’nın, İslam’ın demokrasi ve genel seçimlerle uyumlu olmadığına, ancak seçimleri iktidara gelmek için kullanacaklarına, “bir kişiye bir oy, bir kez” anlayışıyla, seçimleri salt bir kez yapacaklarına ve iktidardan seçimlerle gitmeyi kabul etmeyeceklerine ilişkin, görüşünü göz önüne alan ordu müdahale etti, IKC’nin iktidara gelmesini engelledi. İKC’de ülkede uzun soluklu, yüz binden fazla insanın ölümüne yol açacak olan iç savaşı başlattı.

 

Mısır’da ise hiç bir aşamada İslami bir rejim kurulmadı, aksine, Nasır, Sedat, Mübarek  gibi seküler eğilimli, Batı yanlısı liderlerle ve rejimlerle yönetildi. Ancak bu gün İran’da toplum giderek açılır, “dini hakikatlerin” günlük yaşam içinde etkileri azalmaya başlarken, Mısır’da, toplumun ve devletin içinde “dini hakikatlerin” etkisi artmaya devam ediyor. Bu gün gelinen aşamada, 1981’den bu yana iktidarda olan Hüsnü Mübarek’ten sonra rejimin, son seçimlerde büyük başarı gösteren Müslüman Kardeşlerin eline geçmesinin önünde hemen hiç bir engel yok.

 

Her iki modeli de dikkatle irdelediğimizde, en önemli farkın, İslami hareketin, toplumun  aile ile devlet arasındaki, çoğu zaman sivil toplum denen alandaki etkinlik düzeyinden kaynaklandığını görüyoruz. 

 

İran deneyinde, 1979’da Şah rejimi çökmeye ve devrim olmaya başladığında, Şii İslam’a dayalı dini hareket, doktrin ve örgütlenme açısından merkezi, homojen, hiyerarşik ve yetkin kadrolara sahip olmasına karşın, bir çok tarihçinin, örneğin Asef Bayat’ın (“Revolution withouth movement. Movement Without Revolution: Comparing, Islamic Activism in Iran and Egypt” Comparative Studies in Society and History 1998, No 40:1, Cambridge) ayrıntılı bir biçimde gösterdiği gibi, “çarşıdan” ve feodal toprak sahiplerinden destek almasına karşın, esas olarak bir halk hareketine değil aydınlar arasında etkinliğe dayalı, seçkinci bir yapıya sahip olduğunu görüyoruz. Diğer taraftan devrimden önce İran’da, Şah rejimine rağmen (ve bu rejimin, Carter yönetiminin de baskısıyla 1970’lerin ikinci yarısında insan hakları ve demokratik haklar alanlarında gevşemeye başlamasının da etkisiyle) seküler yaşam tarzına yatkın bir orta sınıfın, Tudeh, Fadayin ve Mücahidin gibi modern devrimci/Marksist siyasetin ürünü, yaygın kitle desteğine sahip siyasi örgütlerin olduğunu, güçlü bir işçi sınıfının şekillendiğini biliyoruz. 

 

Ancak, sivil toplum içinde varlığı, çok yaygın ve derin olmamasın karşın bir kez devrimci kargaşa başlayınca, Şii dini örgütlenmesinin, camilerin, medreselerin, Kuran kurslarının,  Vakıfların ve dini derneklerin üzerindeki etkisine dayanarak, seküler muhalefetin taktik hatalarından da yararlanarak, adeta devrimci bir parti gibi davrandığını, devrimlerin birinci kuralı olan “iktidar en örgütlü ve kararlı kesimin elinde kalır” ilkesine uygun olarak, devleti ele geçirdiğini, ondan sonra diğer siyasi rakiplerini imha ederek, sivil toplumu yukarıdan aşağı, şiddete dayanarak dönüştürmeye başladığını görüyoruz: Kısa sürede, İran’da monolitik, baskıcı, yaşamın hemen tüm alanını adeta bir faşist devlet gibi, ama onun hayal edebileceğinden çok daha etkin ve güçlü bir meşruiyete dayanarak nüfuz eden, denetleyen bir Molla rejimi kuruldu.

 

Görüldüğü gibi İran’daki gelişmelerin ve Devrim modelinin Türkiye’de tekrarlanmasını beklemek için yeterli neden yok. Türkiye’de dini hareket Şii ruhban sınıfı gibi hiyerarşik, monolitik bir örgüt tarafından kontrol edilmiyor; aksine çok parçalı çok liderli bir yapı sergilediği, liderliklerinin sermaye ve meta ilişkilerine entegre edildiği (tarikatların holdingleşmesi denen olgu) söylenebilir. Buna karşılık, dini hareketin bu çok parçalı haliyle, sivil toplum içinde, giderek etkisini arttırdığına devlet içinde kadrolaştığına ilişkin kimi gözlemler yapmak olanaklı. Yine de geniş kapsamlı bir siyasi kriz içinde dahi, tüm bu etkinliği bir araya toplayacak bir merkezi üreterek iktidarı ele geçirme kapasitesine aniden ulaşabileceğini düşünmek, imkansız olmasa da, kolay değil. Bu nedenle İran devrimine  bakınca, Türkiye’de islami bir rejim kurulma tehlikesinin düşük olduğu söylenebilir. Ama, Mısır deneyi başka ve oldukça düşündürücü bir öykü anlatıyor. 

Mısır ve “Pasif devrim” süreci

Mısır’da ılımlı İslam’ı, şiddet kullanmayı reddeden Müslüman Kardeşler örgütü temsil ediyor. 2005 genel seçimlerine, Mecliste 88 temsilciyle iskemlelerin %20’sini ele geçiren (diğer muhalefet partileri yalnızca 14 iskemle kazanabildiler) Müslüman Kardeşler örgütünün kökleri 1920’lere kadar gidiyor. Ancak siyasi bir etken olmaya başlamaları, 1960’larda Nasır’ın popüler halkçılığı gibi seküler hareketlerin  yenilgisiyle, 1980’lerde Sedat’ın öldürülmesinden sonra, hükümetin radikal İslam’a karşı ılımlı İslam’la işbirliği yapmaya karar vermesiyle başladı.

 

Bu sürecin arka planındaysa, 1970’lerden başlayarak, 1990’lar boyunca devam eden ekonomik gerileme, nüfus patlaması ve yoksullaşma var. Bu dönemde, İslami gruplar, yerleşik cami ağlarına, derneklere, toplum içi bağlara ve körfez ülkelerinden gelen mali yardımlara dayanarak güçlendiler. Aynı dönemde devlet özellikle 1967’de İsrail’e yenilmesinden sonra hızla meşruiyetini kaybediyor, radikal terörist eğilim  İslami hareket içinde güçleniyordu. Devletin, bu kanada karşı, ılımlı İslam’la işbirliği çabası bu meşruiyeti kaybetme sürecini hızlandırdı.

 

Ama islami hareketin güçlenmesinin temelinde, öncelikle, devletin, sunmakta giderek zorlandığı sosyal hizmetleri üstlenmeye başlaması yatıyordu. İslami hareketin sivil toplum içindeki etkisi artarken beraberinde siyasi bir mesaj da gelişiyordu: “Tek yol İslam”. Böylece, bir yorumcunun işaret ettiği gibi, İslam’ın vurgusu birey-tanrı ilişkilerinden, birey-siyasi İktidar ilişkisine kayıyor, din, bir siyasi ideolojiye dönüşüyordu (“There are no moderates”, National Interest, Sonbahar, 1995,).

 

Dahası, bu süreç bir örgütlenme aracı olarak da işliyor, Sheri Berman’ın belgelediği gibi önce herkese sunulan bir sosyal hizmet, örneğin tüm üniversiteli kız öğrenciler için başlatılan minibüs servisine, talep artınca, yalnızca peçeli öğrenciler kabul edilmeye başlanıyordu (“İslamism, Revolution, and Civil Society”, Perpectives on Politics,  Haziran 2003). Kendi sivil toplum örgütlerini kurmalarının yanı sıra Müslüman Kardeşler 1980’lerde öğrenci örgütlerini, 1990’larda, doktorların, eczacıların, mühendislerin avukatların vb.. meslek örgülerini de ele geçirdiler.

 

Mübarek rejiminin radikal İslam’a karşı “ılımlı”, şiddete baş vurmayan İslam’la, işbirliği yapmaya başladığı1980’lerden itibaren dini söylem, resmi siyasi söylemin içine sızmaya, siyasi tartışmalarda, en üst düzey bürokratların yükselme süreçlerinde önemli rol oynamaya, Kuran’a ve Hadislere gittikçe daha sık gönderme yapılmaya, böylece, siyasette, seküler söylem gerilemeye başladı.

 

Mısır’ın önde gelen dini eğitim merkezi El Ahzar üniversitesinin, etkisi arttı, giderek kültürel alanda önemli bir egemenlik merkezi haline geldi. Artık, okullarda neyin okutulacağına,  neyin nasıl öğrenileceğini El Ahzar fetvaları belirliyordu. El Ahzar denetiminde üniversitelerden yetişen öğrenciler devlet bürokrasisinde yükseldikçe, Müslüman Kardeşlerin, genelde İslami hareketin etkisi, toplumu dönüştürme kapasitesi artıyor, diğer bir değişle “pasif devrim süreci” ivme kazanıyordu. Bu sırada, El Ahzar’ın kültürel baskısı altında Seküler aydınların çalışma, etkinlik alanı hızla daralıyordu.

 

Sheri Berman’ın aktardığı gibi, devlet bu politikaları radikal İslam’a karşı geliştiriyordu ama “ılımlı İslam’ın temsilcileri hiç bir zaman daha radikal kardeşlerini ret etmiyor”, Müslüman Kardeşler’in sözcüleri sık sık, onların eylemlerini savunuyor, onları, hükümetin politikalarına karşı çıkan ateşli, idealist gençler olara tanımlıyor, faturayı hükümete çıkarıyordu.

 

Böylece hem sivil topumda, hem de devlet kademelerinde İslam’ın etkisi artıyor, merkezi devletin denetimi zayıflıyor, Mısır toplumu derin bir biçimde İslamcılaşma yönünde dönüşüyordu. Sonuç olarak İslami hareket belki devleti yıkmıyordu ama, gittikçe tecrit ediyor, içine nüfuz ediyor ve dönüştürüyordu. Bu İran modeli bir devrim değildi ama, dönüşümlerin derinliği, çapı açısından belki de çok daha kalıcı özellikler gösteriyor, devlet ve sivil toplum içindeki İslamlaşma birleştiği taktirde, İran türü ani bir radikal alt üs oluş olasılığını da güçlendiriyordu.

Türkiye’de “pasif devrim”? 

1980’ler başlayan, 1990’larda güçlenen kimi gelişmelere, 19 AKP hükümetinin deneyimine, Mısır örneğinin ışığında baktığımızda, Türkiye’de de İslami hareketin, 1994 belediye seçimlerinin, 28 Şubat sürecinin, AKP’nin iktidara gelişinin gösterdiği gibi, salt siyasi olarak değil, sayıları artan camiler, kuran kursları, dini medya, dini eğitiminin yeniden canlanması, ulusal eğitim sistemi içinde dini söylemin etkisini artmasıyla, aile ve devlet arasında kalan alanda, dayanışma kurumları, çeşitli sosyal hizmetler yoluyla da geliştiğini görüyoruz. Jenny White’ın (Islamist Mobilization in Turkey: A study of vernacular politics, 2002)  İstanbul tabanlı bir araştırmayla sergilediği gibi, bu sürece, katılanların, siyasi yaşama katıldıkları düşünmeden, siyasi yaşamın parçası haline gelmelerine olanak sağlayan, geniş, yaygın ilişki çevreleri (hücrelerden) ağından oluşan ortak yaşam alanlarını oluşmuştu. Jenny White gelinen noktada, taban örgütlenmelerinin, giderek siyasi yapıyı, etkilemeye başladığına, siyasi yapının da bunları koruma eğiliminde olduğuna işaret ediyor.

 

Bu günlerde, tüm bu gelişmelerin, yakın zaman kadar AKP’ye yakın, kesimlerde bile endişe yaratan düzeye ulaştığını görüyoruz. Bu bağlamda, Cüneyt Ülsever’in, Hürriyetteki köşesinde üç gün yayımladığı çarpıcı yazısında AKP’nin tabanının “milli görüş” tarafında ele geçirildiğinden yakınması, önemli bir örnek olarak görülebilir. Yine “ılımlı İslam’a” olumlayıcı bir gözle bakan Prof Şerif Mardin’in, Ruşen Çakır’a AKP’nin Cumhurbaşkanlığını almasını çok olumlu karşılamadığını anlattığı  söyleşisinde “mahalle politikası”, “mahalle baskısı” olayından rahatsızlığını ifade etmesi de anlamlı. Bir süredir, yine yakın zaman kadar en azından AKP karşısında tarafsız kalmaya çalışan kimi köşe yazarlarının İslami hareketin toplum yaşamına müdahale eden, türban takmaya zorlama, dini Bayramlarda, Ramazanda içki yasağı, lokanta kapattırma yoluyla toplumsal baskı oluşturma çabası, kimi bölgelerde İslami yaşam tarzını, tüm simgeleriyle birlikte hakim kılmaya başlamasını en son olarak da “malum” bikini tartışmasını vurgulamaya çalışmaları da benzer bir korkunun ürünü olarak görülebilir.

 

Mısır örneğine dönersek, bir benzerlik daha bulabiliyoruz: Radikal siyasi yaklaşımları bastırmak için ılımlı İslam'la işbirliği taktiği. Türkiye’de, 1980’da askeri rejimle birlikte gündeme gelen, İslami harekete yeni hareket alanı açan, din eğitimini resmileştiren bu taktiğin, aynı zamanda kimi seküler aydınlar arasında İslami entelijensiyayla diyalog çabaları, İslami hareketin meşruiyet kazanarak gelişmesini hızlandırmasında önemli rol oynadı.  Bu sürece ekonomik programın, kırsal yapılarda, kent alt sınıflarında hatta geleneksel orta sınıf üzerindeki sarsıcı etkileri eklenince süreç bizi 1994 belediye seçimlerine kadar getiriyor…. 

 

Sonuç olarak denebilir ki, Türkiye’de 27 yıldır devletle aile arasındaki alanı, “sivil toplumu” adım adım etkisi altına alan “bir pasif devrim” sürecinden söz edilebilir. Kimi yorumculara göre bu süreç, uluslararası ilişkilerle de birleşerek, hem AKP hükümetinin oluşmasına yardımcı olmuş, hem de AKP hükümeti döneminde yeni mali kaynak, kadro, kurumsal hukuki kazanımlar elde ederek daha da derinleşmiş, hızlanmıştır. AKP Cumhurbaşkanlığı makamını de elde etmeye  kalktığında, oluşan büyük tepkinin arkasında da, sanırım, bu gün bu sürecin çok kritik bir noktaya geldiğine ilişkin korkular yatıyor.

 

Thursday, November 03, 2022

Brezilya’da ne oluyor?

 

Brezilya’da İşçi Partisi’nin (PT) adayı Lula, iktidardaki faşist Bolsonaro karşısında başkanlık seçimlerini kazandı. Dünyanın her yerinde sol sevindi. Ancak gerçek çok daha karmaşık. 

“Lula seçimi kazandı ama yönetebilecek mi” sorusu ortada duruyor. Bolsonaro 44 saat sonra sessizliğini bozdu, iki dakikalık ama, anlam yüklü konuşmasında “yetki transferine yeşil ışık yaktı”; yetki transferini, başkanın değil de bir bakanın açıklaması Brezilya’nın bir siyasi kriz içine düşmek üzere olduğunu düşündürdü. 

(...)

Lula zafer konuşmasında her ne kadar birleştirici olmaya çalıştıysa da karşımızda birbirinin “dünyasında” yaşamak istemeyen, nefretle bölünmüş iki Brezilya var. Lula bu bölünmüşlüğü, ekonomi hızla bozulurken hem de mecliste yalnızca iskemlelerin yüzde 24’üne sahip bir koalisyonla, azledilme riski altında, yönetmeye çalışacak. Siyasi kriz riskinin bir bileşeni bu.

(...)

Lula kazandı ama şimdi işi çok zor!