Tuesday, June 26, 2012

Yeniden Tahrir Meydanı ama...

Mısır’da Anayasa Mahkemesi önce Mübarek döneminin son başbakanı Şefik’in, başkanlık seçimlerinde Müslüman Kardeşler’in (MK) adayı Morsi’nin karşında aday olmasının önünü açtı. Sonra genel seçimleri iptal ederek meclisin yetkilerini Askeri Konsey’e devretti. Geçen hafta başkanlık seçimlerinin sonuçları beklenirken Konsey yeni bir kararnameyle başkanlık kurumunun yetkilerini büyük ölçüde sınırladı.

Mısır’da Tahrir Meydanı da geçen hafta sonunda yeniden “rejim karşıtı” kalabalıklarla doldu. Ama bu kez önemli, hatta ibret verici bir fark var. Tahrir Meydanı ilk kez dolduğunda devrimci dalgaya katılmayarak meydandakileri son ana kadar yalnız bırakan, sonra da eski rejimle anlaşarak, onlara ihanet eden siyasal İslam (MK ve Selefi akım), şimdi eski rejime karşı onların desteğini istiyor.

Gerçekçi olmayan bir iyimserlik...
Bu ibret verici gelişme, beni pek gerçekçi olmayan bir iyimserlikle, “Mısır Devrimi’nde yeni bir dönem mi başlıyor” sorusunu sormaya itti.

Mısır Devrimi ilk başladığında 1848 devrimlerine benzetiyordum: Avrupa’da 1848 demokratik halk devrimlerinde, mülk sahibi sınıflar “eski rejimle” anlaşarak devrimin halkçı, hatta emekçi ruhuna, bu ruhun destekçilerine ihanet ettiler, devrimi öldürdüler. İki haftadır MK’nin başına gelenleri, Tahrir Meydanı ruhunu canlandırma çabalarını izlerken aklıma belki de gerçekçi olmayan bir iyimserlikle, 1789 Fransız Devrimi’nin uzun, dolambaçlı süreçleri geldi.

Fransız Devrimi 1789’da başladı. Uzun bir belirsizlik döneminden sonra, Ağustos 1792’de Tuileries Sarayı basıldı, XVI. Louis tutuklandı, monarşi yıkılarak, 1. Cumhuriyet ilan edildi. 1793’te de Ulusal Halk Meclisi, Kamu Güvenliği Komitesi’ni kurdu, belirsizliklerini ortadan kaldıracak olan Jacobin dönem başladı. Devrimin Robespierre’in liderliğindeki, halkçı (hatta proto-komünist) Jacobin fraksiyonu eski rejimi imha etti. Devrimin burjuva kanadı da Jacobinleri imha ederek süreci tamamladı.

Mısır’da karşımızdaki, feodal rejime karşı bir burjuva devrimi değil. Baskıcı, kapitalist, Mübarek rejimine karşı başlayan halk hareketinde başı proletaryanın en yeni kesimi (yeni “orta-sınıf proletarya”, işsiz, eğitimli gençlik) çekiyordu. Yıllardır Mübarek rejimiyle hem mücadele eden hem de onun düzeninden yararlanarak şekillenen bir başka mülk sahibi sınıfı hareketi, MK, dinci taleplerle değil demokratik özgürlükçü, hatta antikapitalist renkleri de barındırarak başlayan bu harekete katılmadı. MK, proletaryanın geleneksel kesimi, sendikalarıyla meydana inerek Mübarek’i istifaya zorladıktan sonra, devrime “katıldı”, örgütlü gücüne yaslanarak liderliği ele geçirdi, ama eski rejimle anlaşarak, Mısır kapitalizmini, mülk sahipleri adına denetim altına alarak, devrimi bitirmek için...

Gelinen aşamada MK’in tüm toplumsal desteğine, yaygın örgütlenmesine karşın sürece egemen olamadığı, giderek eski rejimle kesin bir hesaplaşmaya doğru sürüklendiği görülüyor. Üstelik, artık MK toplumun, güvenini de kaybetmeye başlamıştır. Dün MK’yi demokratik bir güç olarak görenlerin önemli bir kesimi, asıl amacının dinci totaliter bir rejim kurmak olduğunu düşünmeye başlamıştır.

Ne yazık ki “gerçeklik”, şimdilik bu iki kanadın kavgasını aşarak inisiyatifi alacak bir devrimci iradenin henüz ortada olmadığını gösteriyor. Acaba bu iki kanadın birbirini yeme süreci içinde bu irade oluşabilir, devrimi yeni bir yola sokabilir mi?

Sabotörler ve salaklar
Bugünlerde, Mısır’da siyasi dinamiğin denklemi, baskıcı, darbeci orduyla, demokratik Müslüman Kardeşler ikilemine dayanarak kuruluyor. Halbuki “ordu” denen şey, üç beş zorba generalden oluşmuyor. Başkanlık seçimlerinde Morsi ile Şefik’in başa baş gitmesi, ordunun toplumsal desteğinin boyutunu gösteriyor.

“Ordu” aslında, Mısır ekonomisinin, en az yüzde kırkına sahip bir yapılanma, devlet mülkiyeti üzerinde, üstelik uluslararası sermaye ile yakın ilişki içinde şekillenmiş, özellikle kadın hakları konusunda seküler damarı olan, güçlü bir kapitalisti sınıf fraksiyonu. Karşısında devlet dışında şekillenmiş, ama devlet kontratlarından, olanaklarından da yararlanarak büyümüş, daha da büyümek, uluslararası sermaye ile bütünleşmek isteyen bir başka kapitalist sınıf var. Müslüman Kardeşler’in liderliğine egemen olan da işte bu kesim.

Tahrir “olayı” bu iki kesimin dışında başladı. Bu iki mülk sahibi kesim, bölgede devrimci bir dalganın yayılmasından korkan “emperyalizmin” de teşvikiyle, tehdidi algılayarak “düzen ve istikrar” zemininde yakınlaşmaya başladı. Ancak devrimci dalga yorularak geri çekilirken bu iki kapitalist kanadın arasındaki kavga yeniden alevlendi.

Şimdi uluslararası sermayenin sesi The Economist’ten, sol içindeki kimi (“evet ama yetmez” tipi) grupçuklara kadar uzanan bir yelpaze, Mısır Devrimi’ni “Ya darbe ya MK” ikilemine hapsetmeye, “devrimci” olasılığı dışlamaya çalışıyor. Bu bilinçli sabotörlerle, “yararlı salaklar” MK’nin asker olmadığı için demokrasiyi temsil ettiği iddiasında birleşiyorlar.

Böylece Tahrir Meydanı “olayı”nda ortaya çıkan, Tunus’tan Wisconsin işçi eylemlerinden, işgal hareketine, New York’tan Atina’ya yükselmekte olan toplumsal muhalefetle birçok evrensel özelliği paylaşan bir devrimci olasılık arka plana itiliyor, halkın karşısına da bir tür “Kırk katır mı, kırk satır mı?” ikilemi konuyor.

MK’nin yalanları
MK, bir taraftan “Devrimin yeni aşaması daha az barışçıl, daha çok kanlı olabilir” diyerek, halkı Cezayir iç savaşı senaryosuyla korkutmaya çalışıyor. Diğer taraftan, çeşitli vaatlerde, devrimci güçleri hegemonya altına almaya çalışıyor. Devrimci güçlerinse, MK’nin bu güne kadar söylediği yalanları unutmaması gerekiyor.

MK, cuntayla uzlaşarak devrimi fiilen sabote etmeye, geçen yıl mart ayında, devrimin enerjisiyle oluşacak bir kurucu meclis yoluyla bir yeni anayasa hazırlamak yerine, rejimin anayasasında yapılacak, kendine uygun birkaç düzenlemeyle yetinmeyi kabul ederek başladı.

MK, cuntayla anlaşarak, genel seçimlerin, yeni devrimci güçlerin örgütlenmesine olanak vermeyecek kadar kısa bir sürede yapılmasını sağladı. MK ve Selefilerin partileri seçimlerden meclise egemen olarak çıktılar. MK meclis komisyonlarında muhalefetle birlikte davranmaya söz vermişti. Meclise girince Selefilerle anlaşarak komisyonlara egemen oldu.

MK, yeni hükümette, ordunun adamı Kemal Ganzuri’nin, başbakan olmasını destekledi. Ondan sonra meclisi yalnızca siyasal İslamı güçlendirecek yasaları çıkarmakta kullandı, “devrimin” ekonomik siyasal özgürlüklerin genişletilmesi talebiyle ilgilenmedi. Nihayet, başkanlık seçimlerinde aday çıkarmayacağına söz vermişken, iki aday gösterdi. Kısacası MK Mısır halkına verdiği sözlerin hiçbirini tutmadı, her aşamada devrimci dalgaya karşı cuntayla uzlaştı.

Devrimci güçlerin, yeni bir adım atmadan, İran’da Humeyni’nin iktidara gelmeden önceki yalanlarını da anımsamaları gerekiyor. Yoksa, onları da İranlı sosyalistlerin, demokratların ve kadınlarınkine benzer bir gelecek bekliyor

Thursday, June 21, 2012

Demokrasi mi dediniz? Amerika'da mı?

(18 Haziran 2012)
 
Eğer bize söylendiği gibi demokrasinin ilk kuralı halkın kendi temsilcilerini özgürce seçmesiyse, hızlanmaya başlayan ABD Başkanlık seçimleri yarışına bakarak kimin kimi seçtiği, kimin kimi temsil etti, ABD yönetiminin de demokrasiden ne anladığı konusunda iyi bir fikir edinebiliriz. 

Yarışın kuralları 
Aslında, ABD Başkanlık seçimlerinde, seçmenin oy isteyen politikacıları tanımak için birçok olanağa sahip olduğu söylenebilir.

Birincisi, başkanlık seçimlerinde partilerini temsil etmek isteyen adaylar, her eyalette partilerinin üyelerinin oylarını alarak, o eyaletin delegelerini kazanmak için yarışıyor. Bu aşamanın sonunda en fazla delegeyi kazanan, partinin adayı olmaya hak kazanıyor. İkinci aşamada başkan adayları, başkanlık seçimleri kampanyasında tüm ülke çapında yarışıyorlar. 

İkincisi gerek aday adayları, gerekse de son aşamada adaylar, kampanyalarını TV programlarından, gazete ilanlarından duvar panolarına, el ilanlarına ve doğrudan telefon konuşmalarına, internet, SMS mesajlarına kadar tüm medya alanını kapsayan, kapı kapı dolaşmayı da içeren bir iletişim ağı ortamında sürdürüyorlar. 

Böylece, seçmenin kendi çıkarına en uygun adayı seçmeden önce gerekli bilgilere ulaşmak için yeterince zamanı, şansı oluyor. Bu seçmenin oylarıyla yapılacak bir seçim de “ideal demokrasinin” koşullarına uyuyor. 

Ancak iki güçlü etken bu “ideal” koşulları olumsuz yönde etkiliyor. 

Birincisi, TV programlarından, gazete ilanlarından duvar panolarına, el ilanlarına, doğrudan telefon konuşmalarına, internet, SMS mesajlarına kadar tüm medya alanını kapsayan, kapı kapı dolaşmayı da içeren çok yaygın bir iletişim ağı ortamında etkin bir kampanya yürütebilmek için çok büyük finansal kaynaklara sahip olmak gerekiyor. Bu nedenle ABD seçimlerinde her zaman çok büyük paralar harcanıyor. Başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçi ve Demokrat partilerin dışındaki adayların, eğer her iki partinin toplam kampanyasıyla rekabet edecek kaynaklara sahip değillerse, seçilme şansı olmuyor, bu güne kadar da hiç olmadı. 

İkincisi TV programlarından, gazete ilanlarından duvar panolarına, el ilanlarına ve doğrudan telefon konuşmalarına, internet, SMS mesajlarına kadar tüm medya alanını kapsayan bir iletişim ağı üzerinde kampanya yürütmek, Marshal McLuhan’ın daha 1964 yılında, “Medium is the message” (Mesajı taşıyan aracın kendisi de mesajdır) saptamasıyla işaret ettiği gibi medya ortamının maddi koşullarına uymak anlamına geliyor. Bu beraberinde, bu medyayı kullanan insanın geliştirdiği algılama alışkanlıklarına, dikkatlerini toplama sürelerinin sınırlarına bağımlı olmayı getiriyor. 

Bu koşulları burada etraflıca tartışmak için yeterli yerimiz yok. Ama kısaca, reklam endüstrisinin mesajını tüketiciye ulaştırmak için geliştirdiği en son yöntemleri düşünmek, izleyicinin, mesajı alacak olanın da artık, giderek artan bir yoğunlukta, okumaya değil, hızı giderek artan bir odyovizüel (sesli-görüntülü) mesajlar, imajlar, “mem” ler (başka mesajlara eklenerek yayılan-parazit-simge ve fikir, slogan parçaları), ünlülerin görüntü, yaşam pratiklerine dayalı “özdeşleşme süreçleri” ortamında yaşadığını anımsamak gerekiyor. Kısacası, adayların siyasi kampanyaları piyasada meta satma pratiklerine, sermaye birikim rejimlerinin öznellik üretme süreçlerine giderek daha çok benziyor. Oy verme pratiğini demokratik kılan bilgilenme süreci de hızla yüzeyselleşiyor, bilgiler bir iki slogana, adayın kişiliğini “betimleyen” “mem”lere indirgenerek anlamsızlaşıyor. 

Bu iki etkeni birlikte değerlendirdiğimizde de, karşımıza şöyle bir sonuç çıkıyor: En büyük finansal kaynaklara ulaşabilen aday, seçimleri kazanma şansı en yüksek adaydır. İkincisi, bu kaynakları partilere ve adaylara sağlayabilecek en güçlü ve zengin kişiler, örgütler, kime destek olurlarsa karşılığında ne alacaklarını, medya ortamının dışında (kulüp, toplantı vb, alanlarda, tartışarak) etraflıca, düşünmek durumunda olduklarından, kararlarını, gerçekten bilgilenmiş olarak verebiliyorlar. Bu tür seçim koşulları da, bu ideal demokrasinin aslında en büyük finansal kaynakları harekete geçirebilen çok az sayıda insan için işleyen bir demokrasi olduğunu söylüyor. 

Platon’un ideal devlet tartışmalarında “demokrasiyi yoksulların”, “oligarşiyi zenginlerin” yönetimi olarak tanımladığını anımsarsak, karşımızdaki devlet biçiminin demokrasi olduğunu kabul etmek olanaksızlaşıyor. 

Parayı veren düdüğü çalıyorsa... 
Ama internet, elektronik para, yaygın, hızlı transfer olanakları ortamında yaşıyoruz. ABD seçim yönetmeliğinin bir kişinin, bir adayın kampanyasına yapacağı bağışı 2500 dolarla sınırladığını biliyoruz. Bu yüzden halk isterse kendi adayına yaygın mali yardım yaparak kampanya kasasını doldurabilir; “Obama birinci dönem kampanyasında bu olanaklardan yararlanmadı mı” diyerek benim çok kuşkucu biri olduğumu düşünebilirsiniz. 

Ancak, geçmişte bu kuralların getirdiği kısıtlamalar yasadışı yollardan, hatta kimi zaman valizle taşınan kayıt dışı fonlarla aşılıyordu. Şimdi finansal denetim çok yoğun ve derin. Bu da doğru. Ama şimdi de “Super Political Action Committees” denen bir araç var. 2010’a kadar partileri ve adayları desteklemek için 1947’de yasallaşmış PAC’ler vardı. Bunlara bir yılda yapılacak yardımlar sınırlıydı, bu kaynakların kullanımı federal denetim altındaydı. 2010 yılında, adaya veya partiye doğrudan bağış yapmayan PAC’lere konan sınırlamalar kaldırıldı, böylece Süper PAC’ler oluştu. 

Süper PAC’ler ABD’nin en büyük zenginlerine, istedikleri adayları, adayların kampanyalarına doğrudan katkı yapmadan, kendi yürüttükleri kampanyalar aracılığıyla sınırsız para harcama olanağı getirdi, seçim sürecini, etkileyen çevreyi iyice daralttı. 

Süper PAC’lerin 2012 seçimlerine damgasını vuracağı da daha şimdiden belli oldu. Geçen hafta, haber sitesi POLITICO, Wall Street mali sermaye çevrelerininn, kitle halinde Obama’yı terk ettiğini aktarıyordu. Obama’nın bu çevrelerden 19 eski destekçisi, halen kasasında 56 milyon dolar toplanan Restore Our Future (Mitt Romney’i destekleyen en büyük Süper PAC) kuruluşuna toplam 37.1 milyon dolar bağış yapmış. POLITICO, bu kuruluşa her biri 500 bin dolardan fazla yardım yapan 49 bağışçının da Obama kampından bu kampa geçtiğini saptamış. Dünyanın en zengin 19 kişisinden biri Las Vegas inşaat sektörü devi Adelson (aşırı sağcı, fanatik İsrail destekçisi) ve karısının Restore Our Future fonuna şimdilik 10 milyon dolar yardım yapmaları, bağışlarının 100 milyona çıkabileceğini, aslında bir sınırının olmadığını, söylemeleri de (New York Times, 13/06/2012) Süper PAC’lere, özellikle Romney’i desteklemek üzere yapılan bağışların ne düzeye ulaşabileceğini, demokrasinin sınırlarının nereye kadar daralmakta olduğunu gösteriyor

Wednesday, June 13, 2012

Savaş davulları ve Türkiye

(11 Haziran 2012 )
Geçen hafta Suriye sorununa ilişkin tartışmalarda, “askeri müdahale” çağrıları yoğunlaştı, parmaklar Türkiye’yi daha doğrudan, daha sık göstermeye başladı. 

Hava değişiyormuş 
The Economist’e göre Suriye’de bir tampon bölge oluşturma çağrıları Batılı hükümet çevrelerinde 25 Mayıs, “Hula katliamından” sonra, aniden güçlenmiş. Bu hükümetler, yakın zamana kadar bir tampon bölge oluşturmak için gerekli askeri müdahaleye karşıymışlar. Artık bu hava değişiyormuş. 

Askeri müdahale yerine, diplomasiye bir fırsat tanımaya çalışan “Annan planı” da geçen hafta sonuna doğru tükenmeye başlamış görünüyordu. Salı günü gazeteler Annan’ın diplomasi sürecine Rusya ve İran’ı da katmak istediğine ilişkin bir haberi dolaştırıyorlardı. Ignatius, Washington Post’ta Annan’ın bu önerisine ilişkin, “Devreye giremezse, geriye tek olasılık kalıyor, o da iç savaşın derinleşmeye devam etmesi” diyordu. 

The Guardian’daki yorumunda Kosova deneyimini anımsatan Lord Owen’e göre, Rusya katılırsa, tampon bölge savaşa gerek kalmadan kurulabilirdi. Ancak, perşembe günü Annan’ın Birleşmiş Milletler’e sunduğu rapor çok karamsardı, lafı “deniz bitti” demeye getiriyor, askeri müdahale çağrısı yapmasa bile “Batılı ülkeleri daha güçlü tavır olmaya” çağırıyordu. 

Aynı gün ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un “Annan planı sonuç vermiyor”, İngiltere Dışişleri Bakanı William Hague’in “Annan planı bu güne kadar başarılı olamadı” açıklamaları savaş yanlısı çevrelerde adeta “diplomasi bitti” olarak yorumlanıyordu (The Daily Telegraph 08/06). 

Evet belki, savaş olasılığı, tampon bölge gereği üzerine konuşmalar yoğunlaşıyor “askeri müdahale” çağrıları artıyor, ama The Economist’e göre Batılı ülkeler açısından askeri müdahale henüz gündemde değil. 

‘Haydi Türkiye, göster kendini...’ 
Çünkü, böyle bir müdahale ancak bir BM kararı kapsamında gerçekleştirilebilir. Rusya ve Çin’in onayı olmadan BM Milli Güvenlik Konseyi’nden bu yönde bir karar çıkması olanaksız. İkincisi, Batılı güçler, 23 milyon nüfuslu, modern silahlara sahip bir ülke olan Suriye’ye askeri müdahale konusunda çok istekli değil. 

“Askeri müdahale zor, uzun, çok kanlı olur” diyor The Economist ve ekliyor: “Böyle bir müdahale, Türkiye’nin ve Arap Birliği’nin açık desteği olmadan düşünülemez bile”. 

The Independent’tan Mary Dejevski, “Demokratik isyan görüntüsüyle başlayan bir şey daha şimdiden kendini etnik, dini bölünmelerde ifade ediyor”... “üstelik, Esad Batı’nın sandığından daha fazla toplumsal desteğe sahip” saptamalarını yaptıktan sonra “Esad’ın gitmesi kavgayı bitirmez. Amerika, İngiltere, Fransa böyle bir şeyin içine neden girmek istesinler ki?” diyor. Üstelik Suriye sorunu daha şimdiden Lübnan, İran, Ürdün, İsrail ve Türkiye’de “iktidarları tehlikeye sokacak olası bir yangına” işaret etmeye başladı. 

Kissinger’in Washington Post’ta yayımlanan uyarısı tam da bu noktaya işaret ediyordu. Kissinger, 2005 yılında BM’de kabul edilen R2P (“Responsability to Protect- Koruma Sorumluluğu”) doktrininin, tutarsızlıklarına, uluslararası düzene getirdiği risklere değiniyordu. Özetle, Kissinger, devletlerin içişlerine karışmanın, ulusal egemenliklere dayalı uluslararası sistemin temelini kuran “Westefalya Anlaşması”nı geçersiz kıldığını vurguluyor, “Her otoriter rejime karşı ayaklanmayı destekleyecek miyiz? Bu doktrin başka güçlere, uygun buldukları konularda, ‘koruma sorumluluğu’ yetkisini kullanma hakkı verecek mi” diye soruyor. Sonra da “Her rejim değişikliği, tanımı gereği ulus inşa etme zorunluluğunu beraberinde getirir. Bu başarılamadığı takdirde uluslararası düzen dağılır” diyor. 

Prof. Joseph Nye de geçen hafta yayımlanan bir yorumunda, “R2P”nin fiziki kapasitenin ötesinde mantıklı bir başarı olasılığını gerektirdiğine ve Suriye sorununda bu koşulların eksikliğine dikkat çekiyordu. (Project Syndicat 8/06). 

Kissinger, hem müdahalenin sorunları hem de rejim değişikliği–ulus inşası zorunluluğu ilişkisinde kesinlikle haklı. Financial Times’tan Gideon Rachman’ın bir yorumundan anladığım kadarıyla, Batılı güçlerin de “boğazına kadar borca batık, son derecede kırılgan uluslararası ekonomik ilişkiler ortamında”, Afganistan, Irak’tan sonra, Müslüman dünyasında yeni bir müdahaleye, hele ordusu, nüfusu ve İran’la bağları göz önüne alındığında, Suriye’de yeni bir savaşa daha hazine ve kan dökmeye ne mecali ne de isteği var. Ama bu müdahale olasılığını dışlamıyor. 

Rachman’a göre “bir müdahale olacaksa bölgesel güçler başı çekmeli”. “Bırakın” diyor “sınır boyunca korunaklı bölgeyi Türkler kursun. Bırakın gerekli ileri teknoloji silahlara harcanacak serveti Suudiler sağlasın. Eğer NATO bir rol üstlenecekse bu lojistik destek olsun”. 

‘Bizi tuzağa düşürdüler...’ 
AKP hükümetinin, bu havaya kapılmaması, çok dikkatli olması gerekiyor. Batı medyası askeri müdahaleyi kolaylaştırmak için ne gerekirse yapıyor, yalan ya da saptırılmış haberler üretmekten çekinmiyor. Irak savaşında çekilmiş fotoğrafları servis ettiler, “YouTube” filmlerini, başka kaynaklardan doğrulatmadan, zamanına, mekânına bakmadan haber bültenlerinde kullanıyorlar, “isyancılar” denen “şey”in propagandasını haber diye satıyorlar, böylece bizleri savaşa uygun bir ruh haline sokmaya çalışıyorlar. 25 Mayıs’ta 100’den fazla insanın ölümüyle sonuçlanan “Hula katliamı”ndan sonra da aynı şey oldu. Medya hiçbir araştırmaya dayanmadan, hemen Suriye devletini suçladı. 

Halbuki, Suriye hükümeti ne diyeceğini bilemezken Katolik örgütü, Vox Clamantis, resmen muhalefeti suçlamış. Suriye’de 100 binden fazla personeli, yaygın bir istihbarat ağı olan Rusya kısa sürede önemli bilgilere ulaşmaya başlamış, katliamdan sorumlu olan 13 kişinin adını Suriye gizli servisine vermiş. Olaydan beş gün sonra da Rossiya 24 haber kanalı, olayı ayrıntılarıyla sergileyen bir belgesel yayımlamış. Bu katliam, Batı’nın tavrı, Rusya’nın kuşkularını daha da derinleştirmiş (Thierry Meysan, Voltairenet.org, 05/06) 

İngiltere televizyonu Kanal 4’ün habercisi Alex Thomson’un ve ekibinin başına gelenler de isyancıların askeri müdahaleyi çabuklaştırmak için başvurdukları yöntemleri gözler önüne seriyordu. Bu gazetecileri, tehlikeli bölgeden sağ salim çıkarmak için gelen birileri, götürüp Suriye ordusunun ateş hattına bırakmış. Suriye hükümetinin katliamlarını haber yapmak için giden bu “yararlı gazeteciler”, Thomson’un deyimiyle tuzağa düşürülmüşler; az kalsın bizzat kendileri yeni bir katliam haberi olacaklarmış. 

Sakın, AKP hükümetinin Suriye politikası, bölgede güç oluyorum, sorun çözüyorum derken ülkeyi bu gazetecilerinkine benzer bir tuzağa sürüklemesin? Zaman çok hızlandı, Batı’nın “işbirliği yapılacak güçlü lider”, “yenilikçiler” diye pohpohladıkları bir de bakıyorlar, “rejim değişikliği” konusu olmuşlar, ülkeleri de kurtlar sofrasında servis ediliyor.

Monday, June 04, 2012

Bir Laboratuvar olarak Yunanistan-II



Tabii yüreğimiz ve gözümüz Yunanistan proletaryasının mücadelesinde bu mücadeleye önderlik etmeye çalışan siyasi partilerin karşılaştıkları büyük zorluklarda, risklerde ve güçlerde. Tabii ki Yunanistan proletaryasının başarılı olmasını, tarihi kapitalist süper sömürü modelinde dondurmaya çalışan neo-liberalizmin buzlarını kırarak yeni bir yol açmalarını diliyoruz, umuyoruz.
Yunanistan’da sınıf mücadelesinin keskinleşmesine paralel derinleşen krizi izlerken, uzun süredir tartışma olanağı bulamadığımız konuları yeniden hem de somut, tarihsel ve sürmekte olan bir konjonktüre göndermeyle, ya da onun gündeme getirdiği sorunları düşünerek tartışıyoruz. Bu tartışmaların hepimiz için çok yararlı olduğunu düşünüyorum. Sol.org sitesinin bize ulaştırdığı KKE Merkez Komitesi açıklaması da bu bağlamda çok yararlı bir katkı oluşturuyor.
Tabii ki bizler KKE’nin, SYRIZA’nın, ANTARSYA gibi grupların içinde bulundukları konjonktürü algılama biçimini tam olarak kavramayız. Onlar çok yönlü bir mücadelenin içindeler, biz bir anlamda  tribünlerden izliyoruz. Tüm Avrupalı sosyalistler ve Avrupa proletaryasının sınıf bilinçli kesimleri gibi... Onların tutumları bize en fazla çok değerli veriler sunuyor, kendi tartışmamızı sürdürebilmek için...
Bu tartışmayı sürdürmek için, KKE’nin metninin eleştirel bir okumasına başvurabiliriz. Bu hiç de yararsız bir çaba olmaz. Ama KEE’nin açıklamasındaki dilin şiddetinden, ortamın gerginliği  üzerine bir fikir edinmek olanaklı. Bu da anlaşılabilir. Ama yavaş ve sağlıklı bir tartışmaya yardımcı olmayan bir şiddet, gerginlik bu. Sanırım, Yunanistan’da da kimsenin, yavaş bir tartışmaya  zaten vakti yok. O daha sonra, toz duman yatıştıktan sonra gündeme gelecek. Ama bu gün bizim, burada, o kadar büyük bir acelemiz yok. Bu yüzden ben tartışmaya, Yunanistan deneyiminden öğrenme çabalarıma, başka bir yoldan devam etmeye çalışacağım.
Bu yazımda bir adım geri çekilip, KKE, SYRIZA vb., örgütlerin tercihlerinin üzerinden atlayıp, sınıf mücadelesinin, işçi sınıfının iktidara yürüme sürecinin, olasılıklarının, kimi teorik sorunların üzerinde düşünmeye çabalayacağım. Tabii ki “Yunanistan laboratuvarı” her zaman bu düşünce sürecinin arka planında duruyor olacak.

Devrimci durum / kriz

Lenin’in “devrimci durum” tanımından hareketle bugün Yunanistan’da bir “devrimci durum” olduğu sonucuna ulaşabiliriz: Yönetenler eskisi gibi yönetemiyorlar, yönetilenler eskisi gibi yönetilmek istemiyorlar, bunu da gerek kitlesel eylemlerle gerekse de sandık başında gösteriyorlar. Demek ki egemen sınıfın hegemonyası dağılıyor, halk sınıfları neleri istemediklerinin  ayırdına varıyor, bunları açıkça dile getiriyorlar.
“Devrimci durum” tarifi gereği istikrarsız, ama daha önce gündemde olmayan olasılıkların da gündeme gelmeye başladığı bir “duruma”, yeniyi doğurmaya aday bir “olay alanının varlığına”, her an yeniden şekillenen, değişken ve plastik (şekillendirilebilen) bir toplumsal sürece işaret eder.
Somut tarihsel biçimler açısından, “devrimci durumu” bir devrim olayına, karşı devrime, siyasi iktidar, devlet, rejim biçimlerinde değişikliklere ilişkin olasılıkların gündemde olduğu anlamına geliyor.
Ancak bu istikrarsız /kararsız durum uzun süre devam edemez. Sınıflar arası iktidar ilişkileri uzun süre kararsız bir fazda kalamaz. Kırılan hegemonya süreci, şu veya bu biçimde, ya burjuvazi (günümüzde uluslararası mali sermayenin uzantısı olarak) ya da proletarya (işçi sınıfı ve önderlik ettiği sınıf ve tabakalar) tarafından yeniden kurulmak durumundadır.
Bu bağlamda “devrimci duruma”, “bu düzensizliğe kim nasıl bir düzen getirecek?” sorusuyla yaklaşmak gerekir.  Bu soruya cevap  verebilmek için, genelde “yöneten-yönetilen” kavramlarının ötesine geçip, kapitalist toplumun iki temel sınıfını betimleyen, burjuvazi ve işçi kavramlarıyla düşünmek gerekiyor.

İki sınıf, iki hegemonya

O zaman karşımızda iki soru var: Birincisi “bu devrimci duruma” düzen getirmek hegemonyasını  yeniden kurmak için burjuvazi ne yapmalıdır?  İkincisi, bu devrimci durumu, çözülmeye başlayan düzeni bir başkasıyla değiştirerek yeni bir düzen getirmek için proletarya ne yapmalıdır?
Yeniden “devrimci durum”a dönerek bu kez bu iki sınıf açısından bakarsak:
Burjuvazi:
Uluslararası mali sermayenin uzantısı olan burjuva egemen sınıfı, yönetme kapasitesini kaybetti.
Toplumda diğer mülk sahibi sınıflara liderlik yapamıyor.
Egemen ideolojinin en temel savları geniş halk sınıfları tarafından, sorgulanıyor, reddediliyor.
Yeni bir program üretemiyor.
Güçlerini, siyasi partilerini,  çeşitli kesimlerini, entelektüellerinin söylemini,  kendi programını dayatmak bağlamında birleştiremiyor.
Proletarya:
Pratik ve ideolojik anlamda burjuva hegemonyasının dışına çıkıyor
Sınıf şekillenmesinin nesnel yapısı, krizin getirdiği  işsizlik, yoksullaşma, mekan değişikliklerinin etkisiyle çözülüyor.
Sokaktaki ve sandık başındaki tutumu, ortak bir sınıf bilinci oluşturma eğiliminin güçlendiğini düşündürüyor. Ancak,  işçi sınıfı güçlerini (sınıfın farklı kesimlerini, parti, grup, sendika gibi örgütlerini) ortak bir program altına birleştiremiyor. Neye karşı çıktığını biliyor, ötesini bilmiyor. Henüz reformist özelliklerinden kurtulduğu söylenemez. Ancak “devrimci durum” tespiti, devrimci söylemlerin, taleplerin, taktiklerin ne kadar aşırı olursa olsun anlam kazanma şansının, var olmaya devam edeceğini söylüyor.
Bu durumdan, yeniden bir düzen kurarak çıkmak için burjuvazi ve proletarya ne yapıyor ve daha fazla neler yapabilir?
Toplumda iki ana sınıfın, bu sınıfların organik entelektüellerinin, örgütlerinin dışında, başka sınıflar da var. Bu sınıfların kendi örgütleri, organik entelektüelleri var. Dahası ne burjuva sınıfı ne de proletarya homojen bir yapı sergilemiyorlar. Her iki sınıfın birden fazla siyasi partisi, temsil ilişkisi kurmaya çabalayan grupları olabiliyor
Burjuvazi:
Üç taktiği birden izliyor.
a)     Uluslararası mali sermayenin tehditlerini,  kendi sınıfının iç ilişkilerini de kullanarak kendi güçlerini birleştirmeye, partilerini entelektüellerini birlikte davrandıracak bir “formül”  bulmaya çabalıyor
b)     İkincisi, toplumda, sınıflar yelpazesinde, talepleri ve çıkarları açısından proletarya ile kendisi arasında, ortada duran kesimleri, bu kesimlerin temsilcilerini kendi yanına çekmeye çalışıyor. Bu Gramsci’nin “trasformizmo” olarak nitelediği bir sürece tekabül ediyor. Burjuva sınıfı ortadaki kesimin, kendine en yakın kısmını hemen yanına almak için uygun tavizleri,  tehditleri, sözcülerini satın almanın yöntemlerini hızla devreye sokuyor. Ortadaki kesimin “ortasındakini”, kendine en yakın kesim haline getirmeye çalışırken, karşı tarafa yakın kesimleri tarafsızlaştırmaya, ya da karasızlığa itmeye çalışıyor. Kaos, yıkım, tehdidi, “bunlar sekter, dayatmacı, ne yaptıklarını bilmiyorlar, güvenilmez” propagandası, “bunlar gelir de beceremezlerse o zaman faşizm gelir” şantajı. Bunlar ve moleküler düzeyde, bireyleri, kurumları teker teker kazanarak dönüştürmek, bu orta kesimleri kazanma manevralarında en etkili araçları oluşturuyor.
c)     Burjuvazi bir toplumsal uzlaşma kuracak, sağduyu temelli, “kaçınılmazlık” iddiası, krizden çıkma vaadi taşıyan bir söylem üretmeye, umut vermeye çalışıyor. Sınıf çelişkilerini bir üçüncü “gösterge” örneğin, “ulusal çıkar” altında kapsamaya ve yönetmeye çalışıyor.
Proletarya:
Aslında proletaryanın yapması gerekenler de burjuvazininkinden farklı değil. Hatta proletaryanın yeni bir hegemonya “momenti” oluşturmak açısından, hareketinin momentumunu koruyabilirse, daha avantajlı konumda olduğu dahi söylenebilir.
Ancak, işçi sınıfının, burjuva sınıfının taktiklerine benzer taktikleri uygulayarak güçlerini birleştirmekte, örgütlerini birlikte davrandırmakta, ara sınıfları grupları ve entelektüelleri etkilemekte, çok özel durumlar dışında, burjuvazi kadar başarılı olamadığı da görülüyor.
Proletaryanın sınıf bilinçli öğelerinin örgütlerinin, sürekli kendilerini burjuva ideolojisinin, propagandasının etkilerinden koruma, bağımsız siyasi çizgi üretme refleksi, çoğu zaman, yanına çekmesi gereken orta kesimleri (trasformizmo) yabancılaştırıcı etki yaratarak burjuvazinin işini kolaylaştırıyor.
Bir önceki (1917-1989) döneminin deneyimlerinin yarattığı  farklı geleneklerin, parçalanmışlığın mirasının ağırlığı da bu başarısızlıklara katkı yapıyor; çoğu zaman burjuvazi açısından kurcalamaya, saptırmaya uygun verimli bir alan oluşturuyor.
Bu sorunu üç aşamalı (mantıksal süreçler açısından, zaman da değil) bir yaklaşımla ele almak olanaklıdır diye düşünüyorum:
Birincisi, işçi sınıfının devrimci geleneğinin gerçek temsilcisi olduğuna inanan siyasi partilerin, bu iddialarını terk etmeden [[1]], işçi sınıfının başka örgütlerinin, geleneklerinin de olacağını kabul etmeleri gerekiyor. İkincisi kendini işçi sınıfının devrimci geleneğinin gerçek temsilcisi olarak gören bir grubun, işçi sınıfının diğer örgütlerinden, partilerinden, birleşmenin teorik tarihsel zemini oluşana kadar (bu zemin çok uzun bir süre, hatta bu ve bundan sonraki dönemlerde de oluşmayabilir), örgütsel olarak ayrı durması, örgütsel bağımsızlığını koruması gerekiyor. Üçüncüsü, kendini işçi sınıfının devrimci geleneğinin gerçek temsilcisi olarak gören bir grubun, somut talepler etrafında, ideolojik farkları, geçmişteki husumetleri arka plana atarak, işçi sınıfının diğer parti ve örgütleriyle, birlikte davranmaya, böylece sınıfın güçlerini birleştirmesini sağlamaya çalışması gerekiyor.
İşçi sınıfının birliğinin sağlanması konusuna gelince de işçi sınıfının, sınıf bilinçli öğelerinin, siyasi örgütlerinin tutumunu “kitle çizgisi” ilkesine, Komünist Manifesto’da, komünistlerle sınıf arasındaki ilişkiler bağlamında gündeme getirilen ilkelere  göre kurmaya çalışması gerekiyor.
Sınıf bilinçli kesimin politikası sınıfın andaki “ortak” genel hareketini tanımlayan özelliklere, bilincine, onun önemli bir kesimini peşinden sürükleyebilecek kadar yakın olmalıdır, ama proletarya içindeki  bilinç katmanlarının en düşük, burjuva ideolojisine an açık, ortak paydasına da, peşine takılmayacak kadar uzak olmalıdır.
İkincisi, sınıfın andaki yöneliminin tarihsel durumunun saptanması, diğer bir deyişle tarihin nesnesinin devinme hızı, şiddeti ve yönü tanımlanarak, bu kitle çizgi onu güçlendirecek ve hızlandıracak biçimde saptanmalıdır.
Bu, tercihler, başka gruplarla, ortadaki unsurlarla iş birliği, ittifak yapmaktan, hükümet kurmaktan, hatta onların programlarının kimi unsurlarını benimsemekten, hükümeti bozmaktan, reformcu platformdan aniden devrimci platforma atlayarak isyan çağrısı yapmaya, gerekirse, bir “cepheyi” herkesten önce terk ederek geri çekilmeyi örgütlemeye kadar geniş bir seçenekler yelpazeni içermelidir. Burada taktik adımlar önceden karar bağlanamaz, konjonktürün seyrine, somut durumun somut tahliline, yalnızca buna göre saptanır.
Tüm bunları başarabilmek için, hatta bir şans elde edebilmek için, ülkenin ve sınıfın (sınıfların) içinde olduğu duruma, işçi sınıfının çıkarlarının (hareketi hızlandıracak, iktidara taşıyacak, ya da çekilmeyi düzenleyecek) bakış açısıyla bakarak düşünerek, sınıfın çıkarlarını merkeze koyarak yaklaşmak gerekecektir. Kısacası, amaç, sınıfı birleştirmek, muhalefet hareketinin hızını arttırmak, bunu yapmaya çabalarken de “orta kesimleri” yanına çekerek bir hegemonya olasılığı aramak olmalıdır.
Sınıfın siyasi iktidara ulaşma şansı, sınıf örgütlerini koruma olanakları ancak bu hareket içinde sağlanabilecektir.  Hareket devam ettiği sürece, , ayakta kalmak, kitleler tarafından korunmak yeni olasılıklar aramak olanaklıdır. Eğer hareket içinde işçi sınıfının muhalefeti hareket, kapitalist sınıfın (Bob Jessop’un bir kavramını ödünç alırsak) olağan zamanlarda kurduğu “ekolojik hakimiyeti” zayıflatır. Bu ekolojik hakimiyet, Kapitalist sınıfın, işçi sınıfının eylemlerini sınırlama, iradesini denetleme kendi iradesini işçi sınıfına dayatma kapasitesinin, işçi sınıfını, kapitalist sınıfın eylemlerini sınırlama, iradesini denetleme kendi iradesini  kapitalist sınıfa dayatma kapasitesinden daha yüksek olduğu anlamına gelir. “Hareket” momentumunu koruya bildiği sürece, işçi sınıfının, kapitalist sınıfın ekolojik hakimiyetini kırma, hatta kendi ekolojik hakimiyetini kurma olasılığı var olmaya devam eder. Burjuvazinin ekolojik hakimiyeti yeniden güçlenmeye başlamışsa, hegemonyasını restore etme çabaları da başarılı olmaya başlamış demektir.
Devrimci durumdan bir devrim çıkmayacaksa, en azından hareketin geri çekilmesini düzenlemenin, mevzilerinin yeni başlangıçlara izin verecek bir düzeyde kalmasına olanak verecek uzlaşma noktalarının bulunması ve/veya kurulması gerekir. Bunu sağlayabilmenin yolu, işçi sınıfının, ona yakın ara tabakaların ve entelektüellerinin oluşturduğu bloku mümkün olduğu kadar dağıtmadan korumaktan geçecektir. Geri çekilme sırasında karşılıklı suçlamalarla, bu süreci “örgüte yazma” çabaları her zaman ters tepecek, dahası geri çekilişin disiplinini bozacaktır.
Tarih, bir “devrimci durum”un “kaosu”,  burjuvazinin kendi hegemonyasını restore etmesiyle aşıldığı zaman, işçi sınıfının, devrimci hatta reformist kadrolarının, örgütlerinin maddi ve manevi kayıplarının çok büyük olduğunu  göstermektedir.


[1] Devrimci geleneğin gerçek temsilcisi kim sorusunun cevabını bu gün teorik olarak arayabiliriz. Ama bu sorunun cevabı, siyasi ve  tarihsel anlamda, ancak geriye doğru, devrim “olay”ına bağlı olarak ancak ondan sonra, geçmişe bakarken bulunabilecektir. Bugün bu iddiaya sahip olanların bu iddialarını kıskançlıkla korumaktan başka seçenekleri yoktur.

Önceki haftadan devamla

(04/06/2012)
Geçen hafta dünya ekonomisindeki gelişmelere ilişkin veriler, bunlarla ilgili tartışmalar önceki haftayı değerlendirirken dikkat çektiğimiz verilerin, tartışmaların yoğunlaşarak devam ettiğini gösteriyordu. 

Ancak ilginç yenilikler de var. Kapitalizmin yapısal krizi “büyük buhrana” (“o kriz”) dönüşerek yoluna devam ederken, krizin küreselleşme, finansallaşma döneminde, üretilmiş, zamanla “edinilmiş düşünceler sözlüğüne” girmiş (Flaubert) varsayımları da birbiri ardına yıkıyor. 

Önce bir ufuk turu 
Önde gelen ekonomilerde veriler, senkronize bir gerileme sürecine işaret etmeye devam ediyor. Borsalarda mart ayından bu yana yerleşen gerileme eğilimi, geçen hafta boyunca derinleşerek, Asya piyasalarını da içine alarak devam etti. 

Önceki hafta veriler, AB ekonomisinde genel bir resesyonun gelişmeye devam ettiğini gösteriyordu. Çin, Brezilya, Hindistan ekonomileri de yavaşlarken, AB bölgesinde daralan talep, Güney Kore, Filipinler, Malezya, Hong-Kong, Endonezya, Tayland ekonomilerinin büyüme oranlarını aşağı çekmeye başlamıştı. Geçen hafta Asya borsalarına genel bir bakış mart sonundan bu yana belirgin ve sürekli bir gerileme yaşandığını ortaya koyuyordu (Wall Street Journal, 31/05). 

Bu koşullarda gözler ABD ekonomisinin lokomotif olma kapasitesine dönüyor. Ne ki geçen haftanın sonunda gelen veriler bu umutları söndürdü. ABD birinci üç aylık dönem büyüme hızı yüzde 2.2’den yüzde 1.9’a geri çekilmiş, işsizlik mayıs ayında yüzde 8.1’den yüzde 8.2’ye yükselmişti. Belli ki, “ABD ekonomisi momentum kaybediyordu” (Financial Times, 31/05). 

Önde gelen ekonomiler arasında başlayan bir senkronizasyon (eşzamanlı hareket) ülke ekonomilerindeki sermaye birikim rejimlerinin, sorunlarının birbiriyle çok benzeştiğini gösteriyor. Bu, bulunduğu coğrafyalarda sıkışan sermayenin kaçacak alanlardan hızla yoksun kalmaya başlaması demek. Bu durum finansal piyasalarda riskleri daha da arttırıyor: Sermaye dünya ekonomisinin henüz tam anlamda içine çekemediği, kıyılarında, büyüme ve kâr olasılıkları vaat eden, ancak giderek daha riskli, gelen sermayenin ağırlığını kaldırma kapasitesi çok sınırlı alanlarına yönelmek zorunda kalıyor. Böylece kırılganlık, “yıkılma” riski giderek artıyor. 

Şimdi de İspanya mı? 
Geçen hafta, “İspanya, Yunanistan’ın izinden mi gidecek” sorusu yeniden canlandı. Halbuki İspanya, borçlarının milli gelire oranı yüzde 150 düzeyinde olan Yunanistan’dan çok daha iyi bir durumda. Bu borç oranı yüzde 50 düzeyinde olan İspanya’da sorun, hâlâ söndürülemeyen inşaat piyasaları balonu, 850 milyar dolarlık “morgıç” yükü üzerinde ayakta durmaya çalışan “zombi bankalar”dan kaynaklanıyor. World Affaires Journal’daki bir araştırma, İspanya’da halen yeni yapılmış, satılamayan, 818 bin konut olduğunu aktarıyordu (Mayıs/Haziran 2012). Kimi hesaplara göre, bu fazla kapasite, İspanyol banka sisteminin gücünü çok aşan 470 milyar dolarlık bir bataklık oluşturuyor (Washington Post, 30/05). 

Geçen hafta, İspanya hükümeti ülkenin dördüncü büyük bankası Bankia’nın kurtarılma maliyetinin 4.4 milyar Avro değil de 23 milyar Avro olduğunu açıklayınca piyasalarda “şafak attı”. İspanya hükümetinin kasasında böyle bir para yoktu, kaçınılmaz olarak piyasalardan borçlanması gerekiyordu. Bu gereksinim, İspanya hazine bonolarının getiri oranlarını, sürdürülemezlik noktası olarak kabul edilen yüzde 7 düzeyine çok yaklaştırdı (New York Times, 30/05). İspanya, AB Merkez Bankası’nın kapısına beklenenden çok daha önce dayanacağa benziyordu. 

“İspanya Yunanistan’ın izinden mi gidiyor” tartışmaları da bu zeminde patlak verdi ve Portekiz’inkinden daha büyük bir ekonomiye sahip Katalan bölgesi valisinin, “Bizim hazine boşaldı, acilen yardım gerekiyor” açıklamasıyla yoğunlaştı. Perşembe günü IMF’nin İspanya için 300 milyar Avro’luk bir kurtarma paketi oluşturmaya çalıştığına ilişkin bir Wall Street Journal haberini yalanlaması, kaygıları daha da arttırdı. 

Yıkılmaya başlayan varsayımlar... 
Bu ufuk turundan sonra, kimi varsayımları yıkan ilginç gelişmelere gelmek istiyorum. Bunların en son örneğine, geçen hafta, AB krizi içinde İspanya ile ilişkili tartışmalar sürerken rastladım. 

Bölgeselleşmenin, otonom bölgeler kurmanın, hem merkezin sırtındaki yükleri azaltarak hem de demokrasiyi güçlendirerek, ülkelerin ekonomik siyasi yönetimlerini kolaylaştırdığına, bunun zaten küreselleşmenin sonucu olduğuna ilişkin savları yıllardır dinliyorduk. Ancak ekonomik krizde, İspanya örneğinde olduğu gibi, bölgeler kendi kendilerine ayakta kalma kapasitelerini hızla yitiriyorlar, yitirince de gelip, merkezi devletin kapısına dayanmaya başlıyorlar. Bu madalyonun öbür yüzündeyse, merkezin bölgeler üzerindeki mali denetimini arttırma çabaları var. İspanya’da devlet, bu krizden yararlanarak, örneğin Katalan bölgesi gibi bölgelere verdiği kredilere, bölgenin finansal otonomisini ortadan kaldırmayı amaçlayan, Franko dönemini anımsatan kurallar koymaya başlamış. 

Bu, merkezileşme, İspanya’ya has bir refleks de değil. Avrupa’nın merkez ülkeleri, özellikle Almanya, uluslararası finans kapital, üye ülkelerin mali politikalarını tek merkezden denetlemenin yollarını arıyor. AB Merkez Bankası’nın önceki başkanı Trichet, son G8 toplantısında sunduğu ve Reuters’in aktardığına göre büyük ilgi gören planında, mali krizde, Avro’nun tümünü tehdit eden bir ülkenin siyasi liderleri gerekli kararlı uygulayamıyorlarsa, federal yaptırımları harekete geçirerek, söz konusu ülkenin maliyesinin yönetimine el koymayı önermiş (Reuters 18/05). 

Bir üye ülkeye doğrudan siyasi müdahale, protektoraya dönüştürme olasılığı içeren bu önerinin, bir okuyucumun uyarısıyla baktığım, “Demokrasi ne kadar geçerli” başlıklı bir çalışmadan (www.german-foreign-policy.com) Yunanistan bağlamında, Almanya’da seçkinler arasında, medyada gündeme gelen kimi karanlık senaryolarla da uyum halinde olduğunu gördüm. 

Alman seçkinleri, 17 Haziran seçimlerinden sonra Avro’dan çıkma olasılığının getireceği mali bulaşıcılık riskini almak istemiyorlarmış. Hamburg Uluslararası Ekonomi Enstitüsü Başkanı Thomas Straubaher, seçim sonuçları ne olursa olsun Yunanistan’ın yönetilemeyen bir “başarısız devlet” olduğunu, geçerli devlet kurumlarının oluşmasına kadar protektoraya dönüştürülmesi gerektiğini savunuyormuş. Daniel Cohn-Bendit, yoğun dış müdahalenin kaçınılmazlığını vurguluyor, aksi takdirde kaos, hatta askeri darbenin gündeme gelmesinden korkuyor. Kimi yorumcular, örneğin Wofgan Münchau, Weimar Almanya’sını anımsıyor, askeri diktatörlük riskinden söz ediyor. Frankfurter Allgemeine Zeitung, Yunanistan’ın “başarısız devlet” olması durumunda sınırlarını yabancı sığınmacılara karşı koruyamayacağını ileri sürerek askeri önlem olasılığını tartışıyor. 

Dün, AB çapında devletler üstü, Kant’çı bir “evrensel barış” dünyası rüyaları görenleri, sanırım bugünlerde Avrupa çapında Hobbes’çu bir dünya, bir “Leviathan devlet” kâbusu bekliyor

Yine yavaşlama işaretleri. Ama bir farkla…


(27 Mayıs 2012)
Dünya ekonomisinden yine “yavaşlama işaretleri” gelmeye başladı. Ancak bu kez veriler ekonomik kriz içinde olağan, sıradan bir “genel olarak yavaşlama” olgusundan öte bir duruma işaret ediyor. Dünyanın önde gelen ekonomileri “senkronize” (eşzamanlı) olarak yavaşlıyorlar. Bu  tehlikeli bir konjonktürün varlığına işaret ediyor.

“Senkronize” bir yavaşlama

IMF, bu yıl dünya ekonomisinin toplam büyüme hızının, 2011’yılında gerçekleşen yüzde 3.9’un altında kalacağını düşünüyor. Ancak bu sıradan, bazı ekonomiler büyürken bazılarının yavaşladığı bir ortalama yavaşlama hızı değil. Dünya ekonomisinin performansını belirleyen, ABD, Çin, AB (Almanya dahil), Çin, Hindistan, Brezilya, Güney Afrika, Avusturalya gibi ülkelerin ekonomilerinin hepsi yavaşlıyorlar (BBC, Wall Street Journal, 24/05/12). Bu yavaşlamanın, özellikle üretim, yatırımlar alanında odaklandığı, AB bölgesi Satın Alma Müdürleri İndeksindeki son değişimlerin gösterdiği gibi, talep ve kar beklentilerindeki kötümserlikten kaynaklandığı görülüyor. BBC ve WSJ verileri aktarırken, gelen verilerin 3 yıl öncesi düzeye, krizin 2009 yılındaki en sert noktasına geri dönmekte olmasından söz ediyorlar. Bu ortamda MSCI’nin (global borsa indeksi) Mart ortasından bu yana yüzde 9 düştüğü görülüyor. Küresel tüketim talebinin düzeyini gösteren bir diğer ölçüt olarak petrol fiyatlarının da bu ayın başından bu yana yüzde 15 gerilediğine dikkat çekiliyor. The Economist Avrupa’da kredi piyasalarındaki daralmanın daha da kötüleştiğini aktarıyor.
Foreign Policy dergisinde Arthur Kroeber, Çin’de Nisan ayında  yıllık yüzde 12 olarak gerçekleşmesi beklenen sanayi üretimi büyüme hızının yüzde 9.3’de kaldığına, 2012’nin ilk üç ayında yıllık reel büyüme oranının yüzde 7’ye gerilediğine, perakende satışlardaki, banka kredilerindeki ani gerilemelerin Çin yönetimini de şaşırttığına, kaygılandırdığına dikkat çekiyor. (Foreign Policy 22/05/2012)
Wall Street Journal,  bu “senkronize” yavaşlamanın, dünya ekonomisinde “kendi kendini besleyen,  kırılması zor bir kısır döngü yaratmaya başlamasından korkuyor”. Wall Street Journal korkularında haklı. Kapitalizmin krizlerinin tarihi üzerine doktora tezimi yazarken, bu “senkronizasyon” (eşzamanlık) benim de dikkatimi çekmişti; Büyük Depresyon olarak anılan döneme girerken, gelişmiş kapitalist ekonomilerin büyüme hızları arasında 1923-4’den itibaren başlayan senkronizasyonun, ‘27-‘29 arasında en yüksek düzeye ulaştığını, 29-30 arasında kısmen azaldıktan sonra 33-37 arasında yeniden yüksek düzeylere çıktığını gözlemlemiştim. Ondan sonra zaten II. Dünya Savaşı’na açılan döneme girilmişti. Bu gözlemlerin, daha önce aktardığım “23 yıllık depresyon” senaryosunu (Market Watch, 14/12/2011) da desteklediğini ne yazık ki vurgulamam gerekiyor.
Diğer taraftan, senkronize bir gerileme lokomotifini kaybetmiş bir dünya ekonomisi anlamına geliyor. Bu koşullarda, ülkeler arasında rekabet, anlaşmazlıklar iki yoldan giderek artıyor: Ülke ekonomileri sorunlarını uluslararası alana yansıtmaya, kaynaklara, pazarlara ulaşmaya çalışırken, kendi pazarlarını koruma eğilimi güçleniyor. İkincisi, bu ülkelerin hükümetleri, başarısızlıklarını, yükselen toplumsal muhalefeti, dış politika sorunlarından yararlanarak, milliyetçilik, yabancı düşmanlığı vb., duyguları körükleyerek etkisizleştirmeye çalışıyorlar.

Uluslararası ilişkiler

Geçen hafta kimi tartışmalar, yaşanan olaylar, bu beklentileri destekleyen, kaygı verici gelişmelere ışık tutuyordu.
Örneğin, Avrupa Birliği’nde çok kritik bir dönemde, yapılan G8 zirvesinden, basiretsizlikten, belirsizlikte öte bir sonuç çıkmadı. Öğle ki, Financial Times’ın uluslararası ilişkiler yorumcusu Philip Stephens’e göre, “Kısa süre öncesine kadar Batı’lı güçlerin bu tip toplantıları dünyanın ilgisini çekerdi. Bu günlerde bu toplantılar, Batı’nın ne kadar hızla, ne derecede düşmüş olduğuna dikkat çekiyor”.
Stephens, “unutmayalım ki” diyor “bu yüzyıl başlarken, US ebedi bir hegemon rolündeydi. AB,  post-modern, ulus devlet sonrası çok yanlı ilişkilerin modeliydi. NATO Balkanlarda Miloseviç’e haddini bildirdikten sonra, kendini yeni küresel düzenin askeri bekçisi olarak yeniden icat etmişti”. “On yıl sonra, G8 karar alamıyor, devletlerin mali krizi AB’yi dizlerinin üzerine çökertti... Dünyanın en büyük askeri gücü NATO, Afganistan’dan çıkma telaşı içinde”.
Halbuki Stephens’e göre, “AB ve Avrupa’nın, küresel ortak alanlarını koruyabilmek için hala birbirlerine gereksinimi var. Ama liderlik, amaç ortaklığı, AB’de de bu ittifakı sürdürmek için üzerine düşen harcamaları yapacak  niyet ve kaynak yok.”

...yeni gelişmeler...

Stephens haklı, ABD ve AB’nin “küresel ortak alanlarını koruyabilmek için” birbirlerine gereksinimi var. Çünkü bu mali kriz ve “senkronize gerileme” içinde, sahada yeni oyuncular var.
Geride kalan 30 yılda ortalama yüzde 10 dolayında bir büyüme hızıyla dünyanın ikinci büyük ekonomisi durumuna yükselen Çin, şimdi bu hızlı büyümenin kaçınılmaz olarak getirdiği, kapasite fazlası, inşaat piyasaları balonu, gittikçe artan kaynak gereksinimi, hızlı kentleşme,  yeni ve ücretlerini arttırmaya başlayan işçi sınıfı, dış piyasalarda özellikle AB’den gelen talepte daralma gibi sosyoekonomik sorularla yüzleşmeye başlıyor.
Bu koşullarda Çin’in, bu köşede de aktarılmış olduğu gibi, Afrika, Latin Amerika, Orta Asya, Ortadoğu gibi kaynak alanlarına sermaye akıtarak, nüfus transferi yaparak girmeye başladığını görüyoruz. Geçen hafta üç haber bu bağlamda anlamlıydı. Birinci haberde Fabiana Frayssinet, Çin ile Brezilya arasında özellikle enerji alanında hızla artmakta olan işbirliğine, Çin enerji şirketlerinin Brezilya’daki etkinliklerine dikkat çekiyordu (IPS News 23/05). İkincisinde, National Interest , NATO Afganistan’dan çıkarken Çin’in, bu ülkedeki, dünyanın ikinci büyük bakır rezervlerini işlemek, Afganistan, Tacikistan, Kırgızistan, Batı Çin bölgeleri arasında demir yolları ağları kurmak üzere uzun süreli yerleşmeye başladığını aktarıyordu. Üçüncüsü, Financial Times’ın Asya uzmanı Kahrine Hille Pekin’den, son dönemde, Çin’in, tüm başarılarına karşın dünyanın geri kalanında gereken saygıyı görmediğine ilişkin bir kızgınlığın, yabancı düşmanlığının hızla artmakta olduğunu aktarıyordu.
Japonya’da önceki hükümetin, savunma bakanı Yuriki Koike, Project Syndicat sitesine konan yorumunda, Çin’in, “çekirdek ulusal çıkar” olarak tanımladığı konuları, alanları son dönemde, Güney Çin Denizindeki tüm komşularını tedirgin edecek biçimde genişletmeye başladığından yakınıyordu.
Bu resmi tamamlayacak bir gözleme de “AntiWar.com” sitesindeki Conn Hallinan imzalı, “Asya’nın çılgın silahlanma yarışı” başlıklı yorumunda rastladım. Bu yorumda aktarılan veriler, Çin’in bu milliyetçi, komşularında kaygı yaran refleksleri, hızla artmakta olan askeri harcamaları karşısında, bölge ülkelerinin hızla silahlanmaya başladıklarını gösteriyordu...