Wednesday, April 11, 2012

ABD’nin yeni aşkı

Geçen hafta “herkes” Müslüman Kardeşler’in (MK) “beklenmedik” bir biçimde devlet başkanlığı seçimlerine katılmaya karar vererek kendi adaylarını açıklamalarının “şaşkınlığını” yaşıyordu. Aynı günlerde, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’dan Müslüman Kardeşler’in “kardeş” örgütleri olarak bilinen partilerden temsilciler Washington’da ABD’li yetkililerle görüşüyorlardı. Perşembe günü ABD’nin en etkili dış politika düşünce kuruluşu (think-tank) Council on Foreign Relations Müslüman Kardeşler heyetini ağırlıyordu. 

‘Pasif Devrim’ denen şey... 
Ancak, Mısır’da Müslüman Kardeşler örgütünün 35 yıllık serüvenini, bizim gibi bir “pasif devrim” süreci olarak algılayanlar, bu örgütün, bir kez daha kendisinden beklenenlerden, yarattığı izlenimden farklı bir yönde davranmasına şaşırmadılar. 

Müslüman Kardeşler herkesi ilk önce, Tahrir “olay”ına (devrimci sürece) katılmayarak şaşırtmıştı. “Olay”ın yönü belli olunca MK “olay”a katıldı ama, denetim altına alarak durdurmak için. O zaman MK’yi rejim düşmanı, demokratik bir güç olarak bellemiş olanlar yine çok şaşırdılar. MK orduyla, hatta Mübarek’in partisiyle anlaşarak devrimci süreci bitirmek için elinden geleni başarıyla yaptı. MK, Avrupa’da 1848 devrimlerini “satan” kapitalist sınıfın refleksini aynen tekrarlayarak eski rejimin kucağına atlamış ve rejime katılmıştı. Aşağıda değineceğim gibi geçen hafta MK’nin açıkladığı devlet başkanı adayının sınıfsal özellikleri bu saptamaları doğrulayacaktı. 

İkinci adımda MK, ordu cuntasıyla ve Mübarek’in partisinden geride kalanlarla anlaşarak seçimlerin acilen, başka kimseye örgütlenme zamanı tanımadan yapılmasını sağladı. Seçimlerden büyük bir “başarıyla” çıkan MK, bu kez mecliste kimseyle özellikle Selefi Nur partisiyle ittifak yapmayacaklarını, anayasayı yapacak olan kurucu mecliste iskemlelerin yüzde 30’undan fazlasına talip olmayacaklarını açıkladı. MK, başkanlık seçimlerinde aday göstermeyecekti; korkacak bir şey yoktu; sanıldığı gibi Mısır’da siyasi iktidarı tekeline almaya niyeti yoktu. Ancak MK, bu sözü de tutmadı, Nur partisiyle anlaşarak kurucu mecliste siyasal İslamın egemenliğini sağladı. 

Gözlemcilerin çoğu, MK’nin bu “tutarsızlığına” şaşırıyorlardı, ama “pasif devrim” perspektifinden bakınca gelişmelerin yönü MK’nin iktidarı elinde toplamaya hazırlandığını, ancak pazarlıklar tamamlandıkça, tamamlanan aşamaya uygun adımları atarak ilerlemekte olduğunu gösteriyordu. 

Geçen hafta yaşanan “şaşkınlığın” ortasında tartışmalar, pazarlıkların ABD ve onun “müşterisi” Mısır ordusuyla yapılmakta olduğunu gösteriyordu. CFR’deki toplantı bir yana, Foreign Policy Ortadoğu uzmanlarından, Mark Lynch’in “Muslim Brothers’ Presidential Gambit” (02/04/2012) ve The National Interest’te Nathan J. Brown’un “Egypt’s Muddy Waters” (04/04/2012) başlıklı, MK’nin tutumunu anlamaya çalışan yorumlarında değindikleri gibi, bu iki yazar MK’nin adayı, MK’nin yönetici meclisinin ikinci başkanı (ama kimilerine göre aslında en etkili lideri) Khairet al-Shater’le bir yıldır görüşüyorlarmış. Time dergisinden Tony Karon da geçen hafta blogunda, Shater’in, ABD’nin Mısır Büyükelçisi Anne Paterson’la düzenli olarak görüştüğünü aktarıyordu (Time World Press, 04/04/2012). Al Hayat’ta yazan George Semaan da, ABD’nin, iktidarın sonunda ordu ve MK’nin tekelinde kalacağının ayırdına daha başından vardığını, buna uygun bir pozisyon almaya başladığını vurguluyordu. Semaan’a göre, ABD’den finanse edilen bazı sivil toplum örgütlerinin yöneticilerinin önce tutuklanması, sonra da serbest bırakılarak Mısır’dan ayrılmalarına izin verilmesi sürecinde, MK ile ABD arasında yaşanan görüşmeler çok işlevsel olmuş (02/04/2012). Bu pazarlıklar ilerledikçe, MK de ilerledi. 

Nathan Brown “Geçen yıl içinde Shater ile birçok gez görüştüm, devlet başkanlığına aday olmak istemiyorlardı” dedikten sonra, MK liderliğinin, Cezayir’de FIS’ın başına gelenleri anımsayarak, Batı’nın orduyla birlikte duruma müdahale etmesinden korktuklarını aktarıyordu. Belli ki bu korku giderildi, MK’ye gereken garantiler verildi, hatta belki de başkan adayı göstermeleri özellikle istendi. Ama neden? 

‘Aşk üçgeni’ 
Bu, yazının başlığı aslında  CFR yazarı Ed Husain’in yorumunun başlığıydı. Geçen hafta, Tunus, Fas, Ürdün ve Libya’dan MK’nin kardeş örgütü partiler Washington’da sevinçle karşılanmış. “Ben de MK’nin partisi Özgürlük ve Adalet Partisi delegasyonunu CFR’de ağırlamaktan son derecede memnun oldum” diyor Husain. Husain, Washington’un, “eski düşmanlarının, şimdi gösterdiği dostluktan gözlerinin kamaşmış olmasını” (...) “bölgedeki, liberal ve İslamcı olmayan güçler hayretler içinde izliyorlar” diyor.

ABD’nin ve genel olarak Batı’nın MK aşkının arkasında esas olarak iki etken yatıyor. Birincisi Mısır seçmeninin yüzde 58’i İslami hareketten bir başkan isterken özelde Selefi hareketin Nur partisi, onun yoksul kesimler arasında son derecede popüler olduğu anlaşılan başkan adayı Abu İsmail’e desteğin yüzde 22 düzeyinde seyrediyor olması. MK aday çıkarmazsa İsmail’in kazanma şansının olduğu anlaşılıyor. The Economist, “Selefi adayı durdurmanın tek yolu Shalet’in aday olmasıydı” derken “Shalet’in bugüne kadar cuntayı hiç eleştirmemiş olmasına da” dikkat çekiyor. The New York Times da aynı düşünceyi paylaşıyor; “Bir zamanlar MK’nin yönetimi ele geçirmesinden korkan ABD’li yetkililerin, olağanüstü bir ‘U’ dönüşüyle, MK’yi Selefi harekete karşı vazgeçilmez bir bağlaşık olarak görüyorlar” (01/04/2012) diyor. 

MK’nin adayının Shalet gibi biri olması da ABD’nin ağzının suyunu akıtıyor. Shalet, Mübarek döneminde 10 kez tutuklanmış olmasına karşılık, mobilyacılık, tekstil, otomotiv ve bankacılık sektörlerinde etkin, servetinin çapı esas olarak bilinmeyen milyarder bir işadamı. Kısacası, Shalet, Mısır’da Mubarek yönetiminin, geçen 30 yılda, neoliberal programları uyguladığı dönemde büyük bir servet oluşturmayı başarmış. Shalet tek örnek değil. McClatchy Newspapers’ın Mısır muhabiri Mohannad Sabri’nin bir yazısında işaret ettiği gibi MK seçimlerde muazzam büyüklüklerde para harcıyor. Ama kimse MK’nin servetinin kaynağını, çapını bilemiyor. Bu servetin Mübarek döneminde yapılmış olduğundansa kimsenin şüphesi yok (04/04/2012). 

Nevine Kamel’de kurucu mecliste MK egemenliği kurulunca çekilen ekonomistlerden sonra, geride kalan MK üyelerinin, işadamı, bankacı özelliklerine işaret ederek “Bir şey kesin, yeni anayasa piyasa dostu olacak” diyor (Al Ahram Daily, 04/04/12). Kısacası, ABD bölge ekonomilerinin açık kalmasını sağlama işlevini şimdilik MK - ordu ikilisine devretmiş görünüyor; liberallere, MK ve benzerlerinden demokratlık bekleyenlere de bu durumu yüzlerinde salak bir ifadeyle seyretmek kalıyor

Thursday, April 05, 2012

“Yükselen Güçler” ve Türkiye

(1.Nisan 2012.)


Mali krizle birlikte daha da belirginleşen uluslararası ekonomik ve siyasi koşullarda, “Yükselen Güçler” olarak tanımlanan BRICS (Breziya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika) ülkeleri geçen hafta Yeni Delhi’de dördüncü  konferanslarını gerçekleştirdiler. ABD’nin, kimi Avrupa, Arap devletlerinin sözcüleri tarafından her fırsatta “Bölgesel güç”, “Yükselen güç” gibi kavramlarla “önemi” vurgulanan Türkiye, bu toplantıda yoktu.

Bu durumun arkasındaki nedenleri sanırım, BRICS grubunun projesinde ve AKP hükümetinin tercihlerinde aramak gerekiyor. BRICS ülkeleri, Batı’nın, kendi egemenliğinin ideolojik, kültürel gereksinimleri doğrultusunda üretmiş olduğu (Bkz: Edward Said) “Batı – Doğu” ayrımını ortadan kaldırmak, Batı’nın egemenliğine dayanmayan yeni bir kapitalist dünya düzeni kurmak istediklerini her fırsatta vurguluyorlar (Russia Today, 27/3). AKP yönetimindeki Türkiye ise, artık eskimiş düzenin içinde, onun efendilerini yanında kalmaya karar vermiş görünüyor. Bu saptamayı, AKP dış politikasıyla, Yeni Delhi zirvesinde  ele alınan konuları, yapılan tartışmaları, sonunda açıklanan ortak deklarasyonu, yan yana koyarak doğrulamak olanaklı.

BRICS ve ötesi

Dünya nüfusunun yaklaşık yarısı, 3 milyar kişi BRICS ülkelerinde yaşıyor. Bu ülkelerin toplan GSMH dünya hasılasının yüzde 28’ini oluşturuyor. Geçtiğimiz 10 yılda dünya ekonominde gerçekleşen büyümenin yüzde 50’si BRICS ülkelerinden kaynaklandı. Bir ticaret bloku olarak toplam piyasalarının hacmi 4.5 trilyon dolara ulaşıyor. Bu ülkeler, geçen yıl Güney Afrika Zirvesinde, borsalarında listeler arası varlık ticaretine izin vererek,  aralarında yaklaşık 10.000 şirketi kapsayan 9.4 triyon dolarlık bir varlık piyasası oluşturdular. Delhi zirvesinde bu piyasaları, türevlere ilişkin yeni anlaşmalarla daha da derinleştirme yönünde önemli adımlar attılar (India Business Time, 28/03).

BRICS ilkeler, Batı kapitalizmi yerlerde sürünürken, kendi ekonomilerinin büyümeye devam etmesine de bakarak, halen egemen olan uluslararası mali mimarinin, kurumlarının,  bu ekonomik büyüklüklerde ifadesini bulan güçlerini yeterince temsil etmediğini düşünüyorlar.

Bu bağlamda, Batı egemenliğini yansıtan uluslararası mali mimariyi üç alanda  değişime zorluyorlar. Birincisi, BRICS IMF ve Dünya Bankası’nda yönetimlerinde yaptıkları katkılara da paralel olarak etkin olmak istiyor aksi taktirde finansal desteklerini çekeceklerini söylüyorlar(Financial Times, 29/03) ). İkincisi, Dünya Bankası karşısında, bir Asya Kalkınma Bankası oluşturmak istiyorlar. Üçüncüsü, kendi aralarındaki yatırımlarda dolardan uzaklaşarak kendi ulusal paralarını kullanmaya, ya da 3.2 triyon dolar rezervlerine, yeni bir kalkınma bankasını finanse etme kapasitesine sahip Çin’in parası Remninbi’yi kullanmaya geçmek istiyorlar.

Bu üç alanda BRICS’in gündeme getirmeye başladığı değişiklikler, Batı’nın 300 yıllık ekonomik finansal egemenliğin temelden yıkmaya aday, ve Batı tarafından da tam da böyle algılanıyor. Buna karşılık bu değişiklikler BRICS ülkelerinin kapitalizmlerini büyümeye, gelişmeye ve Batı etkisinden kurtulmaya devam edebilmesi için mutlaka gerekli görünüyor.

IMF ve Dünya Bankası’ndaki değişiklikler, Batı’nın finansal modelinden, dolaysıyla  Breziya devlet başkanı Dilma Rouseff’in deyimiyle kriz sırasında “bir ucuz para tsunamisi” gibi gelerek, “gelişmekte olan ülkelerin ekonomilerini yağmalayan” (The Guardian 29/03) batı kaynaklı spekülatif sermayenin etkilerinden korunmak, bölgesel kalkınma projelerine yönelik kaynakların dağıtımını denetlemek için gerekli.

Bir Asya Kalkınma Bankası projesiyse, bölgede oluşan kaynakların bölgedeki yatırımlarda kullanımını sağlamak, bölge ülkelerinin, merkez bankalarının alıp satabileceği borçlar yaratarak riskleri paylaşmak açısından büyük önem taşıyor. Ancak bu iki alandaki değişiklikler, Batı’nın IMF ve Dünya Bankası’nın üzerindeki etkisini bu yolla gelişmekte olan ülkelere baskı yapma gücünü kırarken, Asya yatırım Bankası, kurulduğu zaman, bölgenin kaynaklarının kaynakların bölgede kalmasını kolaylaştırırken, Batıda ekonomik büyümeyi, tüketimi, devlet borçlarını finanse etmekte kullanılan kaynakları giderek azaltacak. Böylece dünya ekonomisinin merkezinin Batı’dan doğuya kayması hızlanacak.

Batıda kaygı yaratıyor

Bu ekonomik süreçlerin uzun dönemli siyasi sonuçlarının olması da kaçınılmaz. IMF’nin ve Dünya Bankası’nın gelişmekte olan ülkeleri etkileme güçlerini tamamen kaybetmeleri, ABD dolarının uluslararası rezerv para statüsünü kaybetmesi henüz ileri tarihlerin konjonktürlerine ait sorunlar. Bir Asya Kalkınma Bankası’nın oluşması da uzun bir zaman alacak gibi görünüyor. Bloklaşmaya doğru gitmeye çalışan BRICS grubunu oluşturan ülkelerin arasında ciddi ekonomik ve jeopolitik sorunlar var. Hindistan ve Çin bölgede, her ne kadar Çin çoktan öne geçmiş olsa bile iki rakip güç. Çin’in Hindistan’la ilişkilerini BRICS hedeflerine, ve kendi liderlik arzularına uygun bir biçimde stabilize etmesi gerekiyor. Çin’in büyük mali gücü, Asya kalkına Bankası’nın başına oturma hayali, diğer BRICS grubu ülkelerini ve bölge ülkelerini kaygılandırıyor (The Economic Times 30/03). Afrika ülkeleri bu gelişmeleri izliyor, Çin’in tavrının Batı emperyalizminin yöntemlerinden ne kadar farklı olduğunu anlamaya çalışıyorlar.

BRICS grubu ülkelerinin, bu farklara, kendi aralarında yaşanan canlı rekabet süreçlerine karşın uluslararası jeopolitik alanında tek, esas olarak Batı karşıtı bir ses çıkarmayı başarması Batı’yı daha da kaygılandırıyor. Delhi deklarasyonu, BRICS grubunun, Suriye ve İran konusunda ABD ve Avrupa’nın askeri müdahale, rejim değişikliği projesine, İran’a yaptırımlar uygulanmasına  kesinlikle karşı, sorunların, ulus devlet egemenliklerini kabul eden bir çerçevede ele alınmasından yana olduğunu ortaya koyuyor. Kısacası, BRICS grubu Birleşmiş Milletlerde, ABD ve Avrupa ekiyle, başka ülkelere asker müdahale olanak sağlaması için yaratılan  “R2P” (Koruma Sorumluluğu) doktrine karşı olduğunu deklare ediyor. “R2P” hegemonyasını ekonomik üstünlük, kültürel cazibe ve siyasi liderlikle koruma kapasitesini kaybeden ABD’nın, giderek daha fazla askeri kapasitesine dayanma eğilimini gizleyen, müdahaleyi meşrulaştıran bir söylemin kurulmasına olanak veriyordu. ABD ve Batı’nın Delhi deklarasyonunda rahatsız olması boşuna değil.

Bu rahatsızlığı, ABD ve İngiliz basının BRICS’e ve Delhi zirvesine yaklaşımında, Batı’lı “uzmanların” Rusya ve Hindistan gazetelerinde yayımladıkları yorumlarda görmek olanaklı(örneğin, Aslund, Moscow Times, 27/03). BRICS’de,  bir çok gelişmekte olan ülkede Zirve olumlu yünleri öne çıkarılarak, geleceğe ilişkin potansiyelleri vurgulanarak yorumlanırken, ABD ve İngiliz basını, ağız birliği etmişçesine BRICS rubunu önemsizleştirmeye, iç çelişkilerini vurgulamaya, imkansız bir proje olarak sunmaya çabalıyordu.