ABD Ulusal İstihbarat Ajansı tarafından, CIA ve diğer istihbarat ajanslarının da katkılarıyla hazırlanan, Perşembe günü basına açıklanan bir rapora göre gelecek 10 yıl içinde su tedarikine ilişkin sorunlar artarak, ABD’nin ulusal güvenliği açısından önemli devletlerde istikrarsızlıklara yol açacak.
Ekim ayında tamamlanan, geçen hafta basına açıklanmayan gizli bölümleriyle birlikte, ABD güvenlik kurumlarına dağıtılan rapor, “Su sorunları bağlamında ABD’nin küresel liderliğini hayata geçirmesi için yeni fırsatlar getiriyor. ABD bu fırsatları kullanmazsa başka güçler devreye girerek boşluğu dolduracaktır” sonucuna ulaşıyor. Bu da bize büyük güçler arası jeostratejik rekabetin, önümüzdeki 10 yıl içinde, su kaynaklarını da kapsayacak biçimde genişleyerek yoğunlaşacağını gösteriyor. Tam bu noktada aklıma, Bzerzinski’nin “Türkiye 2025’den sonra Batı için hayati önem kazanacak” (Milliyet 23 Mart) sözleri geldi. Ama konuyu dağıtmadan suya dönelim.
Genel durum kritik
Raporun aktardığı verilere bakınca, günümüzde su tedarikinde durumun ne kadar kritik ve patlayıcı olduğunu, ABD’nin kaygılarının arkasındakileri görebiliyoruz.
Dünyanın toplam su kaynaklarının yüzde 97.5’i okyanuslardaki (tuzlu) sudan oluşuyor. Tatlı su kaynaklarının toplam içindeki payı yalnızca yüzde 2.5. Bu yüzde 2.5’lik kesimin yüzde 68.7’si buzullarda duruyor; hemen kullanmaya açık değil. Yeraltı sularının ve kutuplardaki hiç erimeyen buzlardaki suların, bu toplam tatlı su stoku içindeki payları sırasıyla yüzde 30 ve binde 8. Yüzeydeki ve atmosferdeki suların payıysa binde 4. Bu atmosfer, yüzey sularını oluşturan kaynakların, dağılımı yüze olarak şöyle: Tatlı su gölleri (67.5), topraktaki nem (12), atmosfer (9.5), nehirler (1.2) bitkiler (1).
Kısacası gezegenin toplam su stoklarının ancak yüzde 1 kadarı hemen kullanılabilir durumdaki tatlı sulardan oluşuyor. Ancak bunun da önemli bir kısmı sağlık açısından hemen kullanmaya uygun değil. UNICEF’in saptadığına göre gelişmekte olan ülkelerin nüfusunun yüzde 37’si, dünya nüfusunun yüzde 20’si temiz (mikropsuz, zehirsiz) su kaynaklarından yoksun.
Gezegenin toplam su stoklarının yaklaşık yüzde bir’ini oluşturan tatlı su stoklarının kullanımına bakınca da, gıda tedarikiyle su tedariki arasında yaşamsal ilişki olduğunu görüyoruz. Nehirlerin, göllerin ve toprak altı sularının yüzde 68’i tarımda, yüzde 10’u enerji sektöründe, yalnızca yüze 7’si sanayi ve hane halkı tarafından kullanılıyor, yüzde 3’de rezervuarlardan kullanılamadan buhar olup gidiyor. Salt tüketime yönelik kullanım söz konusu olduğunda tarımın payı yüzde 93’e yükseliyor. Hane halkı tarafından tüketilen suyun ise toplam tatlı su kaynakları içindeki payı yüzde 3’ün altında kalıyor.
Bir Kg buğday ekmeği, bir Kg sığır eti, bir litre süt üretebilmek için (yaratılan kirlenmeyi temizlemenin su kullanımı açısından maliyeti de göz ününe alınarak), sırasıyla 1600 litre, 15 400 litre ve 1000 litre su gerektiğini (www.waterfootprint.org) , gelişmekte olan ülkelerde ama başta Çin’de kentleşmenin baş döndürücü bir hızla ilerlediğini, hazır gıda tüketiminin, genelde tüketim kapasitesinin hızla arttığını göz ününe aldığımızda, tarımın ve hayvancılığın su stokları üzerindeki basıncını daha iyi görebiliyoruz.
Son olarak su kaynaklarının dağılımındaki eşitsizliği de göz ününe almak gerekiyor. UNDP verilerine göre, kentsel yerleşim bölgelerinde kişi başına günlük su tüketimi ABD’de 350 litre, Avrupa’da 200 litre iken Sahra-altı ülkelerinde günde 10-20 litreye kadar düşüyor.
Dahası küresel ısınma da su kaynakları üzerinde, artan ısıya bağlı olarak kuraklık, buzulların eriyerek deniz sularına karışması, deniz sularının yükselerek alçak bölgelerde yer altı sularını kirletmesi yoluyla tatlı su kıtlığı sorununu daha da ağırlaştırıyor. Daha fazla sayıda insan, giderek azalan su kaynakları üzerinde giderek daha yoğun bir biçimde rekabet etmek zorunda kalıyor. Bu sırada, su kaynaklarının özelleştirilmesine bağlı olarak oluşan küresel özel su tekelleri, suyun tedarikini, yoksul bölgelerden zengin bölgelere, çoğu zaman suyun bulunduğu bölge halkını bu sudan yoksun bırakarak kaydırırken, sorunun siyasi boyutunu daha da ağırlaştırıyor.
Kaynak savaşları, Su “Güvenliği”
İşte bu nedenlerden dolayı ,ABD güvenlik ve İstihbarat kurumları, geçtiğimiz yıllarda önce küresel ısınmanın güvenlik etkilerini araştıran, geçen yıl da bu su güvenliğini araştıran raporlar üretmeye başladılar.
Küresel Su Güvenliği (Global Water Security, Intelligence Community Assessment) raporu 2040’a kadar uzanan bir dönemi kapsıyor. Rapor bu dönemde su kıtlığı sorununun beş alanda güvenlik risklerine dönüşebileceğini saptıyor. (A) Yoksulluk, toplumsal gerginlikler, çevre koşullarında aşınma, yetersiz siyasi liderlikler, zayıf siyasi kurumlar gibi etkenlerle birleşerek, devletlerin çökmesine yol açabilir. (B) Devletler ellerindeki su kaynaklarını, diğer devletlere baskı yapmakta kullanabilir, teröristler stratejik bölgelerde su altyapılarını hedef alabilir. (C) Bazı tarım bölgelerinde toprak altı su kaynakları -kötü yönetimden dolayı- tükenerek ulusal ve küresel gıda piyasalarına yönelik risklere yol açabilir. (D) Bu günle 2040 arasında, su kıtlığı ve çevre kirlenmesi sorunları ABD’nin önemli ticari ortaklarının ekonomik performanslarına zarar verebilir. (E) 2040’a kadar, iyileştirilmiş su yönetimi (fiyatlama, “sanal su” ticareti), suyla ilgili, tarım, enerji, su arıtma sektörlerine yapılacak yatırımlar en iyi çözüm yolu olacaktır.
Bu saptamaların ışığında rapor, 10 ülkeyi kapsayan Nil nehri havzasını, Türkiye, Suriye ve Irak’tan geçen Dicle-Fırat nehirlerini, İsrail Filistin sorunu bağlamında Ürdün nehrini, Afganistan, Pakistan, Hindistan ve Tibeti etkileyen İndus havzasını ABD ulusal çıkarları açısından en kritik bölgeler olarak saptıyor.
Korkutucu olan şu ki, gerek 2009’da üretilen Pentagon’un küresel ısınma raporu, gerek su güvenliği raporu, konuya, soruna çözüm bulma çabaları açısından değil var olan durumun ağırlaşarak devam edeceğini varsayarak, ABD hegemonyası, yükselen güçler arası rekabet paradigması içine koyarak yaklaşıyor. Böylece, insanlığın, hatta genel olarak gezegende yaşamın geleceğini tehdit eden bir sorunu, ABD, kendi ulusal çıkarı bağlamında, jeopolitik bir soruna indirgeyerek, militarize etmeye eğimli bir yaklaşımla ele almış oluyor.