ABD’de yarın (2 Kasım) yapılacak temsilciler meclisi ve senato seçimlerinde, Demokratik Parti’nin büyük kayıplar vermesi bekleniyor. Kimi yorumcular, örneğin Stratfor’un direktörüGeorge Friedman (Real Clear Politics26/10/10) ve Ortadoğu uzmanı yazar Victor Kotsev, (The Asia Times, 28/10/10), Başkan Obama’nın ikinci kez seçilebilmek için İran’la bir savaşı göze alabileceğini düşünüyorlar.
Yenilgiyle sonuçlanan seçimlerden sonra Obama yönetiminin iç ve dış politikalarında kimi değişikliklerin gerçekleşmesi doğaldır. Bu değişiklikler Afganistan ve Irak’tan sonra bir savaşa daha yol açar mı? Bu sorunun cevabını bilemiyorum, ama ABD’de çok tehlikeli bir siyasi savrulmanın şekillenmeye başladığını düşünüyorum
Büyük düş kırıklığı
Tarih, siyasette büyük düş kırıklıklarının büyük savrulmalara yol açtığını gösteriyor. Gecen seçimlerde, Cumhuriyetçileri terk ederek Obama’yı iktidara getiren koalisyona katılan Katolik, kadın, yoksul (beyaz işçi sınıfı) seçmenin, bu çatıyı terk ederek Cumhuriyetçilere döndüğü görülüyor (The New York Times, 27/10). Geçen seçimlerde büyük sermaye, Wall Street, Demokratik Parti’ye, Cumhuriyetçilerden daha çok mali yardım yapmıştı. Şimdi Demokratlar, Cumhuriyetçilerin,“kaynağı açıklanmayan” kampanya fonlarından daha fazla yararlandığından, kampanyalarda kendilerinden beş kat daha fazla para harcadığından yakınıyorlar (Christian Science Monitor, 21/10). Büyük şirketlerin de Cumhuriyetçilere yönelmeye başladığı anlaşılıyor.
İktidara gelirken herkese her şeyi vaat eden Obama yönetiminin şimdi üç ateş arasında kaldığı söylenebilir. Demokrat Parti’nin büyük çoğunluğu ve sol kanadı, Obama’nın, beklediklerinden çok daha uzlaşmacı ve sağcı çıkmış olmasından yakınıyorlar. Cumhuriyetçi partinin çoğunluğu ve sağ kanadı, Obama’nın aslında gizli Müslüman, sosyalist, hatta“anti-sömürgeci” olduğuna ve ABD’nin dünyadaki liderliğine son vermeyi amaçladığına inanıyor. İş çevrelerinin dergisi Forbes, “Obama bekli de tarihin, en özel sektör (business) düşmanı devlet başkanıdır” diye başlayan yorumlar yayımlıyor (Dinesh D’Souza, 27/09/10). Financial Times’da John Gapper,“Obama özel sektörü (business) sevmeyi öğrenmelidir” başlıklı yorumunda, Obama’nın “küçük sermayenin değerli, büyük sermayenin şüpheli olduğuna inanan antika bir dünyada yaşadığını”ileri sürdükten sonra, her fırsatta büyük bankaları, çokuluslu şirketleri eleştirmesinden yakınıyor. Obama’nın uluslararası şirketlerinin önemini kavrayamadığını savunuyor ( 27/10).
Büyük savrulma…
Böylece Obama’nın hem büyük sermayenin, hem orta sınıfların, beyaz işçi sınıfının tepkisinin hedefi olduğu görülüyor. Olağan zamanlarda, böyle bir görüntü, her iki partinin birbirine ne kadar yakın olduğunu düşünüce, büyük bir savrulma anlamına gelmeyebilirdi. Ama bugün çok özel koşullar var. Kamuoyu yoklamaları seçmenin her iki partiden de hoşnut olmadığını gösteriyor. Çünkü seçmen açısından“ekonomi çalışmıyor, siyasi sistem ondan daha bozuk, korkuyorlar, umutlarını kaybediyorlar, bugüne kadar hiç görülmeyen oranda kutuplaşıyorlar”(Washington Post, Matt Miller 27/10; Dan Blast, 28/10).
Böylece iki düzen partisine karşı gelişen tepkinin içinden, önceki hafta tartıştığımız “Çay Partisi” hareketi çıkıyor. İlk anda Cumhuriyetçi partinin sağ kanadının aşırı tepkisi olarak görülebilecek bir hareket hızla büyümeye başlıyor. Giderek Evangelik Hıristiyanlığı, milis, “Patriot” (yurtsever) hareketi gibi, ırkçı, homofobik, silahlı, sağ popülist akımları bünyesinde toplamaya başlıyor (örneğin bkz: Gaiutra Bahadur, “Nativist Militias Get a Tea-Party Makeover” The Nation, 28/10/ 2010). “Çay Parti”si, Cumhuriyetçi parti önseçimlerinde, geleneksel adayları kenara iterek çok sayıda adayını öne geçiriyor. Bunlar şimdi hem meclise hem de senatoya girecekler. Önümüzdeki dönemde bu parlamento Obama’yı bloke edecek, hatta devirmeye çalışacak. O da, ayakta kalabilmek için, bugün bulunduğu noktayla onlarınki arasında bir yeri tutmaya çalışacak (tüm siyasi tarihi boyunca yaptığı gibi). Böylece ABD sağa kaymaya devam edecek. Bu savrulmayı geçici bir tepki olarak görmek, Clinton döneminde olduğu gibi, Obama’nın da bu yenilgiyle halkı korkutup biraz da sağa kayarak ikinci kez seçilebileceğini düşünmek tabii ki olanaklı. Ama yukarıda değindiğim gibi özel bir tarihsel dönemden geçiyoruz.
‘Anti-sömürgeci Obama’…
Obama’nın politikalarını “Çay Partisi”nden daha geniş kesimlere anlatabilmek, çokuluslu şirket“aristokrasisini” bu kanada katılmaya ikna etmek için gizli Müslüman, sosyalist gibi savların ötesinde daha rafine kesimlerin kaygılarına uygun bir söylem gerekiyor. İngiliz sömürgeciliğine karşı savaşmış “Kenyalı bir entelektüelin oğlu Obama’nın siyaseti, en iyi anti-sömürgecilik paradigması içinde anlaşılabilir” savı, bu yeni söylemi mükemmel bir biçimde sunuyor. İngiliz medyasında üretilen, Newt Gingrich gibi Cumhuriyetçi partinin aşırı sağcı liderleri tarafından benimsenen (The New Republic, 28/09), ardından Hindistan doğumlu, Katoliklikten Evangelistliğe geçmiş sağcı bir entelektüel Dinesh D’Souza tarafından geliştirilen bu sav“zamanın ruhuna” da çok uygun.
Ekonomik kriz, yüksek işsizlik işçi sınıfını, orta sınıfları korkutuyor, güvensizlik duygusunu körüklüyor. Bu kesimler ABD’nin ihracat gücünün, teknolojik üstünlüğünün, uluslararası alandaki rakipsiz konumunun meyvelerini yedikleri zamanları, kısacası ABD hegemonyasını özlüyorlar. Bu, ABD’li çokuluslu şirketler açısından, gelişmekte olan piyasalara kolayca girip çıkabildikleri, “ekonomik tetikçilerin”yeni iş alanları açtığı, hükümetleri değiştirebildiği bir “asr-ı saadet”dönemiydi. Şimdi Çin, Hindistan, Rusya, Brezilya gibi ülkeler yükseliyor, ABD’nin nüfuz alanlarına (“yenisömürgecilik” coğrafyalarına) giriyorlar; madenleri, değerli mineralleri, gıda enerji havzalarının denetimini ele geçirmeye, hükümetleri etkilemeye başlıyorlar. Böylece hem ABD işçi sınıfının ve orta sınıfının refahının altın çağını hem de çokuluslu şirketlerin “asr-ı saadeti”nin bittiğini haber veriyorlar.
Artık kendi işçi sınıfının, orta sınıfın refah kaybını ülke içi kaynaklarıyla telafi edemeyen ABD egemen sınıfları açısından, Cecil Rhodes’ın “devrim istemiyorsanız emperyalizme katlanacaksınız” sözleri gerçeklik kazanıyor. Simgesel bir hareketle Churchill’in büstünü Beyaz Saray’dan çıkaran Obama’yı, İngilizlerin de yardımıyla, bu eksenden eleştirmeye başlamak, büyük sermayenin arzularıyla alt sınıfların korkuları arasında bir köprü kurmaya olanak sağlıyor. Tam dış piyasalara, doğal kaynaklara, nüfuz alanlarına gereksinim artarken,“sömürgeciliğe karşı”, “ABD liderliğini tasfiye etmeye kararlı” bir başkan olabilir mi? Obama antis-ömürgeci filan değil. Ama bu söylemin, siyaseti daha militarist bir yöne çekmeye ve emperyal maceralar için gerekli kamuoyu desteğini, insan malzemesini oluşturmaya hizmet edeceği de bir gerçek. Böyle bakınca, ABD’nin Ortadoğu’daki hareket alanını kısıtlayan İran’ın etkisinin kaldırılmasının önemi, hem stratejik bölgeleri denetim altında tutmak hem de ABD’nin askeri gücüne güveni restore etmek açısından artıyor.
No comments:
Post a Comment