Thursday, December 30, 2010

‘Weimar İstanbul’

İstanbul Türkiye değildir, ama zeitgeist(zamanın ruhu) söz konusu olduğunda daha fazla bir şeydir. Dünü, yarını bir arada görebilirsiniz İstanbul’da. Ya bugünü? Onu bir türlü yakalayamazsınız… AKP döneminde yaşanan “değişimi” anlamanın yeri de İstanbul’dur; İsmail Ağa Camii’nden, Cahide’ye kadar…

Halimiz, T.S. Eliot’un, “Olayı yaşadık ama anlamını kaçırdık” sözlerini akla getiriyor. Bu kenti ne kadar çözümlesek, hep bir “şey” o kadar eksik kalıyor, şöyle bir görünüp kayboluyor, kendini ele vermiyor… Bilgiyi aşan bir şeyler var…Soruşturan özneyle, ilgi nesnesi arasındaki mesafeyi silen, ama yaşananın özgünlüğünü de evrenselle buluşturan, toplumsal/tarihsel çözümlemeyle, sanatı birleştiren bir çaba gerekiyor…

Siyasal yelpazenin birbirine uzak uçlarında yaşıyoruz Clair Berlinski ile, ama City Journal’daki “Weimar Istanbul”başlıklı yazısını okuyunca, “işte böyle bir şey” demekten kendimi alamadım[1]. Berlinski, “değişimin” tüm şiddetini, insanın başını döndüren hızını, midesini altüst eden iniş çıkışlarını, “grotesk güzelliğini” (İstanbul artık bir‘oxymoron’dur!) büyük bir başarıyla yakalamış.

Weimar kenti
Berlinski bir “kent” betimleyerek başlıyor yazısına, adını koymadan…Burası İstabul diye düşünüyorsunuz hemen. Az sonra, burası giderek faşizm arifesindeki Berlin’e (Weimar Cumhuriyeti 1919-1933) dönüşmeye başlıyor, sonra tekrar İstanbul oluyor, sonra Berlin… İki farklı dönemin iki farklı kenti arasındaki benzerlikler sizi korkutuyor. Eski çözülürken, yeninin, daha şekillenirken can çekişmeye başladığı, adeta Hegel’in “kötü sonsuz”dediği yerde tutsak bir Kent tipolojisi var karşımızda. Bu kentin ömrü birkaç yıl olabildiği gibi, birkaç on yıldan daha uzun da olabiliyor… Berlinksi, “Weimar Kenti” diyor buna.

Cumhuriyetin “kriziyle”, Weimar Demokrasisi’nin başına gelenleri karşılaştırınca hak vermeden edemiyorsunuz. Siyasal İslam’ın yükselişiyle nasyonal sosyalizmin(faşizmin) yükselişi, her ikisinin karizmatik, dinamik, tutkulu ama tutkusundan bir türlü emin olamadığınız,“gerçek mi kurgumu mu?” diye düşünmeden edemediğiniz liderlerinin, tüm gerçek farklarına karşın, birbirine karışmaya başlayan yüzleriyle, Türkiye’nin dünle yarın arasına sıkışmış halinin bir simgesi olarak “Weimar İstanbul”

Weimar Kenti’ne karakterini, diyalektik anlamda, bir “aufhebung” olarak“değişim” değil, çözülme, parçalanarak, büyüyerek çürüme veriyor ve canlı bir siyasi-kültürel yaşamın ardından gelen koyu bir karanlık... Nüfus hızla artıyor, tarihi binalar çürüyor, gelişigüzel dikilen ölçüsüz yeni binaların betonu, camı alüminyumu korkutuyor, kente yeni gelen insanların görüntüleri gibi… Yeni gelenler de buldukları, gürültüden, ışıklardan, renklerden, haz ekonomisinin estetiğinden, kadınlarından, eşcinsellerinden, transseksüellerinden,“entellerinin” “anlaşılmaz” dilinden, metalarının cinselliğe bindirilmiş simgelerinin baş döndürücü dolaşım hızından korkuyorlar. Aslında herkes herkesten korkuyor; kaçınılmaz bir krizden, engellenemez bir çöküşün her an patlak verecek bir felaketin arifesinde yaşadığını “bilmekten” korkuyor. Bir deprem beklentisiyse İstanbul’da tüm bunların üzerine tüy dikiyor…

Berlin-İstanbul
Weimar Kenti’nin arkasında ağır bir tarih mirası ve bu tarihi durdurarak yeni bir yöne döndüren bir “olay” var. Bu“olay”ın getirdiği yeni insan, yeni bir“hakikate” dayanarak ileriye doğru gitmeye çabalarken, bu “olaya”direnmeye kararlı eski insan ve tutunduğu anakronistik “hakikat”,kaybolan bir dünyayı, “bir asrı saadet”i özlüyor. Berlinski, Osmanlı’nın, tarihi mirası, Cumhuriyet’in ve modernliğin,“olayı”, yeni insanı temsil ettiğini, AKP’nin ve beraberinde getirdiklerinin ise, ilerlemeyi değil, tüm demokratikleşme iddialarına karşın,“olay”ın öncesine dönmeyi arzulayan bir“nostaljiyi” temsil ettiğini düşünüyor. Berlinski de, artık AKP’nin cilasını kazıyarak altındakileri görmeye başlayanlardan biri. “Demokratikleşme”, “yolsuzlukla mücadele” iddialarının, birbirini izleyen açılımların, dosyalardan, Ergenekon’a kadar uzanan olayların, kendisinden farklı siyasi görüşte olanları akıl hastası olmakla suçlayanların söylemi, her şeyin tam aksi bir anlama geldiği, Yeni-Osmanlı fantezileri, Orwell’in “1984” dünyasını aratmıyor.

“Olayın” henüz tamamlanamayan modernitesi, bir noktadan sonra bu nostaljiye dayanamaz. Siyaset de“Bundan sonra ne olacak” sorusuna bir cevap bulamamanın gerginliğini tümüyle yansıtır. Her köşeden “öcü” gibi insanın üzerine gelen “komplo teorileri”, her taşın altından çıkan “Yahudi/Siyonist proje”, aklın yerine geçen paranoya…Weimar’ın yıkılışı, Roma’nın “barbarlar”tarafından talan edilmesi, “fetih”ten önceki Constantiople gibi bir “şey”dir bugün İstanbul’da egemen “zeitgeist”.
Kentin yaşamı, çokdilli, çok çelişkili siyasi kültürel projeleri, müstehcen servetlerle, uygarlığın yüz karası yoksullukları, kösnül çıplaklıklarla, köktendinci örtünmeleri, ortaokullara kadar yayılan uyuşturucu dalgasıyla, sigara yasağını, içkili lokantalardaki baskınları birlikte yaşayan kalabalığın her gün yeniden boğuşmak zorunda kaldığı bir anlamlar karmaşasıdır…Bunlar, yaklaşan “felaketin”, yeni bir“olay”ın habercisidir ama… “Olay”gelmez… Çürüme devam eder…

Bu bekleyişin, Kent’in kültür ve sanat yaşamına, entelektüel üretkenliğine de yansıması kaçınılmazdır. Ya da öyle sanırsınız! Weimar dönemine bakarsanız sanatın, Dix, Grosz, Kandinsky, Brecht, Hesse, Kafka, Mann, Berg, Schoenberg, Webern, Fritz Lang gibi isimleri, felsefenin Adorno, Walter Benjamin, Heidegger –Max Horkheimer, Max Weber gibi devleri gözleriniz kamaştırır. Weimar’ı bunlar bile koruyamadıysa, İstanbul karanlığa nasıl direnecektir? Berlinski İstanbul’un sanat yaşamına bakınca, Berlin-Viyana-Prag üçgeninin zenginliğiyle değil, postmodernizmin çölüyle karşılaşır. Bir tarafta İnci Eviner’in Harem’i, Taner Ceylan’ın hiperrealits resimleri, öbür tarafta, Kurtlar Vadisi…

Adnan Khan da Macleans (Kanada) dergisindeki denemesinde, İstanbul’u bir barut fıçısına benzetir (23/12/2010). Radikal milliyetçiler, (Kürt ya da Türk), radikal İslam, cemaate teslim olmuş polis, “yandaş medya” bir yana, bir mafya babasının, kendine has beden diliyle oturduğu kahvede çayına şeker atarken Khan’a dediği gibi “halen yarım düzüne küçük çaplı savaş sürmektedir İstanbul’da…” Ancak Khan’ın, İstanbul’unda “esas uyuşturucu paradır; herkes buna tutkundur. Her şey bu yüzden böyle değişmektedir”.

Yine de, bu kent sizi büyüler. Başka bir yerde yaşamak istemezsiniz, özellikle bugün İstanbul’u yazan Berlinski, dün Berlin’i yazan Isherwood gibi bir entelektüelseniz. Çünkü, kentin trajedisi, artık sizin “maddenizdir”; kimi zaman eroin etkisi yapar üzerinizde, bugünün belirsizliğinden kaçarken sığınırsınız…Kimi zaman da kokain olur sizin için, kentin her gün size yeniden çarpan rüzgârının peşinden koşarken…
---------------------
(1) Bu 6000 sözcüklü denemeyi, burada özetlemeyi, alıntılarla temsil etmeyi denemek yerine, bende bıraktığı “izi”,kimi yerde plajerizme düşmek pahasına, aktarmaya çalışacağım. Yazıyı burada okuyabilirsiniz: http://www.city-journal.org/2010/20_4_weimar-city.html

Friday, December 24, 2010

Mali Krizin ‘Beşinci’ Yılına Girerken

Mali krizi ilk kez 2007’de (“Hışt, Hışt Geliyor…” Cumhuriyet 05.02.2007) konuşmaya başlamıştık. Kriz “resmen”2008’de patlak verdi, ama New York Federal Reserve Bank’ın Wall Street’e (büyük olasılıkla o zaman dünya mali piyasalarına) egemen “14 aileyi”toplayarak, türev piyasalarında hızla şekillenmekte olan mali krizi engellemek için acilen önlem almalarını istediği 16 Şubat 2006 toplantısını (David Wessel, Wall Street Journal, 16/02/2006) temel alırsak, mali krizin beşinci yılına girmekte olduğumuzu söyleyebiliriz.
Mali kriz ABD’de patlak vermiş, hızla dünya ekonomisini etkilemiş, sonra yatışmaya başlamıştı. 2010 yılının gündemini esas olarak, mali krizin Avrupa’daki etkileri işgal etti; ABD piyasalarındaki “istikrar” ise daha çok, fırtınadan önceki bir dinginliğe benziyordu.

Bir yılda yedi zirve

Geçten hafta, Avrupa Birliği’nin 27 üyesi, komisyon yetkilileri ve Avrupa Merkez Bankası derinleşmeye devam eden mali krize bir çözüm üretmek için yine Brüksel’de bir araya geldiler. Yıl başından bu yana yedinci kez toplanan AB zirvesi sonunda liderler aldıkları kararları açıklamaya hazırlanırken, reyting şirketi Moody’s, birkaç hafta önce kurtarılan İrlanda’nın kredi notunu beş kademe birden düşürdü. Daha önce Moody’s İspanya’da krizin derinleştiğini vurgulamıştı, bu kez Yunanistan’da durumun kritik olduğuna yeniden dikkat çekti. Moody’s’in AB liderlerini kızdıran (Daily Telegraph,17/12), piyasalarışaşırtan açıklamasının ardından, RIA Capital Markets’den bono uzmanı Nick Stamenkoviç, zamanlamaya dikkat çekerek “bu tür açıklamaların krizi derinleştirici yönde etki yaptığını”söylüyordu (Telegraph, 17/12/2010).
Halbuki zirvede, AB liderliğinin, devlet iflaslarına karşı son tahlilde kullanılmak kaydıyla bir Avrupa İstikrar Mekanizması oluşturarak mali piyasaların istekleri yönünde önemli adımlar atmaya başladığı söylenebilir. Bu mekanizmanın, zirvede öngörüldüğü gibi 2013’te devreye girebilmesi için Lizbon Anlaşması’nın 136. maddesine iki cümle eklenerek değiştirilmesi de kabul edildi. Böylece Almanya anlaşmayı deliyor, AB sürecini kendi öngördüğü yönde yeniden biçimlendirmek için bir olanak elde ediyordu. Almanya’nın bir “Birleşik bir Avrupa Bonosu” yaratılmasına direnmesi piyasaları, paralarını park edecek yeni ve güvenlikli bir araçtan mahrum etmeye devam ettiği için düş kırıklığı yaratıyor, ama zirvede başka “olumlu” gelişmeler de var. Almanya’nın devlet iflaslarında, krediyi veren kuruluşların da zararın bir kısmını üstlenmesini isteyen önerisinin, her alacaklının özel koşullarına bağlanarak sulandırılması da bono piyasalarının istekleri doğrultusunda bir gelişme. AB Merkez Bankası’nın, sermayesini iki kat büyüterek yeni sarsıntılara karşı önlem alma kapasitesini arttırmasının da güven vermesi gerekir.
Bu bağlamda, Moody’s’in açıklamasının zamanlamasında bir gariplik olduğu kesin. Ama, AB sürecinin çok ciddi sorunlarla boğuştuğu ve krizi aşacak uygun önlemler geliştirmekte yetersiz kaldığı da çok açık.

Almanya yükseliyor, tedirginlik artıyor

Ya da... Belki, henüz krizi aşacak bir gelişme ortada yok ama Almanya’nın AB içinde, “vazgeçilmez ülke” konumuna artık tartışılmaz bir biçimde yerleştiği, AB’nin siyasi-mali bütünleşme sürecinin daha hızlı ilerlemeye başladığı, bunun da ortak para birimine olan güveni pekiştirmek açısından çok önemli olduğu söylenebilir.
Ancak, ironi şurada ki, bu süreç giderek, AB içinde “yoksul ülkelerle” “zengin ülkeler” arasındaki ekonomik uçuruma bir de siyasi boyut ekleyerek birliğin bütünlüğünü tehdit etmeye başlıyor.
İngiltere ve Fransa gibi büyükler, Almanya ile ortak bir eksen oluşturmaya çalışırken daha küçük ülkeler ulusal egemenliklerini kaybetmekte olduklarını görerek kaygılanıyorlar. Yılbaşında kriz derinleşmeye başlarken Merkel krizi yönetmeye, diğer ülkelere yardım etmeye ilişkin Almanya’nın koşullarını ortaya koymuştu. Almanya “önce mali disiplin” derken, Fransa’nın talebi canlandırıcı harcamalardan, kurtarma önlemlerinden yana olduğu anlaşılıyordu. Ekim ayında Normandiya zirvesinde Sarkozy, yalnız kalmaktansa Almanya ile birlikte davranmaya karar vermeye “ikna olunca”, Almanya’nın önü açıldı. Perşembe günü de Financial Times, Almanya, İngiltere ve Fransa’nın AB bütçesini dondurmaya ilişkin “gizli bir anlaşma yaptıklarını” aktarıyordu.
Cumartesi günü de Le Monde, “Brüksel’de zengin ve yoksul ülkeler arasında savaş” başlığıyla verdiği yorumunda, “Polonya açısından her şey anlaşılmıştı. Fransa, İngiltere ve Almanya arasında gerçekleşen, Avrupa bütçesini dondurmaya yönelik anlaşma, zengin ülkelerin kendi tarım harcamalarını koruyabilmek için, en yoksul ülkelerin aldıkları mali desteklere yönelik bir saldırıydı” diyordu.
Lüksemburg Dışişleri Bakanı, Almanya ve Fransa’nın “liderlik dayatmasından ve küstahlığından” yakınıyor, İrlanda Başbakanı’nı da AB mali desteğini alabilmek için ağır koşulları kabul ettikten sonra, şimdi, “AB içinde Almanya’nın anlayışına uymayan bir karar almak her zaman çok zordu. Bu konuda yeni bir şey yok. Yeni olan olgu şu, Almanlar konuşuyorlar, ama dinlemiyorlar. İlk defa önemli bir konuda Almanya’nın tutumuna canım çok sıkıldı”diyordu (The Guardian, 17/12).
Belki de ortada bir ironi yok; Almanya, Merkel’in zirvenin kapanış basın toplantısında değindiği gibi iki farklı parçadan oluşan bir AB düşünüyor (Der Spiegel 17/12). Merkezde ekonomik, siyasi bütünleşmesini hızla ilerleten güçlü bir çekirdek şekillenecek. Yoksul ülkeler de merkeze bağımlı (adeta “özel statülü üyelik” gibi) bir çevre oluşturacaklar.
Hesap belki bu, ama Spiegel’in bir deyimini ödünç alırsak, süreç “Bir yavaşlatılmış (filmlerdeki-E.Y) tren kazası görüntüsü sergileyerek gelişmeye devam ediyor”. Zirve yapılırken, Pimco (dünyanın en büyük bono yönetim kuruluşu) CEO’su El Erian (Financial Times’da) ve ekonomist Rubini (CNBC’de) yorumlarında krize, likidite krizi olarak yaklaşmanın, sorunları erteleyerek daha da ağırlaştırmaya devam etmesinden yakınıyorlardı. El Erian, piyasaların, Almanya ve AB Merkez Bankası bilançolarının “kirlenmeye başladığını”düşünmeye başladığına da işaret ediyordu. Bank of America analistleri de, AB’deki krizin 2011’de ABD’ye sıçramasından korkuyorlardı (Le Monde18/12).
Rubini’ye göre kamu açıklarını bir an evvel kapatmak gerekiyor ama, vergileri arttırmak, harcamaları kısmak da bunalıma yol açacaktı. Öyleyse, bir an evvel büyümeyi güçlendirecek (birikimi hızlandıracak-EY) “yapısal önlemler” gerekiyordu. Rubini ile konuşan CNBC yapımcısının “demokrasilerde işin ne kadar zor olduğuna” işaret etmesi de aklıma, nedense, “Bıçak kemiğe dayanınca demokrasi engeli de aşılır” düşüncesini getirdi...

Monday, December 13, 2010

‘Korkunç Bir Güzellik’Doğuyor

Perşembe akşamı Londra’da öğrencilerin eylemlerini, parlamento meydanındaki işgali ve çatışmaları izlerken aklıma, W.B. Yates’in “Paskalya, 1919” başlıklı şiirinin ünlü dizeleri geldi“Her şey değişti, değişti tümüyle /Korkunç bir güzellik doğdu”. Yates bu şiiri, İngiltere’nin orantısız bir güçle, mutlak bir önyargıyla bastırdığı, ama daha sonra IRA’nın doğum günü olarak tarihe geçen Dublin ayaklanmasına katılanlar için yazmıştı.

‘V’ for Vandetta

Mali kriz başlar başlamaz mali sermaye başta ABD olmak üzere devletlerin zirvelerini doğrudan eline aldı; önce, devletlerin tüm hazır kaynaklarını ve kaynak yaratma kapasitesini bankaları kurtarmaya yönlendirdi; arkasından, böylece oluşan kamu açıklarını, borç yükünü halkın üzerine yıkmaya yönelik acımasız “kemer sıkma önlemlerini”gündeme getirdi. Bir süredir, İrlanda, Yunanistan, İtalya, Portekiz, İspanya’da işçiler (çalışanlar) öğrenciler, bu saldırıya, çeşitli kitlesel protesto eylemleriyle direniyorlar.
Bu sırada WikiLeaks’in ortaya çıkarttığı (kaynağı ne olursa olsun!!) bilgiler, kafaları karıştırıyor, “imparatorun”çıplaklığını sergiliyor, hatta panik yaratıyordu. Dünyanın ünlü çokuluslu şirketleri verdikleri hizmetleri, ABD’nin baskısıyla, çekerek WikiLeaks’i sabote etmeye çalışıyorlar; bu sabotaja,“anonim” adlı, bir internet “hackers”kolektifi, VISA, Mastercard, PayPal gibi“Wiki düşmanı” şirketlerin Web sitelerini işlemez hale getiren (ama finansal kaynaklara ve işlemlere bir zarar vermeden) siber saldırılarla cevap veriyor.
“Anonim”in imza olarak “V” (V for Vandetta, filmindeki anarşist kahraman)maskesi imajını taşıyan mesajlar bırakması da özellikle dikkat çekiyor.
Perşembe gecesi Londra Parlamento Meydanı da adeta “V for Vandetta”filminin sonundaki ayaklanma sahnelerini anımsatıyordu. On binlerce öğrenci meydanı işgal ediyor, önde gelen saygın bir TV sunucusu,“öğrenciler yıllar sonra ilk kez Parlamento Meydanı’nı halk adına protesto eylemlerine açtılar” demekten kendini alamıyordu. Bu sırada polis, öğrencilere atlı birlikleriyle saldırıyor, acımasızca copluyor, çocuklar mevzilerini korumak için inanılmaz bir direnç gösteriyorlardı. Küçük çaplı bir anarşist kolektifi, liseli öğrencileri de peşine takıp Maliye Bakanlığı’nın camlarını kırarak, içeri girmeye çalışıyor, bir başka grup içinde her biri milyonlarca sterlin kıymetinde tabloların sergilendiği Ulusal Portre Galerisi’ni işgal etmeye çalışıyordu.
Meydanda ateşler yanıyor, Curchill’in heykeline “Biz senin kölelerin değiliz”flaması asılıyor, biri heykelin kaidesine işiyordu. Bir kız öğrenci İngiltere bayrağına asılarak sallanıyordu. Tüm otorite simgeleri ayaklar altındaydı. Hükümet ve polis şaşkınlık ve panik içindeydi. O kadar ki, olayların tüm şiddetiyle sürdüğü meydana birkaç yüz metre ötede Regents Street’teki bir tiyatroda sahnelenecek Royal Variety Show’u (aristokrasi onuruna eğlence programı) ertelemek kimsenin aklına gelmiyor, gösteriye gelen Prens Charlesve karısı Camilla’nın limuzini birden kendini bir grup protestocu tarafından çevrilmiş olarak buluyordu. Birileri, Fransız devrimini anımsayarak “Off with their heads” (Uçurun kafalarını) diye bağırıyordu. Televizyonlar haberlerinde, Charles ve Camilla’nın, sonuna kadar açılmış ağızlarını, korkudan beyazlaşmış yüzlerini, bu sloganla birlikte izleyicilerine ulaştırıyordu: “Off with their heads”!
Bu sırada parlamentonun içinde, harçları 9 bin sterline kadar yükseltecek, en yoksul öğrencilerin yararlandığı eğitim ödeneklerini kesecek, üniversitelere devlet yardımını yüzde 85 oranında düşürecek yasa tasarısı oylanıyordu. Muhafazakâr Parti’yle koalisyon kurabilmek için ruhunu satan Liberal Parti (liberaller her yerde aynıdır), öğrencilerin basıncına dayanamayarak tam ortasından ikiye bölündü. Üyelerinin yarısından çoğu tasarıya hayır oyu verme cesaretini son anda kendilerinde bulabildiler. Oylamadan sonra, BBC yorumcusu, “Şimdi eve gitmek için parlamento binasından çıkmaya korkuyorlar” diyecekti. BBC’nin politika editörü, parlamentodan yaptığı yorumunda, yasanın küçük bir farkla, ama koalisyon hükümeti için büyük bir siyasi yenilgiyle geçtiğini vurguluyordu.
Polisin binlerce öğrenciyi, bu arada oradan geçmekte olan kimi turistler ve ilgisiz insanlarla bitlikte muhasara altına alarak saat 15.00’ten gece 23.30’a kadar önce meydanda, sonra köprünün (suyun) üzerinde soğukta, aç susuz, tuvalet olanağından yoksun bırakarak esir alması, medyada dahi büyük tepki çekti. Londra Emniyet Müdürü’yle konuşan hemen tüm medya temsilcileri hep aynı soruyu sordular: “Şiddet olaylarına sizin bu tecrit taktiğiniz yol açtı diyorlar, ne dersiniz?”

Tarih sahnesinde yeni bir kuşak geldi…

Bir taraftan Londra’dan Roma’ya (ve Türkiye’ye) öğrenci olayları, diğer taraftan “Anonim” kolektifi, özgürlüklerini, sosyal ekonomik haklarını savunmaya kararlı yeni bir kuşağın tarih sahnesine çıktığını gösteriyor.
İngiltere’de sokakları dolduran öğrenci hareketi, yalnızca üniversitelilerden oluşmuyor, liseli gençleri de kapsıyor. Bu hareket, salt kendi çıkarları için mücadele etmiyor, işçi hareketiyle ilişki kuruyor, yürüyüş ve okul işgallerinin yanı sıra önde gelen şirketlerin ve mağazaların binaları önünde “vergini öde” temalı korsan gösteriler düzenleyerek bunları teşhir ediyor, kendilerini savunmaya zorluyor. Bu korsan gösteriler (flash-mob) eğitimin toplumun tümünün refahı ve geleceği açısından önemini vurgularken “Bunlar vergi vermediği için bu kesintiler yaşanıyor” diyerek hem sorunu genelleştiriyor hem de halkın sempatisini topluyor.
Öğrencilerin bir kesimi sokaklarda, işgallerde, korsan gösterilerde mücadele ederken, bir diğer kesimi, dünya çapında çeşitli uluslara, kültürlere ait “hacktivist”lerden (hacker– activist) oluşan“Anonim” kolektifi, “Low Orbit Ion Canon” (alçak yörünge iyon topu) gibi kurgu bilim dizilerini anımsatan bilgisayar yazılımlarının yardımıyla, özgürlükleri sınırlamaya çalışan güçlere (şirketlere ve devletlere) karşı, internet ortamında, yepyeni mücadele yöntemleri, örgütlenme biçimleri yaratarak kafa tutuyorlar. Financial Times da şaşkınlığını gizlemeye gerek duymadan, “Bu yıl uzmanlar siber savaştan çok söz ettiler, ama hiçbiri, büyük şirketlere yönelik en büyük saldırının, dünyanın her tarafına yayılmış, belli bir liderliği, ulusal kimliği olmayan anarşist ve idealistlerden gelmesini beklemiyordu” diye yazıyordu.
Sakın kimse bu çocukları, öğrenci, küçük burjuva gibi sıfatlarla küçümsemeye çalışmasın. Bunlar, bilgi ve teknolojinin, sermaye birikimine eklemlenmesinin günümüzdeki biçimlerinin, ağlar ve gayri madde emek süreçleri ortamında artık proletaryanın yeni ve organik bir parçasını oluşturuyorlar. Siyasette de bu betimlemeye uygun bir refleks sergileyerek tüm insanlığın özgürlükleri, sosyal hakları ve geleceği için devletlere ve sermayeye karşı, her fırsatta geleneksel işçi sınıfıyla birleşmeye çalışarak, kimi zaman özverili bireyler, çoğu zaman bunların kolektifleri olarak, uzun süredir görülmeyen yaratıcılık örneklerini sergileyerek baş kaldırıyorlar.
Bu yeni kuşağı sevinçle, saygıyla, ama en önemlisi umutla karşılıyorum. Çünkü“korkunç bir güzellik doğuyor”kavgalarının içinde…

Wednesday, November 17, 2010

Yeni Yüzyıl’ın NATO’su

Bu hafta sonu başlayacak olan Lizbon toplantısına NATO yeni bir stratejik konsept benimseyecek. Bu yeni konsept “değişen dünyanın” koşullarına uygun yeni bir tehdit algısını, yeni bir ittifak anlayışını da içerecek. Aslında “yeni” olarak önümüze gelenlerin bir kısmı, 1990’ları sonunda gündeme gelen, Kosova savaşında filen uygulanan stratejik konseptin devamı. Bir kısmı da 11 Eylül olayının hemen ardından açıklanan Dört Yıllık Savunma Gözden Geçirme (QDR- 2001) raporundan alınmışa benziyor. Esas yenilik Rusya ile ilişkiler alanında kendini göstereceğe benziyor. Sanırım, Lizbon toplantısıyla birlikte, dünyanın yeni “durumuna” uygun yeni bir Batı ittifakı/ekseni, NATO platformu üzerinden şekillendirilmeye çalışılacak.

Dünyanın yeni “durumu”

Geçtiğimiz haftalarda gerçekleşen G20 toplantılarında yaşananlar dünyanın yeni “durumu” hakkında oldukça anlamlı bir fikir edinmemize yardımcı oldu. Bu konuya geçen hafta Çarşamba yazımda değinmiştim. Burada kimi önemli noktaları vurgulamakla yetineceğim.

ABD liderliğindeki Batı merkezli dünya ekonomisinin krizi, bu tarihsel şekillenmeyi taşıyan, yeniden üreten, temel varsayımları ve kuralları çürüterek, etkisini sürdürmeye devam ediyor. Bu dünya ekonomisinin merkezindekiler ne krizi aşabilecek ne de, “dengesizlikler” denen sorunu çözecek, önerileri, işbirliği biçimlerini, liderliği üretemiyorlar. Aksine, krizin kendi ulusal ekonomileri üzerindeki basıncını azaltmaya çalışırken aldıkları önlemler, G20 gibi uluslararası platformlarında tepkiyle karşılanıyor. Bir taraftan, dünya ekonomisinin yönetiminde ABD modelinden uzaklaşma eğilimleri güçlenirken, ABD’nin yükselen güçlerin dünya ekonomisine getirdikleri taleplere ve uygulamalara tahammülü kalmadığı görülüyor.

Son G20 toplantısı ABD’nin iradesini dayatamadığını, Çin’in yeni hegemonya adayı olarak yükselme sürecinin artık bir realite olarak kabul edildiği, Avrupa’nın ama özellikle Almanya’nın, yeni dengelere göre kendini, ABD’nin önerilerine destek vermekte isteksiz davranarak konuşlandırmaya başladığını gösterdi.

Özetle G20 toplantısı, ABD liderliğindeki Batı merkezli ekonomik ve siyasi sistemin zaaflarını, karşı karşıya olduğu riskleri ortaya koydu. Dahası, 1980’lerde yükselen Japonya’nın önünü kesmeyi başaran Batı ittifakının, bu gün Çin’in yükseliş karşısında benzer bir başarıyı göstermekten uzak olduğu ortaya çıktı. Artık, ister “çok kutuplu” (mültipolar), ister kutuplar arası (interpolar), ister “tartışmalı üstünlük” (contested primacy) olarak adlandırılsın, ABD’nin, soğuk savaş sonrasının tek kutuplu dünya projesi, bu bağlamda gündeme gelen imparatorluk denemesi geride kalmıştı. ABD hegemonyası restore edilemeyecek bir gerileme süreci yaşıyordu.

Aslından Batı açısından sorun biraz daha karmaşık. Eğer, son yıllarda çok sık dile getirildiği gibi dünya ekonomisinin merkezi, Batı’dan Doğu’ya gerçekten kaymaya (sermaye giderek Doğu’da yoğunlaşmaya) başlamışsa, teknolojik üstünlüğün, askeri gelişmelerin giderek siyasi iktidarın da bu yöne doğuya kayması kaçınılmaz olacaktır. Bu ise dünya devletler sisteminde yeni bir hegemonya ilişkisinin ve sermaye brikim rejiminin egemen olması demektir.

Kapitalist üretim tarzının tarihi, bize bu hegemonya ve sermaye birikim rejimi değişikliklerinin ancak çok büyük alt üst oluşlardan sonra gerçekleşebildiğini gösteriyor. Bu kez küreselleştik artık bu tür felaketler yaşanmadan da bu transferi gerçekleştirebilir diyenlere, 1914’den az önce de dünyanın ileri derecede küreselleşmiş ve çok hızlı bir teknolojik devrim sürecini yaşamış olduğunu anımsatmakla yetinelim.

Ve NATO’nun yeni stratejik kimliği

Soğuk Savaş bittikten sonra NATO’nun, artık bir anlamının kalmadığı ileri sürüldü. Hâlbuki NATO, yalnızca “Sosyalist Blok”a karşı bir ittifak değil, aynı zamanda Batı merkezli dünya ekonomisinin hegemonya ilişkilerini, Avrupa’yı, ABD’ye bağlayarak, korumaya hizmet eden bir siyasi-askeri platformdu. Bu yüzden NATO’nun görev alanı, stratejik konsepti, ilk fırsatta, Kosova savaşı sırasında fiilen sonra da 1999’da resmen “bölge dışında etkinlik göstermek” üzere yeniden tanımlandı.

Lizbon toplantısı bu konsepti mantıksal sonuçlarına ulaştıracak bir tehdit algısını ve ittifaklar sistemini kurumsallaştırmayı amaçlıyor. Bu tehdit algısı da Afganistan ve Irak’ın işgalini meşrulaştıran, yakında bunlara Yemen’i ekleyecek gibi görünen “Terörizme karşı savaş” kavramıyla yakından ilgili. Terörizme karşı savaş kavramı da ABD’nin gerileyen ekonomik siyasi hegemonyasını, askeri araçlarla sürdürme politikalarından kaynaklanan imparatorluk kavramının bir parçasıydı. Bu kavramı dünyaya ilan eden QDR-2001, yeni bir tehdit algısı da tanımlıyordu. Bu tehdit algısına göre, Batı ittifakını güvenliğini, artık büyük devletlerden değil daha çok, teröristlerden, haydut devletlerden gelecek saldırı olasılıkları tehdit ediyordu. Bu yeni risk algısı, bilişim ağlarına (internet) dayalı ekonomik askeri sistemlerin alt yapısını tehdit edebilecek sibernetik (internet üzerinden) saldırıları, iklim değişikliğinin getireceği sorunları, kaynaklara erişim yolarındaki aksama olasılıklarını da kapsıyordu.

Ancak bu yeni konseptin en önemli boyutunu ABD’nin NATO temsilcisi Ivo Daalder’in “A New Alliance an New Century (Yeni bir İttifak Yeni bir Yüzyıl) başlıklı yazısını (Rusi Journal, Ekim/Kasım 2010) okurken dikkatimi çeken ilginç bir durumdan hareketle kavramaya başladığımı düşünüyorum. Daalder’in yazısında Avrupa Birliği’nin önemi vurgulanıyor. Rusya’ile ilişkilerin üzerinde özellikle duruluyor, NATO’nun Japonya, Avustralya, Yeni Zelanda, Güney Kore gibi “küresel ortaklarından” söz ediliyor, ama dünyanın bir numaralı yükselen gücü, Asya’da, Latin Amerika’da Afrika’da hatta Ortadoğu’da ABD’nin geleneksel nüfuz alanlarına kaynak havzalarına girmeye başlamış olan ülkenin, Çin’in, adı geçmiyor.

Çin’in yeni NATO konseptinin dışında kalmasının nedeni bence, konseptin Çin’i hedef alarak tasarlanmış olmasından kaynaklanıyor. Bu yüzden, Yeni NATO konseptinin en önemli yeniliği Rusya’yı Avrupa ve Orta Asya üzerinden NATO platformuna çekerek, bir yeni bir Batı ekseni yaratmayı amaçlıyor olması.

Bu yüzden Rusya Afganistan’da NATO’ya yardım etmeye hazırlanıyor. Rusya Füze Kalkanı projesine katılmaya davet ediliyor; bu bağlamda kalkanın hedefi de şimdilik yalnızca İran’la sınırlanıyor. Times of India’nın aktardığına göre NATO Rusya’ya ABD uydularından elde ettiği verileri paylaşmayı öneriyor. Bu bağlamda, ABD’nin önde gelen “neo-con”larından Kagan’ın Cumhuriyetçi Partiye, Rusya ile karşılıklı nükleer başlıkları azaltma anlaşması (muhafazakarların nefret nesnesi) START’ı bir evvel onaylayarak Rusya ile ilişkilerin gelişmesinde sorun çıkartmamalarını öneriyor. Bu yeni işbirliği ruhunun bir soncu olarak Rusya Devlet başkanı Medvedev yapılan davet üzerine Lizbon toplantısına katılmaya geliyor.

Özetle, bana, yeni NATO konsepti, Dünya ekonomisinin merkezinin doğuya kaymaya başlaması, Çin’in şimdilik önlenemez görünen yükselişi karşısından Batı merkezli dünya ekonomisini koruyabilmek için, ittifaklar zincirini Rusya’yı da içine alacak biçimde genişletmeyi, Amerika -Avrupa-Avrasya üzerinden bir Batı ekseni oluşturmayı amaçlıyor gibi geliyor.

Tuesday, November 02, 2010

Seçimlerden Sonra Savaş mı Var?

ABD’de yarın (2 Kasım) yapılacak temsilciler meclisi ve senato seçimlerinde, Demokratik Parti’nin büyük kayıplar vermesi bekleniyor. Kimi yorumcular, örneğin Stratfor’un direktörüGeorge Friedman (Real Clear Politics26/10/10) ve Ortadoğu uzmanı yazar Victor Kotsev, (The Asia Times, 28/10/10), Başkan Obama’nın ikinci kez seçilebilmek için İran’la bir savaşı göze alabileceğini düşünüyorlar.

Yenilgiyle sonuçlanan seçimlerden sonra Obama yönetiminin iç ve dış politikalarında kimi değişikliklerin gerçekleşmesi doğaldır. Bu değişiklikler Afganistan ve Irak’tan sonra bir savaşa daha yol açar mı? Bu sorunun cevabını bilemiyorum, ama ABD’de çok tehlikeli bir siyasi savrulmanın şekillenmeye başladığını düşünüyorum

Büyük düş kırıklığı

Tarih, siyasette büyük düş kırıklıklarının büyük savrulmalara yol açtığını gösteriyor. Gecen seçimlerde, Cumhuriyetçileri terk ederek Obama’yı iktidara getiren koalisyona katılan Katolik, kadın, yoksul (beyaz işçi sınıfı) seçmenin, bu çatıyı terk ederek Cumhuriyetçilere döndüğü görülüyor (The New York Times, 27/10). Geçen seçimlerde büyük sermaye, Wall Street, Demokratik Parti’ye, Cumhuriyetçilerden daha çok mali yardım yapmıştı. Şimdi Demokratlar, Cumhuriyetçilerin,“kaynağı açıklanmayan” kampanya fonlarından daha fazla yararlandığından, kampanyalarda kendilerinden beş kat daha fazla para harcadığından yakınıyorlar (Christian Science Monitor, 21/10). Büyük şirketlerin de Cumhuriyetçilere yönelmeye başladığı anlaşılıyor.

İktidara gelirken herkese her şeyi vaat eden Obama yönetiminin şimdi üç ateş arasında kaldığı söylenebilir. Demokrat Parti’nin büyük çoğunluğu ve sol kanadı, Obama’nın, beklediklerinden çok daha uzlaşmacı ve sağcı çıkmış olmasından yakınıyorlar. Cumhuriyetçi partinin çoğunluğu ve sağ kanadı, Obama’nın aslında gizli Müslüman, sosyalist, hatta“anti-sömürgeci” olduğuna ve ABD’nin dünyadaki liderliğine son vermeyi amaçladığına inanıyor. İş çevrelerinin dergisi Forbes, “Obama bekli de tarihin, en özel sektör (business) düşmanı devlet başkanıdır” diye başlayan yorumlar yayımlıyor (Dinesh D’Souza, 27/09/10). Financial Times’da John Gapper,“Obama özel sektörü (business) sevmeyi öğrenmelidir” başlıklı yorumunda, Obama’nın “küçük sermayenin değerli, büyük sermayenin şüpheli olduğuna inanan antika bir dünyada yaşadığını”ileri sürdükten sonra, her fırsatta büyük bankaları, çokuluslu şirketleri eleştirmesinden yakınıyor. Obama’nın uluslararası şirketlerinin önemini kavrayamadığını savunuyor ( 27/10).

Büyük savrulma…

Böylece Obama’nın hem büyük sermayenin, hem orta sınıfların, beyaz işçi sınıfının tepkisinin hedefi olduğu görülüyor. Olağan zamanlarda, böyle bir görüntü, her iki partinin birbirine ne kadar yakın olduğunu düşünüce, büyük bir savrulma anlamına gelmeyebilirdi. Ama bugün çok özel koşullar var. Kamuoyu yoklamaları seçmenin her iki partiden de hoşnut olmadığını gösteriyor. Çünkü seçmen açısından“ekonomi çalışmıyor, siyasi sistem ondan daha bozuk, korkuyorlar, umutlarını kaybediyorlar, bugüne kadar hiç görülmeyen oranda kutuplaşıyorlar”(Washington Post, Matt Miller 27/10; Dan Blast, 28/10).

Böylece iki düzen partisine karşı gelişen tepkinin içinden, önceki hafta tartıştığımız “Çay Partisi” hareketi çıkıyor. İlk anda Cumhuriyetçi partinin sağ kanadının aşırı tepkisi olarak görülebilecek bir hareket hızla büyümeye başlıyor. Giderek Evangelik Hıristiyanlığı, milis, “Patriot” (yurtsever) hareketi gibi, ırkçı, homofobik, silahlı, sağ popülist akımları bünyesinde toplamaya başlıyor (örneğin bkz: Gaiutra Bahadur, “Nativist Militias Get a Tea-Party Makeover” The Nation, 28/10/ 2010). “Çay Parti”si, Cumhuriyetçi parti önseçimlerinde, geleneksel adayları kenara iterek çok sayıda adayını öne geçiriyor. Bunlar şimdi hem meclise hem de senatoya girecekler. Önümüzdeki dönemde bu parlamento Obama’yı bloke edecek, hatta devirmeye çalışacak. O da, ayakta kalabilmek için, bugün bulunduğu noktayla onlarınki arasında bir yeri tutmaya çalışacak (tüm siyasi tarihi boyunca yaptığı gibi). Böylece ABD sağa kaymaya devam edecek. Bu savrulmayı geçici bir tepki olarak görmek, Clinton döneminde olduğu gibi, Obama’nın da bu yenilgiyle halkı korkutup biraz da sağa kayarak ikinci kez seçilebileceğini düşünmek tabii ki olanaklı. Ama yukarıda değindiğim gibi özel bir tarihsel dönemden geçiyoruz.

‘Anti-sömürgeci Obama’…

Obama’nın politikalarını “Çay Partisi”nden daha geniş kesimlere anlatabilmek, çokuluslu şirket“aristokrasisini” bu kanada katılmaya ikna etmek için gizli Müslüman, sosyalist gibi savların ötesinde daha rafine kesimlerin kaygılarına uygun bir söylem gerekiyor. İngiliz sömürgeciliğine karşı savaşmış “Kenyalı bir entelektüelin oğlu Obama’nın siyaseti, en iyi anti-sömürgecilik paradigması içinde anlaşılabilir” savı, bu yeni söylemi mükemmel bir biçimde sunuyor. İngiliz medyasında üretilen, Newt Gingrich gibi Cumhuriyetçi partinin aşırı sağcı liderleri tarafından benimsenen (The New Republic, 28/09), ardından Hindistan doğumlu, Katoliklikten Evangelistliğe geçmiş sağcı bir entelektüel Dinesh D’Souza tarafından geliştirilen bu sav“zamanın ruhuna” da çok uygun.

Ekonomik kriz, yüksek işsizlik işçi sınıfını, orta sınıfları korkutuyor, güvensizlik duygusunu körüklüyor. Bu kesimler ABD’nin ihracat gücünün, teknolojik üstünlüğünün, uluslararası alandaki rakipsiz konumunun meyvelerini yedikleri zamanları, kısacası ABD hegemonyasını özlüyorlar. Bu, ABD’li çokuluslu şirketler açısından, gelişmekte olan piyasalara kolayca girip çıkabildikleri, “ekonomik tetikçilerin”yeni iş alanları açtığı, hükümetleri değiştirebildiği bir “asr-ı saadet”dönemiydi. Şimdi Çin, Hindistan, Rusya, Brezilya gibi ülkeler yükseliyor, ABD’nin nüfuz alanlarına (“yenisömürgecilik” coğrafyalarına) giriyorlar; madenleri, değerli mineralleri, gıda enerji havzalarının denetimini ele geçirmeye, hükümetleri etkilemeye başlıyorlar. Böylece hem ABD işçi sınıfının ve orta sınıfının refahının altın çağını hem de çokuluslu şirketlerin “asr-ı saadeti”nin bittiğini haber veriyorlar.

Artık kendi işçi sınıfının, orta sınıfın refah kaybını ülke içi kaynaklarıyla telafi edemeyen ABD egemen sınıfları açısından, Cecil Rhodes’ın “devrim istemiyorsanız emperyalizme katlanacaksınız” sözleri gerçeklik kazanıyor. Simgesel bir hareketle Churchill’in büstünü Beyaz Saray’dan çıkaran Obama’yı, İngilizlerin de yardımıyla, bu eksenden eleştirmeye başlamak, büyük sermayenin arzularıyla alt sınıfların korkuları arasında bir köprü kurmaya olanak sağlıyor. Tam dış piyasalara, doğal kaynaklara, nüfuz alanlarına gereksinim artarken,“sömürgeciliğe karşı”, “ABD liderliğini tasfiye etmeye kararlı” bir başkan olabilir mi? Obama antis-ömürgeci filan değil. Ama bu söylemin, siyaseti daha militarist bir yöne çekmeye ve emperyal maceralar için gerekli kamuoyu desteğini, insan malzemesini oluşturmaya hizmet edeceği de bir gerçek. Böyle bakınca, ABD’nin Ortadoğu’daki hareket alanını kısıtlayan İran’ın etkisinin kaldırılmasının önemi, hem stratejik bölgeleri denetim altında tutmak hem de ABD’nin askeri gücüne güveni restore etmek açısından artıyor.

Tuesday, October 26, 2010

G20 Toplantısının Aynasında...

Hafta sonu G20 toplantısı yapıldı. Toplantı öncesinde ve toplantının ilk gününde egemen olan hava, önceki hafta yapılan IMF-Dünya Bankası’ndakinden farklı değildi (Dünya Ekonomisine bakış, 11Ekim): Küresel “dengesizlikler”, döviz savaşları korkusu. Bu hafta sonunda yapılan yalnızca maliye bakanları toplantısıydı, 11 Kasım’da Seul’de yapılacak “esas” liderler toplantısına zemin hazırlamayı amaçlıyordu. Ama Seul’de yapılacak liderler toplantısından da tıkanıklığı açacak bir sonuç çıkacak gibi görünmüyor. Çünkü tıkanıklıkların arkasında hem yapısal hem de psikolojik-kültürel (siyasi) nedenler var. Bu nedenlerin kısa sürede (öngörülebilir bir dönemde) ortadan kalkması olanaklı değil.

Hep aynı Déjà vù

Hannah Barbara’nın çizgi film karakteri Ayı Yogi’nin (Yogi Bear) deyişiyle “Hep aynı Déjà vù”durumunu yaşıyoruz. IMF-Dünya Bankası toplantısında da bir “Déjà vù” olmuştu. Çünkü bir önceki toplantıda da aynı konular ve çelişkiler vardı. Bu kez de aynı şey; bir “Déjà vù” daha...

ABD’nin dış ticaret açığı, zayıf ekonomik toparlanma ve yüzde10 dolayında dolaşan işsizlik oranlarına karşın, kimi gelişmekte olan ülkelerin, yüksek büyüme hızı, büyük ticaret fazlası, döviz rezervleri olduğu görülüyor. Bunların içinde de bildiğiniz gibi en dikkat çeken ülke Çin. ABD bu“dengesizliklerin” temizlenmesini istiyor. Önerdiği çözüm de, Hazine Bakanı Geithner’in G20 toplantısına gönderdiği mektupta ifade edildiği gibi, dış ticaret fazlasına bir üst sınır getirmek, başta Çin olmak üzere bir seri Asya ülkesinin dövizlerini değerlendirmeye ikna etmek.

BBC’nin bildirdiğine göre mektup G20 bakanlar toplantısında bir direnişle karşılaşmış. Böyle olması da çok doğal. Çünkü bu rezervlerin ve dış ticaret fazlası sorununun arkasında, öncelikle Dünya Bankası’nın eski baş ekonomisti, Nobel ödüllü iktisatçıJoseph Stiglitz’in işaret ettiği gibi, ülkelerin, “kendilerini istikrarsızlıktan korumak için büyük döviz rezervlerine sahip olmaları gerektiğini görmüş olmaları” yatıyor (Christian Science Monitor, 21/10). Diğer bir deyişle bu rezervlerin arkasında, 1997 Asya krizinin etkileri ve küreselleşmeye (finansallaşmaya) karşı korunma çabaları var.

İkinci neden de yine“küreselleşmeyle”, daha doğrusu, 1982 borç krizinden sonra, bu ülkeleri ihracata dayalı büyümeye, dışa açılmaya iten IMF “reformları” ile, bunun öbür yüzü merkezdeki finansallaşmayla ilgili. Bugün G20 ülkelerinin hemen hepsi, ihracatı büyümenin en temel lokomotifi olarak görüyor. Daha önce bu köşede,Financial Times’dan aktardığım gibi, merkez ülkeleri, krizi (talep yetersizliği sorununu) ihracat yoluyla aşmaya çalışıyorlar.

ABD’nin isteğine uyarak“dengesizlikleri” temizlemeye kalkacak olanlar, kendi büyüme hızlarını feda etmeleri, bu fedakârlığın sonucu ihracatçı sektörde oluşacak tahribatın ve işsizliğin siyasi sonuçlarına katlanmaları gerekecek. G20 ülkelerinin, artık tükendiği ortada olan bir modeli, bu modelin mimarı ABD hegemonyasını restore etmeleri için güçlü bir nedenleri yok. ABD de tehdit etmenin dışında teşvik edici birtakım avantajlar sunamıyor...

Aksine, bu ülkelerin mal piyasalarını kullanmanın ötesinde, daha da hızlanacak olan sıcak para harekeleri yoluyla, bu ülkelerin ufkuna, yeni istikrarsızlık riskleri getiriyor. Bu nedenle Çin parasının değerini kendi ekonomisinin gereksinimlerine uygun bir hızda arttıracağını söylerken, Brezilya ve Endonezya (geçmişte sıcak para hareketlerinden çok çekmiş iki ülke) sermaye hareketlerine kısıtlamalar getiriyorlar. Güney Kore de getirmeye hazırlanıyor. Tüm bunları iki hafta önce de konuşmuştuk, gelecek aylarda, haftalarda da “hep aynı Déjà vù”yu yaşamaya devam edeceğimize eminin. Bu yüzden, gelin bu tartışmalara biraz eğlenceli bir açıdan bakmaya çalışalım.

Nostaljik, histerik, nörotik

Bir süredir, ABD dış politika çevrelerinden kimi yazarların yorumlarında, ABD liderliğinin (hegemonyasının) herkesi önüne katıp götürdüğü “küreselleşme engellenemez” günlerine yönelik bir“nostalji” dikkat çekiyor. Biliyorsunuz “nostalji”, eski Yunancada “nostos” (eve dönüş) ve“algos” (acılı, hüzünlü) sözcüklerinin birleşiminden oluşuyor. Gerçekten de ABD’nin uluslararası alandaki liderliği gittikçe zayıflıyor, etkisini kaybediyor, önceki dönemi düşünmek bu yazarları hüzünlendiriyor. Diğer taraftan, 2007-2009 mali krizinin şok dalgası geçtiğinden, dünya ticaretinde ve sermaye hareketlerinde görülen iyileşmeler umutlandırıyor, “Küreselleşme geri geliyor” (Hufbauer & Suominen,Foreign Policy, 21/10) başlıklı uzun denemeler yazdırıyor. Ama bu yazarlar da bu geri dönüşün hüzünlü bir durum olduğunun farkındalar. Çünkü dış ticaretteki toparlanma ABD’nin değil, yükselen güçlerin artan etkilerine işaret ediyor. Sermaye hareketleriyse, çoğu ABD kaynaklı, heç fonların sıcak para operasyonlarından ve yükselen güçlerin “devlet fonlarından”kaynaklanıyor. Birincisi tepki çekiyor, korumacı refleksleri harekete geçiriyor. İkincisiyse, çok uygun koşullarda geldiğinden, gelişmekte olan ülkelerin yönetimlerince, Afrika ve Latin Amerika’da adeta kapıda karşılanıyor.

Histeri ise ABD dış politika refleksiyle ilişkilendirilebilecek bir durum. ABD yönetimi, kriz yönetim modelinin tükendiğini, uluslararası alanda iktidar kaybetmekte olduğunu (kastrasyon) yadsıyor (kabullenmek istemiyor). ABD ısrarla, dünya ülkelerine, ABD liderliğinin kapitalizm (“Büyük Öteki”) için ne kadar gereklive herkesin yararına olduğunu anlatıyor. Onu kimse dinlemiyor, ama o ne “Amerika’nın ekonomik siyasi yapısının” artık kafasındaki eski Amerika imajına uygun olmadığını görebiliyor, ne de “yapısının” yeni haline uygun bir konumu benimsemeye hazır görünüyor. ABD yönetimi bu “çatlakta” ısrarla, biteviye, sanki hâlâ egemen güçmüş gibi anlatmaya devam ediyor...

Nörotik’lik de bence Çin’in tutumlarıyla ilgili. Çin liderliğinin çeşitli açıklamalarından, “toplumsal ahengin” önemine yaptıkları vurgudan, ihracata yönelik modeli terk etmek, iç tüketime, katma değer oranı, teknoloji içeriği yüksek malların üretimine geçmek istediklerini, hatta bu yönde adımlar atmakta olduklarını anlıyoruz. Ama ABD veya IMF-Dünya Bankası, bu yönde önerilerle gelince, hemen tepki gösteriyor, sert çıkışlar yapıyorlar. Çünkü Çin liderliği (belki de haklı olarak), kendisi için gerekli bu dönüşümün gerektirdiği fedakârlıklardan, ABD ve Batı’nın, diğer bir deyişle simgesel evrenindeki (yüzyıllık aşağılanma ve sömürü söylemi) “Büyük Öteki’nin”yararlanmasından, böylece bugünkü konumunu kaybetmekten korkuyor. Kendi yükselişini ve dönüşümünü“Büyük Öteki’nin” hizmetine vermekten korkuyor...

Almanya’nın Avrupa Birliği içindeki tutumunda da buna benzer bir yaklaşım görülebilir. AB’yi stabilize edecek mali kaynaklar var ama, Almanya bu kaynakları harekete geçirirken yapacağı“fedakârlıklardan”, AB içindeki (ve dışındaki) diğer güçlerin (ötekileri) yararlanmasından korkuyor. Böylece hem Çin hem de Almanya, nörotik refleksleri yüzünden kendi hegemonya inşa süreçlerini sabote ediyorlar...

Thursday, October 21, 2010

‘Obamania’dan ‘Çay Partisi’ne

ABD’de 2 Kasım’da yapılacak Senato ve Temsilciler Meclisi ara seçimlerinden, Demokrat Parti’nin büyük bir yenilgiyle çıkarak Temsilciler Meclisi’ndekiçoğunluğunu kaybetmesi bekleniyor. DP’nin senatodaki çoğunluğunu kaybetmesi olasılığı da var. Böyle bir gelişme, seçmenin bir dönem ortası protestosunun sonucu olmanın ötesinde bir anlama sahip gibi görünüyor. Siyasette bir iklim değişikliği de söz konusu.

Cumhuriyetçileri bile korkutan yükseliş

İki yıl önce bu zamanlar ABD seçmeninde, hatta dünya kamuoyunda, benim bu köşede “Obamania” olarak nitelediğim (gerek bizim gazetede, gerekse de genelde sosyalistler arasında kuşkuyla karşılanan) bir iyimserlik dalgası yükseliyordu. Zizek’in, kuşkuyla yaklaşanlara karşı “Sinizme kapılmayın, umuda bir şans verin” dediği bu iyimser beklentilere göre ABD’de ilerici bir kabarış yaşanıyordu. Obama seçilecek, ABD siyasi coğrafyası ve uluslararası ilişkiler köklü bir biçimde daha demokratik, adaletli, eşitlikçi bir yönde değişecekti.

Aradan geçen zaman ne yazık ki Zizek’i haklı çıkarmadı. Obama yönetimi tam anlamıyla bir düş kırıklığına, moral bozukluğuna yol açtı. İlerici dalga zayıfladı, giderek geri çekilmeye başladı. Bu sırada, sağda Cumhuriyetçi partinin geleneksel kanadını bile korkutmaya başlayan, sekter-gerici, popülist bir dalga şekillenerek yükselmeye başladı. Bu dalganın başını çeken “Çay Partisi” (İngiliz İmparatorluğu’na karşı isyanı başlatan bir eyleme göndermeyle) adındaki sağ gruplar ve örgütler koalisyonu yapının adayları ön seçimlerde, Cumhuriyetçi Parti içinde, partinin geleneksel adaylarının önemli bir kesimini tasfiye ederek, kendileri aday olmayı başardılar. Böylece Demokratlar Meclis’te ve belki de Kongre’de çoğunluğu kaybederken, özellikle Meclis’te Obama’nın politikalarına karşı mücadele etmeye kararlı üyeleri içeren bir Cumhuriyetçi parti çoğunluğu şekillenmiş olacak.

Obama’yı yargılayarak devirmeye kararlı görünen Çay Partisi üyelerinin, partinin geri kalanını da etkilemesi bekleniyor. Böylece oluşacak bir muhalefetin, Obama döneminde, sakatlanarak da olsa geçmiş olan sosyal güvenlik, sağlık reformları da olmak üzere birçok yeni yasayı geri çevirmeyi, Bush yönetiminin zenginlere yönelik vergi indirimlerini kalıcılaştırması, Obama’nın göndereceği tasarıları bloke ederek, kararnamelerle yönetmeye zorlayarak kutuplaşmayı daha da güçlendirmesi bekleniyor.

New York Times’ın aktardığına göre,“Çay Partisi” adaylarının bazıları, savunma, adalet, hazine gibi anayasal işlevleri olan bakanlıkların dışındaki, tarım, eğitim, iç işleri, konut ve kent geliştirme, ulaşım ve enerji gibi bakanlıkları tasfiye ederek daha “saf bir yönetim yapısına” ulaşmak istiyorlarmış.

“Çay Partisi” hareketi yükselişinin enerjisini, dinci evanjelik gruplarla, federal hükümet düşmanı milis hareketiyle, “neocon” çevrelerle, İsrail yanlısı çevrelerle, petrol ve savunma sektörleriyle, silah lobisiyle, kürtaj karşıtı örgütlenmelerle, göçmen ve yabancı düşmanı ırkçı akımlarla çok yakın hatta organik ilişkilere sahip olmasından alıyor. Diğer bir deyişle mali ve toplumsal açılardan güçlü desteklere sahip bir hareket bu.

Financial Times’ta Philip Stevens’in işaret ettiği gibi, böyle bir yükselişin ABD’nin dış politika reflekslerini, dolayısıyla uluslararası ilişkilerin iklimini de etkilemesi kaçınılmaz. Bu etkilerin, ABD dış politikasında, uluslararası ticaret alanında, (Çay Partisi’nin beyaz işçi sınıfı içindeki etkisi de düşünüldüğünde) korumacılıktan, Çin’e karşı dayatmacılıktan, Ortadoğu’da İsrail’i destekleyen, İran, Hamas, Hizbullah üçlüsüne karşı sertlikten yana bir çizgiyi güçlendirecektir. ABD’nin “Küresel Isınma” alanındaki uluslararası pazarlıklarda işbirliğine daha uzlaşmaz, Avrupa karşısında yeniden tek yanlı, dayatmacı yaklaşımlara geri dönmesi de söz konusu olabilir.

Ve maddi temelleri…

Demokrat Parti seçmeninin moral bozukluğu, siyasetten uzaklaşma eğilimi“Çay Partisi” hareketinin yükselmesini kolaylaştırıyor, ama bu hareketin arkasında güçlü maddi dinamikler de var. Bunların başında ekonomik krizin aşağı orta sınıf ve işçi sınıfı üzerinde yarattığı yıkım geliyor. Krizin etkisiyle 2007’den bu yana 6 milyon Amerikalı yoksulluk sınırı altına düşmüş, on yıldır durağan olan medyan gelir de yüzde 4.2 gerilemiş. (The Guardian12/10).

İşsizlik yüzde 10’a yaklaşır, kredi kartları borçları ödenemez, medyan fiyatı yüzde 20 düşen evler “morgıç” borçlarını karşılayamaz hale gelir, milyonlarca insan evlerini kaybederken aşağı orta sınıfın, ABD’de kendini orta sınıf olarak gören iş sahibi işçi sınıfının, esas olarak kredi köpüğüne dayanan yaşam tarzı (refahı) hızla dağılmaya başlamış. The New York Times’ın bir araştırması, “Kriz öncesi düzeye ne zaman dönebiliriz”sorusuna karşılık uzmanların 10-13 yıldan söz ettiklerini aktarıyordu. (12/10)

Krizin getirdiği bu yıkıntı üzerinde Obama’nın “hataları”(!?), buna karşılık sağın bu hatalardan yaralanma başarısı, Obamania’nın çökmesine neden oldu.

Walden Ballo’nun işaret ettiği gibi Obama’nın en büyük taktik “hatası”, krizin sorumluluğunu, 1980’lerde Reaganve Thatcher hükümetlerinin yaptığı gibi, önceki hükümetin, Bush yönetiminin üzerine yıkmamış, paylaşmayı kabullenmiş olmasıydı. İkincisi, Obama, mali sermayeden emekçilerden yana tavizler kopartarak,1930’ları New Deal Politikası gibi tüm ekonomiyi canlandırmayı, istihdam yaratmayı amaçlayan tedbirleri uygulamaya sokamadı. Obama, Bush yönetiminin, bankaları kurtarma programlarına yenilerini ekleyerek mali sektöre trilyon dolarlık kaynak aktarmaya devam etti hem de halkın büyük çoğunluğu krizden bunalırken…

Bu iki adım, büyük moral bozukluğu, isteksizlik yarattı, Obama’nın, partisinin faaliyetlerini canlandırarak, bu yolla toplumun geri kalanını eğitecek bir siyasi hareketlilik yaratmasının (“bunu yapmak istedi de olmadı mı” sorusunu bir kenara koyuyorum) önünü kapadı.

Bu “hatalar” karşısında sağın çok etkili adımlar attığını gördük. Sağ, ekonomik krizin, işsizliğin faturasını Obama’ya çıkardı, mali sektöre yönelik kurtarma paketlerine karşı çıkarken, aynı anda, sağ popülizmin federal devlet düşmanı duyarlılıklarından yararlanarak, sosyal sigortalar, sağlık reformlarına karşı,“özgürlük”, “Sosyalizme hayır”sloganıyla, Obama’nın Hüseyin adını, rengini de işin içine sokarak, sosyalist olmakla suçlayarak, bir protesto hareketi geliştirdi. Bu hareket, küresel ısınma bağlamında petrol sermayesinin, genelde muhafazakâr kapitalistlerin mali desteğini de alarak kısa sürede güçlendi.

Newsweek’in 1971’de yaptığı, “para ile siyaset arasında o kadar organik bir bağ var ki, bir reform beklemek, bir cerrahtan kendisine açık kalp ameliyatı yapmasını istemek gibi bir şeydir” (Counterpunch12/10) saptaması, Obama için de geçerli. O da düzenin içinden, dev şirketlerin, büyük bankaların mali desteğiyle seçildi, krizin pisliğini temizlemeye çalışırken, yükselen muhalefetin nefretini üzerinde topladı, sınıf mücadelesinde sağı,“yapıyı” hedef olmaktan kurtardı…