Thursday, December 30, 2010
‘Weimar İstanbul’
Friday, December 24, 2010
Mali Krizin ‘Beşinci’ Yılına Girerken
Bir yılda yedi zirve
Almanya yükseliyor, tedirginlik artıyor
Monday, December 13, 2010
‘Korkunç Bir Güzellik’Doğuyor
‘V’ for Vandetta
Tarih sahnesinde yeni bir kuşak geldi…
Wednesday, November 17, 2010
Yeni Yüzyıl’ın NATO’su
Bu hafta sonu başlayacak olan Lizbon toplantısına NATO yeni bir stratejik konsept benimseyecek. Bu yeni konsept “değişen dünyanın” koşullarına uygun yeni bir tehdit algısını, yeni bir ittifak anlayışını da içerecek. Aslında “yeni” olarak önümüze gelenlerin bir kısmı, 1990’ları sonunda gündeme gelen, Kosova savaşında filen uygulanan stratejik konseptin devamı. Bir kısmı da 11 Eylül olayının hemen ardından açıklanan Dört Yıllık Savunma Gözden Geçirme (QDR- 2001) raporundan alınmışa benziyor. Esas yenilik Rusya ile ilişkiler alanında kendini göstereceğe benziyor. Sanırım, Lizbon toplantısıyla birlikte, dünyanın yeni “durumuna” uygun yeni bir Batı ittifakı/ekseni, NATO platformu üzerinden şekillendirilmeye çalışılacak.
Dünyanın yeni “durumu”
Geçtiğimiz haftalarda gerçekleşen G20 toplantılarında yaşananlar dünyanın yeni “durumu” hakkında oldukça anlamlı bir fikir edinmemize yardımcı oldu. Bu konuya geçen hafta Çarşamba yazımda değinmiştim. Burada kimi önemli noktaları vurgulamakla yetineceğim.
ABD liderliğindeki Batı merkezli dünya ekonomisinin krizi, bu tarihsel şekillenmeyi taşıyan, yeniden üreten, temel varsayımları ve kuralları çürüterek, etkisini sürdürmeye devam ediyor. Bu dünya ekonomisinin merkezindekiler ne krizi aşabilecek ne de, “dengesizlikler” denen sorunu çözecek, önerileri, işbirliği biçimlerini, liderliği üretemiyorlar. Aksine, krizin kendi ulusal ekonomileri üzerindeki basıncını azaltmaya çalışırken aldıkları önlemler, G20 gibi uluslararası platformlarında tepkiyle karşılanıyor. Bir taraftan, dünya ekonomisinin yönetiminde ABD modelinden uzaklaşma eğilimleri güçlenirken, ABD’nin yükselen güçlerin dünya ekonomisine getirdikleri taleplere ve uygulamalara tahammülü kalmadığı görülüyor.
Son G20 toplantısı ABD’nin iradesini dayatamadığını, Çin’in yeni hegemonya adayı olarak yükselme sürecinin artık bir realite olarak kabul edildiği, Avrupa’nın ama özellikle Almanya’nın, yeni dengelere göre kendini, ABD’nin önerilerine destek vermekte isteksiz davranarak konuşlandırmaya başladığını gösterdi.
Özetle G20 toplantısı, ABD liderliğindeki Batı merkezli ekonomik ve siyasi sistemin zaaflarını, karşı karşıya olduğu riskleri ortaya koydu. Dahası, 1980’lerde yükselen Japonya’nın önünü kesmeyi başaran Batı ittifakının, bu gün Çin’in yükseliş karşısında benzer bir başarıyı göstermekten uzak olduğu ortaya çıktı. Artık, ister “çok kutuplu” (mültipolar), ister kutuplar arası (interpolar), ister “tartışmalı üstünlük” (contested primacy) olarak adlandırılsın, ABD’nin, soğuk savaş sonrasının tek kutuplu dünya projesi, bu bağlamda gündeme gelen imparatorluk denemesi geride kalmıştı. ABD hegemonyası restore edilemeyecek bir gerileme süreci yaşıyordu.
Aslından Batı açısından sorun biraz daha karmaşık. Eğer, son yıllarda çok sık dile getirildiği gibi dünya ekonomisinin merkezi, Batı’dan Doğu’ya gerçekten kaymaya (sermaye giderek Doğu’da yoğunlaşmaya) başlamışsa, teknolojik üstünlüğün, askeri gelişmelerin giderek siyasi iktidarın da bu yöne doğuya kayması kaçınılmaz olacaktır. Bu ise dünya devletler sisteminde yeni bir hegemonya ilişkisinin ve sermaye brikim rejiminin egemen olması demektir.
Kapitalist üretim tarzının tarihi, bize bu hegemonya ve sermaye birikim rejimi değişikliklerinin ancak çok büyük alt üst oluşlardan sonra gerçekleşebildiğini gösteriyor. Bu kez küreselleştik artık bu tür felaketler yaşanmadan da bu transferi gerçekleştirebilir diyenlere, 1914’den az önce de dünyanın ileri derecede küreselleşmiş ve çok hızlı bir teknolojik devrim sürecini yaşamış olduğunu anımsatmakla yetinelim.
Ve NATO’nun yeni stratejik kimliği
Soğuk Savaş bittikten sonra NATO’nun, artık bir anlamının kalmadığı ileri sürüldü. Hâlbuki NATO, yalnızca “Sosyalist Blok”a karşı bir ittifak değil, aynı zamanda Batı merkezli dünya ekonomisinin hegemonya ilişkilerini, Avrupa’yı, ABD’ye bağlayarak, korumaya hizmet eden bir siyasi-askeri platformdu. Bu yüzden NATO’nun görev alanı, stratejik konsepti, ilk fırsatta, Kosova savaşı sırasında fiilen sonra da 1999’da resmen “bölge dışında etkinlik göstermek” üzere yeniden tanımlandı.
Lizbon toplantısı bu konsepti mantıksal sonuçlarına ulaştıracak bir tehdit algısını ve ittifaklar sistemini kurumsallaştırmayı amaçlıyor. Bu tehdit algısı da Afganistan ve Irak’ın işgalini meşrulaştıran, yakında bunlara Yemen’i ekleyecek gibi görünen “Terörizme karşı savaş” kavramıyla yakından ilgili. Terörizme karşı savaş kavramı da ABD’nin gerileyen ekonomik siyasi hegemonyasını, askeri araçlarla sürdürme politikalarından kaynaklanan imparatorluk kavramının bir parçasıydı. Bu kavramı dünyaya ilan eden QDR-2001, yeni bir tehdit algısı da tanımlıyordu. Bu tehdit algısına göre, Batı ittifakını güvenliğini, artık büyük devletlerden değil daha çok, teröristlerden, haydut devletlerden gelecek saldırı olasılıkları tehdit ediyordu. Bu yeni risk algısı, bilişim ağlarına (internet) dayalı ekonomik askeri sistemlerin alt yapısını tehdit edebilecek sibernetik (internet üzerinden) saldırıları, iklim değişikliğinin getireceği sorunları, kaynaklara erişim yolarındaki aksama olasılıklarını da kapsıyordu.
Ancak bu yeni konseptin en önemli boyutunu ABD’nin NATO temsilcisi Ivo Daalder’in “A New Alliance an New Century (Yeni bir İttifak Yeni bir Yüzyıl) başlıklı yazısını (Rusi Journal, Ekim/Kasım 2010) okurken dikkatimi çeken ilginç bir durumdan hareketle kavramaya başladığımı düşünüyorum. Daalder’in yazısında Avrupa Birliği’nin önemi vurgulanıyor. Rusya’ile ilişkilerin üzerinde özellikle duruluyor, NATO’nun Japonya, Avustralya, Yeni Zelanda, Güney Kore gibi “küresel ortaklarından” söz ediliyor, ama dünyanın bir numaralı yükselen gücü, Asya’da, Latin Amerika’da Afrika’da hatta Ortadoğu’da ABD’nin geleneksel nüfuz alanlarına kaynak havzalarına girmeye başlamış olan ülkenin, Çin’in, adı geçmiyor.
Çin’in yeni NATO konseptinin dışında kalmasının nedeni bence, konseptin Çin’i hedef alarak tasarlanmış olmasından kaynaklanıyor. Bu yüzden, Yeni NATO konseptinin en önemli yeniliği Rusya’yı Avrupa ve Orta Asya üzerinden NATO platformuna çekerek, bir yeni bir Batı ekseni yaratmayı amaçlıyor olması.
Bu yüzden Rusya Afganistan’da NATO’ya yardım etmeye hazırlanıyor. Rusya Füze Kalkanı projesine katılmaya davet ediliyor; bu bağlamda kalkanın hedefi de şimdilik yalnızca İran’la sınırlanıyor. Times of India’nın aktardığına göre NATO Rusya’ya ABD uydularından elde ettiği verileri paylaşmayı öneriyor. Bu bağlamda, ABD’nin önde gelen “neo-con”larından Kagan’ın Cumhuriyetçi Partiye, Rusya ile karşılıklı nükleer başlıkları azaltma anlaşması (muhafazakarların nefret nesnesi) START’ı bir evvel onaylayarak Rusya ile ilişkilerin gelişmesinde sorun çıkartmamalarını öneriyor. Bu yeni işbirliği ruhunun bir soncu olarak Rusya Devlet başkanı Medvedev yapılan davet üzerine Lizbon toplantısına katılmaya geliyor.
Özetle, bana, yeni NATO konsepti, Dünya ekonomisinin merkezinin doğuya kaymaya başlaması, Çin’in şimdilik önlenemez görünen yükselişi karşısından Batı merkezli dünya ekonomisini koruyabilmek için, ittifaklar zincirini Rusya’yı da içine alacak biçimde genişletmeyi, Amerika -Avrupa-Avrasya üzerinden bir Batı ekseni oluşturmayı amaçlıyor gibi geliyor.
Thursday, November 04, 2010
Tuesday, November 02, 2010
Seçimlerden Sonra Savaş mı Var?
ABD’de yarın (2 Kasım) yapılacak temsilciler meclisi ve senato seçimlerinde, Demokratik Parti’nin büyük kayıplar vermesi bekleniyor. Kimi yorumcular, örneğin Stratfor’un direktörüGeorge Friedman (Real Clear Politics26/10/10) ve Ortadoğu uzmanı yazar Victor Kotsev, (The Asia Times, 28/10/10), Başkan Obama’nın ikinci kez seçilebilmek için İran’la bir savaşı göze alabileceğini düşünüyorlar.
Yenilgiyle sonuçlanan seçimlerden sonra Obama yönetiminin iç ve dış politikalarında kimi değişikliklerin gerçekleşmesi doğaldır. Bu değişiklikler Afganistan ve Irak’tan sonra bir savaşa daha yol açar mı? Bu sorunun cevabını bilemiyorum, ama ABD’de çok tehlikeli bir siyasi savrulmanın şekillenmeye başladığını düşünüyorum
Büyük düş kırıklığı
Tarih, siyasette büyük düş kırıklıklarının büyük savrulmalara yol açtığını gösteriyor. Gecen seçimlerde, Cumhuriyetçileri terk ederek Obama’yı iktidara getiren koalisyona katılan Katolik, kadın, yoksul (beyaz işçi sınıfı) seçmenin, bu çatıyı terk ederek Cumhuriyetçilere döndüğü görülüyor (The New York Times, 27/10). Geçen seçimlerde büyük sermaye, Wall Street, Demokratik Parti’ye, Cumhuriyetçilerden daha çok mali yardım yapmıştı. Şimdi Demokratlar, Cumhuriyetçilerin,“kaynağı açıklanmayan” kampanya fonlarından daha fazla yararlandığından, kampanyalarda kendilerinden beş kat daha fazla para harcadığından yakınıyorlar (Christian Science Monitor, 21/10). Büyük şirketlerin de Cumhuriyetçilere yönelmeye başladığı anlaşılıyor.
İktidara gelirken herkese her şeyi vaat eden Obama yönetiminin şimdi üç ateş arasında kaldığı söylenebilir. Demokrat Parti’nin büyük çoğunluğu ve sol kanadı, Obama’nın, beklediklerinden çok daha uzlaşmacı ve sağcı çıkmış olmasından yakınıyorlar. Cumhuriyetçi partinin çoğunluğu ve sağ kanadı, Obama’nın aslında gizli Müslüman, sosyalist, hatta“anti-sömürgeci” olduğuna ve ABD’nin dünyadaki liderliğine son vermeyi amaçladığına inanıyor. İş çevrelerinin dergisi Forbes, “Obama bekli de tarihin, en özel sektör (business) düşmanı devlet başkanıdır” diye başlayan yorumlar yayımlıyor (Dinesh D’Souza, 27/09/10). Financial Times’da John Gapper,“Obama özel sektörü (business) sevmeyi öğrenmelidir” başlıklı yorumunda, Obama’nın “küçük sermayenin değerli, büyük sermayenin şüpheli olduğuna inanan antika bir dünyada yaşadığını”ileri sürdükten sonra, her fırsatta büyük bankaları, çokuluslu şirketleri eleştirmesinden yakınıyor. Obama’nın uluslararası şirketlerinin önemini kavrayamadığını savunuyor ( 27/10).
Büyük savrulma…
Böylece Obama’nın hem büyük sermayenin, hem orta sınıfların, beyaz işçi sınıfının tepkisinin hedefi olduğu görülüyor. Olağan zamanlarda, böyle bir görüntü, her iki partinin birbirine ne kadar yakın olduğunu düşünüce, büyük bir savrulma anlamına gelmeyebilirdi. Ama bugün çok özel koşullar var. Kamuoyu yoklamaları seçmenin her iki partiden de hoşnut olmadığını gösteriyor. Çünkü seçmen açısından“ekonomi çalışmıyor, siyasi sistem ondan daha bozuk, korkuyorlar, umutlarını kaybediyorlar, bugüne kadar hiç görülmeyen oranda kutuplaşıyorlar”(Washington Post, Matt Miller 27/10; Dan Blast, 28/10).
Böylece iki düzen partisine karşı gelişen tepkinin içinden, önceki hafta tartıştığımız “Çay Partisi” hareketi çıkıyor. İlk anda Cumhuriyetçi partinin sağ kanadının aşırı tepkisi olarak görülebilecek bir hareket hızla büyümeye başlıyor. Giderek Evangelik Hıristiyanlığı, milis, “Patriot” (yurtsever) hareketi gibi, ırkçı, homofobik, silahlı, sağ popülist akımları bünyesinde toplamaya başlıyor (örneğin bkz: Gaiutra Bahadur, “Nativist Militias Get a Tea-Party Makeover” The Nation, 28/10/ 2010). “Çay Parti”si, Cumhuriyetçi parti önseçimlerinde, geleneksel adayları kenara iterek çok sayıda adayını öne geçiriyor. Bunlar şimdi hem meclise hem de senatoya girecekler. Önümüzdeki dönemde bu parlamento Obama’yı bloke edecek, hatta devirmeye çalışacak. O da, ayakta kalabilmek için, bugün bulunduğu noktayla onlarınki arasında bir yeri tutmaya çalışacak (tüm siyasi tarihi boyunca yaptığı gibi). Böylece ABD sağa kaymaya devam edecek. Bu savrulmayı geçici bir tepki olarak görmek, Clinton döneminde olduğu gibi, Obama’nın da bu yenilgiyle halkı korkutup biraz da sağa kayarak ikinci kez seçilebileceğini düşünmek tabii ki olanaklı. Ama yukarıda değindiğim gibi özel bir tarihsel dönemden geçiyoruz.
‘Anti-sömürgeci Obama’…
Obama’nın politikalarını “Çay Partisi”nden daha geniş kesimlere anlatabilmek, çokuluslu şirket“aristokrasisini” bu kanada katılmaya ikna etmek için gizli Müslüman, sosyalist gibi savların ötesinde daha rafine kesimlerin kaygılarına uygun bir söylem gerekiyor. İngiliz sömürgeciliğine karşı savaşmış “Kenyalı bir entelektüelin oğlu Obama’nın siyaseti, en iyi anti-sömürgecilik paradigması içinde anlaşılabilir” savı, bu yeni söylemi mükemmel bir biçimde sunuyor. İngiliz medyasında üretilen, Newt Gingrich gibi Cumhuriyetçi partinin aşırı sağcı liderleri tarafından benimsenen (The New Republic, 28/09), ardından Hindistan doğumlu, Katoliklikten Evangelistliğe geçmiş sağcı bir entelektüel Dinesh D’Souza tarafından geliştirilen bu sav“zamanın ruhuna” da çok uygun.
Ekonomik kriz, yüksek işsizlik işçi sınıfını, orta sınıfları korkutuyor, güvensizlik duygusunu körüklüyor. Bu kesimler ABD’nin ihracat gücünün, teknolojik üstünlüğünün, uluslararası alandaki rakipsiz konumunun meyvelerini yedikleri zamanları, kısacası ABD hegemonyasını özlüyorlar. Bu, ABD’li çokuluslu şirketler açısından, gelişmekte olan piyasalara kolayca girip çıkabildikleri, “ekonomik tetikçilerin”yeni iş alanları açtığı, hükümetleri değiştirebildiği bir “asr-ı saadet”dönemiydi. Şimdi Çin, Hindistan, Rusya, Brezilya gibi ülkeler yükseliyor, ABD’nin nüfuz alanlarına (“yenisömürgecilik” coğrafyalarına) giriyorlar; madenleri, değerli mineralleri, gıda enerji havzalarının denetimini ele geçirmeye, hükümetleri etkilemeye başlıyorlar. Böylece hem ABD işçi sınıfının ve orta sınıfının refahının altın çağını hem de çokuluslu şirketlerin “asr-ı saadeti”nin bittiğini haber veriyorlar.
Artık kendi işçi sınıfının, orta sınıfın refah kaybını ülke içi kaynaklarıyla telafi edemeyen ABD egemen sınıfları açısından, Cecil Rhodes’ın “devrim istemiyorsanız emperyalizme katlanacaksınız” sözleri gerçeklik kazanıyor. Simgesel bir hareketle Churchill’in büstünü Beyaz Saray’dan çıkaran Obama’yı, İngilizlerin de yardımıyla, bu eksenden eleştirmeye başlamak, büyük sermayenin arzularıyla alt sınıfların korkuları arasında bir köprü kurmaya olanak sağlıyor. Tam dış piyasalara, doğal kaynaklara, nüfuz alanlarına gereksinim artarken,“sömürgeciliğe karşı”, “ABD liderliğini tasfiye etmeye kararlı” bir başkan olabilir mi? Obama antis-ömürgeci filan değil. Ama bu söylemin, siyaseti daha militarist bir yöne çekmeye ve emperyal maceralar için gerekli kamuoyu desteğini, insan malzemesini oluşturmaya hizmet edeceği de bir gerçek. Böyle bakınca, ABD’nin Ortadoğu’daki hareket alanını kısıtlayan İran’ın etkisinin kaldırılmasının önemi, hem stratejik bölgeleri denetim altında tutmak hem de ABD’nin askeri gücüne güveni restore etmek açısından artıyor.
Tuesday, October 26, 2010
G20 Toplantısının Aynasında...
Hafta sonu G20 toplantısı yapıldı. Toplantı öncesinde ve toplantının ilk gününde egemen olan hava, önceki hafta yapılan IMF-Dünya Bankası’ndakinden farklı değildi (Dünya Ekonomisine bakış, 11Ekim): Küresel “dengesizlikler”, döviz savaşları korkusu. Bu hafta sonunda yapılan yalnızca maliye bakanları toplantısıydı, 11 Kasım’da Seul’de yapılacak “esas” liderler toplantısına zemin hazırlamayı amaçlıyordu. Ama Seul’de yapılacak liderler toplantısından da tıkanıklığı açacak bir sonuç çıkacak gibi görünmüyor. Çünkü tıkanıklıkların arkasında hem yapısal hem de psikolojik-kültürel (siyasi) nedenler var. Bu nedenlerin kısa sürede (öngörülebilir bir dönemde) ortadan kalkması olanaklı değil.
Hep aynı Déjà vù
Hannah Barbara’nın çizgi film karakteri Ayı Yogi’nin (Yogi Bear) deyişiyle “Hep aynı Déjà vù”durumunu yaşıyoruz. IMF-Dünya Bankası toplantısında da bir “Déjà vù” olmuştu. Çünkü bir önceki toplantıda da aynı konular ve çelişkiler vardı. Bu kez de aynı şey; bir “Déjà vù” daha...
ABD’nin dış ticaret açığı, zayıf ekonomik toparlanma ve yüzde10 dolayında dolaşan işsizlik oranlarına karşın, kimi gelişmekte olan ülkelerin, yüksek büyüme hızı, büyük ticaret fazlası, döviz rezervleri olduğu görülüyor. Bunların içinde de bildiğiniz gibi en dikkat çeken ülke Çin. ABD bu“dengesizliklerin” temizlenmesini istiyor. Önerdiği çözüm de, Hazine Bakanı Geithner’in G20 toplantısına gönderdiği mektupta ifade edildiği gibi, dış ticaret fazlasına bir üst sınır getirmek, başta Çin olmak üzere bir seri Asya ülkesinin dövizlerini değerlendirmeye ikna etmek.
BBC’nin bildirdiğine göre mektup G20 bakanlar toplantısında bir direnişle karşılaşmış. Böyle olması da çok doğal. Çünkü bu rezervlerin ve dış ticaret fazlası sorununun arkasında, öncelikle Dünya Bankası’nın eski baş ekonomisti, Nobel ödüllü iktisatçıJoseph Stiglitz’in işaret ettiği gibi, ülkelerin, “kendilerini istikrarsızlıktan korumak için büyük döviz rezervlerine sahip olmaları gerektiğini görmüş olmaları” yatıyor (Christian Science Monitor, 21/10). Diğer bir deyişle bu rezervlerin arkasında, 1997 Asya krizinin etkileri ve küreselleşmeye (finansallaşmaya) karşı korunma çabaları var.
İkinci neden de yine“küreselleşmeyle”, daha doğrusu, 1982 borç krizinden sonra, bu ülkeleri ihracata dayalı büyümeye, dışa açılmaya iten IMF “reformları” ile, bunun öbür yüzü merkezdeki finansallaşmayla ilgili. Bugün G20 ülkelerinin hemen hepsi, ihracatı büyümenin en temel lokomotifi olarak görüyor. Daha önce bu köşede,Financial Times’dan aktardığım gibi, merkez ülkeleri, krizi (talep yetersizliği sorununu) ihracat yoluyla aşmaya çalışıyorlar.
ABD’nin isteğine uyarak“dengesizlikleri” temizlemeye kalkacak olanlar, kendi büyüme hızlarını feda etmeleri, bu fedakârlığın sonucu ihracatçı sektörde oluşacak tahribatın ve işsizliğin siyasi sonuçlarına katlanmaları gerekecek. G20 ülkelerinin, artık tükendiği ortada olan bir modeli, bu modelin mimarı ABD hegemonyasını restore etmeleri için güçlü bir nedenleri yok. ABD de tehdit etmenin dışında teşvik edici birtakım avantajlar sunamıyor...
Aksine, bu ülkelerin mal piyasalarını kullanmanın ötesinde, daha da hızlanacak olan sıcak para harekeleri yoluyla, bu ülkelerin ufkuna, yeni istikrarsızlık riskleri getiriyor. Bu nedenle Çin parasının değerini kendi ekonomisinin gereksinimlerine uygun bir hızda arttıracağını söylerken, Brezilya ve Endonezya (geçmişte sıcak para hareketlerinden çok çekmiş iki ülke) sermaye hareketlerine kısıtlamalar getiriyorlar. Güney Kore de getirmeye hazırlanıyor. Tüm bunları iki hafta önce de konuşmuştuk, gelecek aylarda, haftalarda da “hep aynı Déjà vù”yu yaşamaya devam edeceğimize eminin. Bu yüzden, gelin bu tartışmalara biraz eğlenceli bir açıdan bakmaya çalışalım.
Nostaljik, histerik, nörotik
Bir süredir, ABD dış politika çevrelerinden kimi yazarların yorumlarında, ABD liderliğinin (hegemonyasının) herkesi önüne katıp götürdüğü “küreselleşme engellenemez” günlerine yönelik bir“nostalji” dikkat çekiyor. Biliyorsunuz “nostalji”, eski Yunancada “nostos” (eve dönüş) ve“algos” (acılı, hüzünlü) sözcüklerinin birleşiminden oluşuyor. Gerçekten de ABD’nin uluslararası alandaki liderliği gittikçe zayıflıyor, etkisini kaybediyor, önceki dönemi düşünmek bu yazarları hüzünlendiriyor. Diğer taraftan, 2007-2009 mali krizinin şok dalgası geçtiğinden, dünya ticaretinde ve sermaye hareketlerinde görülen iyileşmeler umutlandırıyor, “Küreselleşme geri geliyor” (Hufbauer & Suominen,Foreign Policy, 21/10) başlıklı uzun denemeler yazdırıyor. Ama bu yazarlar da bu geri dönüşün hüzünlü bir durum olduğunun farkındalar. Çünkü dış ticaretteki toparlanma ABD’nin değil, yükselen güçlerin artan etkilerine işaret ediyor. Sermaye hareketleriyse, çoğu ABD kaynaklı, heç fonların sıcak para operasyonlarından ve yükselen güçlerin “devlet fonlarından”kaynaklanıyor. Birincisi tepki çekiyor, korumacı refleksleri harekete geçiriyor. İkincisiyse, çok uygun koşullarda geldiğinden, gelişmekte olan ülkelerin yönetimlerince, Afrika ve Latin Amerika’da adeta kapıda karşılanıyor.
Histeri ise ABD dış politika refleksiyle ilişkilendirilebilecek bir durum. ABD yönetimi, kriz yönetim modelinin tükendiğini, uluslararası alanda iktidar kaybetmekte olduğunu (kastrasyon) yadsıyor (kabullenmek istemiyor). ABD ısrarla, dünya ülkelerine, ABD liderliğinin kapitalizm (“Büyük Öteki”) için ne kadar gereklive herkesin yararına olduğunu anlatıyor. Onu kimse dinlemiyor, ama o ne “Amerika’nın ekonomik siyasi yapısının” artık kafasındaki eski Amerika imajına uygun olmadığını görebiliyor, ne de “yapısının” yeni haline uygun bir konumu benimsemeye hazır görünüyor. ABD yönetimi bu “çatlakta” ısrarla, biteviye, sanki hâlâ egemen güçmüş gibi anlatmaya devam ediyor...
Nörotik’lik de bence Çin’in tutumlarıyla ilgili. Çin liderliğinin çeşitli açıklamalarından, “toplumsal ahengin” önemine yaptıkları vurgudan, ihracata yönelik modeli terk etmek, iç tüketime, katma değer oranı, teknoloji içeriği yüksek malların üretimine geçmek istediklerini, hatta bu yönde adımlar atmakta olduklarını anlıyoruz. Ama ABD veya IMF-Dünya Bankası, bu yönde önerilerle gelince, hemen tepki gösteriyor, sert çıkışlar yapıyorlar. Çünkü Çin liderliği (belki de haklı olarak), kendisi için gerekli bu dönüşümün gerektirdiği fedakârlıklardan, ABD ve Batı’nın, diğer bir deyişle simgesel evrenindeki (yüzyıllık aşağılanma ve sömürü söylemi) “Büyük Öteki’nin”yararlanmasından, böylece bugünkü konumunu kaybetmekten korkuyor. Kendi yükselişini ve dönüşümünü“Büyük Öteki’nin” hizmetine vermekten korkuyor...
Almanya’nın Avrupa Birliği içindeki tutumunda da buna benzer bir yaklaşım görülebilir. AB’yi stabilize edecek mali kaynaklar var ama, Almanya bu kaynakları harekete geçirirken yapacağı“fedakârlıklardan”, AB içindeki (ve dışındaki) diğer güçlerin (ötekileri) yararlanmasından korkuyor. Böylece hem Çin hem de Almanya, nörotik refleksleri yüzünden kendi hegemonya inşa süreçlerini sabote ediyorlar...
Thursday, October 21, 2010
‘Obamania’dan ‘Çay Partisi’ne
ABD’de 2 Kasım’da yapılacak Senato ve Temsilciler Meclisi ara seçimlerinden, Demokrat Parti’nin büyük bir yenilgiyle çıkarak Temsilciler Meclisi’ndekiçoğunluğunu kaybetmesi bekleniyor. DP’nin senatodaki çoğunluğunu kaybetmesi olasılığı da var. Böyle bir gelişme, seçmenin bir dönem ortası protestosunun sonucu olmanın ötesinde bir anlama sahip gibi görünüyor. Siyasette bir iklim değişikliği de söz konusu.
Cumhuriyetçileri bile korkutan yükseliş
İki yıl önce bu zamanlar ABD seçmeninde, hatta dünya kamuoyunda, benim bu köşede “Obamania” olarak nitelediğim (gerek bizim gazetede, gerekse de genelde sosyalistler arasında kuşkuyla karşılanan) bir iyimserlik dalgası yükseliyordu. Zizek’in, kuşkuyla yaklaşanlara karşı “Sinizme kapılmayın, umuda bir şans verin” dediği bu iyimser beklentilere göre ABD’de ilerici bir kabarış yaşanıyordu. Obama seçilecek, ABD siyasi coğrafyası ve uluslararası ilişkiler köklü bir biçimde daha demokratik, adaletli, eşitlikçi bir yönde değişecekti.
Aradan geçen zaman ne yazık ki Zizek’i haklı çıkarmadı. Obama yönetimi tam anlamıyla bir düş kırıklığına, moral bozukluğuna yol açtı. İlerici dalga zayıfladı, giderek geri çekilmeye başladı. Bu sırada, sağda Cumhuriyetçi partinin geleneksel kanadını bile korkutmaya başlayan, sekter-gerici, popülist bir dalga şekillenerek yükselmeye başladı. Bu dalganın başını çeken “Çay Partisi” (İngiliz İmparatorluğu’na karşı isyanı başlatan bir eyleme göndermeyle) adındaki sağ gruplar ve örgütler koalisyonu yapının adayları ön seçimlerde, Cumhuriyetçi Parti içinde, partinin geleneksel adaylarının önemli bir kesimini tasfiye ederek, kendileri aday olmayı başardılar. Böylece Demokratlar Meclis’te ve belki de Kongre’de çoğunluğu kaybederken, özellikle Meclis’te Obama’nın politikalarına karşı mücadele etmeye kararlı üyeleri içeren bir Cumhuriyetçi parti çoğunluğu şekillenmiş olacak.
Obama’yı yargılayarak devirmeye kararlı görünen Çay Partisi üyelerinin, partinin geri kalanını da etkilemesi bekleniyor. Böylece oluşacak bir muhalefetin, Obama döneminde, sakatlanarak da olsa geçmiş olan sosyal güvenlik, sağlık reformları da olmak üzere birçok yeni yasayı geri çevirmeyi, Bush yönetiminin zenginlere yönelik vergi indirimlerini kalıcılaştırması, Obama’nın göndereceği tasarıları bloke ederek, kararnamelerle yönetmeye zorlayarak kutuplaşmayı daha da güçlendirmesi bekleniyor.
New York Times’ın aktardığına göre,“Çay Partisi” adaylarının bazıları, savunma, adalet, hazine gibi anayasal işlevleri olan bakanlıkların dışındaki, tarım, eğitim, iç işleri, konut ve kent geliştirme, ulaşım ve enerji gibi bakanlıkları tasfiye ederek daha “saf bir yönetim yapısına” ulaşmak istiyorlarmış.
“Çay Partisi” hareketi yükselişinin enerjisini, dinci evanjelik gruplarla, federal hükümet düşmanı milis hareketiyle, “neocon” çevrelerle, İsrail yanlısı çevrelerle, petrol ve savunma sektörleriyle, silah lobisiyle, kürtaj karşıtı örgütlenmelerle, göçmen ve yabancı düşmanı ırkçı akımlarla çok yakın hatta organik ilişkilere sahip olmasından alıyor. Diğer bir deyişle mali ve toplumsal açılardan güçlü desteklere sahip bir hareket bu.
Financial Times’ta Philip Stevens’in işaret ettiği gibi, böyle bir yükselişin ABD’nin dış politika reflekslerini, dolayısıyla uluslararası ilişkilerin iklimini de etkilemesi kaçınılmaz. Bu etkilerin, ABD dış politikasında, uluslararası ticaret alanında, (Çay Partisi’nin beyaz işçi sınıfı içindeki etkisi de düşünüldüğünde) korumacılıktan, Çin’e karşı dayatmacılıktan, Ortadoğu’da İsrail’i destekleyen, İran, Hamas, Hizbullah üçlüsüne karşı sertlikten yana bir çizgiyi güçlendirecektir. ABD’nin “Küresel Isınma” alanındaki uluslararası pazarlıklarda işbirliğine daha uzlaşmaz, Avrupa karşısında yeniden tek yanlı, dayatmacı yaklaşımlara geri dönmesi de söz konusu olabilir.
Ve maddi temelleri…
Demokrat Parti seçmeninin moral bozukluğu, siyasetten uzaklaşma eğilimi“Çay Partisi” hareketinin yükselmesini kolaylaştırıyor, ama bu hareketin arkasında güçlü maddi dinamikler de var. Bunların başında ekonomik krizin aşağı orta sınıf ve işçi sınıfı üzerinde yarattığı yıkım geliyor. Krizin etkisiyle 2007’den bu yana 6 milyon Amerikalı yoksulluk sınırı altına düşmüş, on yıldır durağan olan medyan gelir de yüzde 4.2 gerilemiş. (The Guardian12/10).
İşsizlik yüzde 10’a yaklaşır, kredi kartları borçları ödenemez, medyan fiyatı yüzde 20 düşen evler “morgıç” borçlarını karşılayamaz hale gelir, milyonlarca insan evlerini kaybederken aşağı orta sınıfın, ABD’de kendini orta sınıf olarak gören iş sahibi işçi sınıfının, esas olarak kredi köpüğüne dayanan yaşam tarzı (refahı) hızla dağılmaya başlamış. The New York Times’ın bir araştırması, “Kriz öncesi düzeye ne zaman dönebiliriz”sorusuna karşılık uzmanların 10-13 yıldan söz ettiklerini aktarıyordu. (12/10)
Krizin getirdiği bu yıkıntı üzerinde Obama’nın “hataları”(!?), buna karşılık sağın bu hatalardan yaralanma başarısı, Obamania’nın çökmesine neden oldu.
Walden Ballo’nun işaret ettiği gibi Obama’nın en büyük taktik “hatası”, krizin sorumluluğunu, 1980’lerde Reaganve Thatcher hükümetlerinin yaptığı gibi, önceki hükümetin, Bush yönetiminin üzerine yıkmamış, paylaşmayı kabullenmiş olmasıydı. İkincisi, Obama, mali sermayeden emekçilerden yana tavizler kopartarak,1930’ları New Deal Politikası gibi tüm ekonomiyi canlandırmayı, istihdam yaratmayı amaçlayan tedbirleri uygulamaya sokamadı. Obama, Bush yönetiminin, bankaları kurtarma programlarına yenilerini ekleyerek mali sektöre trilyon dolarlık kaynak aktarmaya devam etti hem de halkın büyük çoğunluğu krizden bunalırken…
Bu iki adım, büyük moral bozukluğu, isteksizlik yarattı, Obama’nın, partisinin faaliyetlerini canlandırarak, bu yolla toplumun geri kalanını eğitecek bir siyasi hareketlilik yaratmasının (“bunu yapmak istedi de olmadı mı” sorusunu bir kenara koyuyorum) önünü kapadı.
Bu “hatalar” karşısında sağın çok etkili adımlar attığını gördük. Sağ, ekonomik krizin, işsizliğin faturasını Obama’ya çıkardı, mali sektöre yönelik kurtarma paketlerine karşı çıkarken, aynı anda, sağ popülizmin federal devlet düşmanı duyarlılıklarından yararlanarak, sosyal sigortalar, sağlık reformlarına karşı,“özgürlük”, “Sosyalizme hayır”sloganıyla, Obama’nın Hüseyin adını, rengini de işin içine sokarak, sosyalist olmakla suçlayarak, bir protesto hareketi geliştirdi. Bu hareket, küresel ısınma bağlamında petrol sermayesinin, genelde muhafazakâr kapitalistlerin mali desteğini de alarak kısa sürede güçlendi.
Newsweek’in 1971’de yaptığı, “para ile siyaset arasında o kadar organik bir bağ var ki, bir reform beklemek, bir cerrahtan kendisine açık kalp ameliyatı yapmasını istemek gibi bir şeydir” (Counterpunch12/10) saptaması, Obama için de geçerli. O da düzenin içinden, dev şirketlerin, büyük bankaların mali desteğiyle seçildi, krizin pisliğini temizlemeye çalışırken, yükselen muhalefetin nefretini üzerinde topladı, sınıf mücadelesinde sağı,“yapıyı” hedef olmaktan kurtardı…