“Berlin Duvarı”nın yıkılışının yirminci yıl dönümü, Obama’nın 12 Kasım’da başlayacak Asya gezisi, Çin’in krizde sergilediği güçlü ekonomik performans, Çin ile ilgili tartışmaları yeniden yoğunlaştırdı.
“Batı”nın, neoliberal modeli derin bir mali kriz yaşıyor. Lider ülkesi ABD’de ekonominin bu yıl yüzde 3, AB ve Japonya’nın sırasıyla yüzde 4 ve yüzde 7 gerilemesi bekleniyor. Buna karşılık, Dünya Bankası, Çin’in ekonomik büyüme hızının yüzde 8.4 olacağını söylüyor, Asya’da ekonomik toparlanmanın, bu güçlü büyümenin etkisiyle umulandan daha hızlı ilerlediğine dikkat çekiyor (World Bank, East Asia and Pacific Update, Kasım 2009). Gelişmeler, ABD önderliğindeki Batı ekonomileriyle geri kalan ülkelerin ekonomik trendleri arasındaki senkronizasyonun (benzeşmenin) kırılmaya başladığını (“decoupling”) düşündürüyor. Senkronizasyonun kırılmasıysa hem iyi hem kötü gelişmelerin habercisi...
20. yüzyılın başındaki, ‘Büyük Depresyon’u da içeren yapısal krize bakınca, önce ülkelerin ekonomik trendleri arasında bir senkronizasyonun oluştuğunu, sonra bu senkronizasyonu kırarak öne çıkan ülkenin, giderek dünya ekonomisi içinde krizden çıkışın yolunu açmaya başladığını görüyoruz. Ama krizden çıkmanın yolunu açan ülke, giderek hegemonyacı konuma yükseliyor. İşte bu tarihsel deney, halen hegemonyacı konumundaki ülke ABD açısından kaygı verici senaryolara açılıyor.
‘Henüz erken ama’
Batı’da, özellikle ABD savunma çevrelerinde, “Çin ABD’nin yerini alır mı” sorusuna cevap aranıyor; Çinli yazarlar, diplomatlar, akademisyenler de ABD’nin kaygılarını yatıştırmaya çalışıyorlardı. Ancak, mali krizle birlikte Çinli yazarların yaklaşımlarında bir değişiklik seziliyor. Geçen hafta, Berlin Duvarı’nın yıkılışının yıl dönümünde, Çin yönetimine yakın Global Times’da, 5 ve 6 Kasım’da yayımlanan iki başyazı bu bağlamda ilgi çekiciydi.
“Yeni Bir Tarihin Başlangıcı” başlıklı yorumda Francis Fukuyama’nın “tarihin sonu” saptamasına değinilerek Rusya’da, birçok Latin Amerika ülkesinde dalganın tersine döndüğü, dünyanın üçüncü büyük ekonomisi, en büyük döviz rezervlerinin sahibi Çin’in modelinin “tarihin sonu” varsayımına uymadığı vurgulanıyordu. Dahası, Global Times, “20 yıl kısa bir süre, liberal kapitalizm mi, yoksa Çin modeli mi egemen olacak? Karar vermek için henüz erken” derken “Çin modeli” diye bir şeyin olduğunu da kabul ediyordu.
Global Times’a göre, birçok ülke Çin’in dünya ekonomisini kurtarma, küresel ısınmayı azaltma konularında çözüm getirmesini bekliyor ve “Tarih ileri doğru yoluna devam ediyor”.
“Doğu Asya güç yapısına uyum getirmek” başlıklı ikinci yorumda da “Çin modelinin” dış politika ilkeleri sergileniyordu. Bu modele göre Çin uyumlu bir dünya modelinin, eşit ve barışçı bir ortak yaşamın, büyük küçük tüm ülkeler için geçerli kuralların, yararlı bir ortamın oluşmasını arzuluyor. Çin, her ülkenin kendi seçtiği yönetim sistemine hakkı olduğunu, her ülkenin kendi sınırları dışına asker gönderirken diğerlerinin çıkarlarını göz önüne alması gerektiğini savunuyor. Çin hegemonya kurmak istemiyor, başka ülkelerin hegemonyalarına, askeri zeminde kurulmuş ittifaklara karşı çıkıyor.
‘Sessizce, karınca gibi ve sabırla’
Çin’in yönetiminin; Global Times, Peoples Daily hatta, görece liberal Caijing gibi yayınlar aracılığıyla verdiği mesajlara, “yükselen” kavramının da kullanılmasından hiç hoşlanmamasına karşın; ABD’nin “etki alanı” sayılan Ortadoğu’ya, Afrika’ya, Latin Amerika’ya salt ekonomik değil, kültürel araçlarla da giderek daha fazla nüfuz ettiği için ABD yönetimindekilerin kaygıları artmaya devam ediyor.
Örneğin geçen üç yıl içinde Ortadoğu’da düzinelerle Çin dili enstitüsü açılmış, gittikçe artan sayıda Çinli akademisyen, öğrenci, Arap dili ve kültürünü öğrenmek için bölgeye akın etmiş. Çin’in bu yıl yayına başlayan Arapça TV kanalı da bu girişimin bir parçası. Çin, Suudi Arabistan gibi önemli ülkelerin birinci ticari ortağı haline gelirken Arap sermayesi de yatırımları için Çin’i daha çok tercih ediyormuş (The National, 06/08/09).
Latin Amerika’ya gelince Çin’in bu ülkelerle ticareti geçen altı yıl içinde yüzde 40, doğrudan yatırımları yüzde 80 artmış. Caijing’e göre, Çin’in LA ile ticaretinde ihracatının yüzde 88’ini imalat sanayisi, yüksek teknoloji malları, ithalatının yüzde 83’ünü temel mallar, doğal kaynaklara dayalı ürünler oluşturuyormuş (20/10/09).
Çin’in Latin Amerika’yla oluşturduğu klasik “neokolonyal” ticari eklemlenmelerin “eşitsiz değişim” modelini anımsatan ilişkilerini, çok daha yoğun bir biçimde, üstelik Batı’nın misyonerlik modelini de anımsatan yöntemlerle birlikte Afrika’da da görebiliyoruz. Geçen birkaç ayın gazete başlıklarına kısaca bakmak bu konuda bir fikir verebilir. “Konfüçyüs düşüncesi Afrika’da yayılıyor” (The Asia Times). “Para ve Mandarin (Çin yönetici sınıfının konuştuğu Çince) dersleri Çin’in Afrika işgalinin yakıtı oluyor” (The Independent). “Çin’in Truva Atı” (The Economist). “Batı Çin’in Afrika’daki varlığından neden korkuyor?” (The Guardian). “Çin’in Afrika hamlesi” ( Time, satranç oyununa atıfla “Gambit” diyor). “Çin ender mineralleri, metalleri depoladıkça, Almanya’da yüksek teknoloji firmaları sıkıntıya düşüyor” (Der Spiegel). The Times gazetesinden Bronwen Maddox’ta “Afganistan ve Irak’ın yeniden inşası için gerekecek büyük mali faturayı sonunda Çin mi üstlenecek” sorusuyla başladığı yazısında, Büyük Ortadoğu bölgesinin sonunda Çin’in elinde kalması olasılığından duyduğu kaygıları dile getiriyor.
Avrupa Politika Çalışmaları Merkezi’nin “Çin’in yükselmesi uluslararası düzende oyunun kurallarını değiştiriyor” başlıklı yorumunda işaret edildiği gibi “Uluslararası koşullar, güçlü devletlere sahip büyük ülkelerden yana değişiyor, bu süreçte Çin önemli bir rol oynuyor”. Ancak, ABD dış politika çevrelerinin bu sürece uyum sağlamakta zorlandığı görülüyor.
Batı’nın hegemonya geleneği, gücünü abartmaya, emperyal bir gürültüyle etrafını sindirerek otoritesini kabul ettirmeye dayanıyor. Çin’in yukarıda değindiğim modeliyse bir başka geleneğe dayandığından kafaları karıştırıyor.
Örneğin, ABD dış politika çevrelerinde, bir grup analist, “güç transferi” sürecinin başladığına, bir ABD-Çin ekseninin, “superfusion”un (Karabell) şekillendiğine inanıyor. Bir başka yaklaşım, böyle bir Chimerica (Ferguson ve Schilarick) ekseni olasılığının hızla yok olduğuna inanıyor (The New York Times, 05/11/09). Bir üçüncü yaklaşım, Çin’in askeri bir tehdit olduğunu savunuyor (örneğin, Ross and Aaron, The National Interest, Eylül/Ekim 2009), ABD hegemonyasını korumaya kararlı görünüyor (Economic Meltdown and Geopolitical Stability. The National Bureau of Asian Research, Kasım 2009) dengeleyici ittifaklar oluşturmak gerektiğini düşünüyor. Pentagon çevrelerinden bir başka yaklaşım ise “Çin’i askeri bir tehlike olarak görmenin yanlış ve tehlikeli bir yaklaşım olduğuna” inanıyor (Albay Kenneth Johnson, (ABD, Strategic Studies Institute, Haziran 2009).
Böylece, “tarih yoluna devam ederken” bu kez bir “Çin modeli” şekilleniyor.
No comments:
Post a Comment