ABD tarafında şekilsiz, hantal bir kütle. Çin tarafında, dimdik, dinamik hatta fallus biçiminde bir kaya...
Thursday, November 26, 2009
Çin’in Obama’nın ziyareti sırasında dünyaya mesajı.
ABD tarafında şekilsiz, hantal bir kütle. Çin tarafında, dimdik, dinamik hatta fallus biçiminde bir kaya...
Monday, November 23, 2009
Tuesday, November 17, 2009
Obama’nın Asya Gezisi
Barack Obama’nın Asya gezisini medyadan izlerken aklıma, ABD hegemonyasının gelecekte tüm galaksiye yayılacağı varsayılarak kurgulanmış Uzay Yolu dizisinde zaman zaman tekrarlanan bir sahne geldi. Uzay gemisi Girişim’in (Enterprise) personeli ilk kez uğradıkları bir gezegende garip olaylarla karşılaşmaktadır. Geminin Bilim Subayı Dr. Spock elindeki verileri inceledikten sonra kaptana şöyle der “Evet Sevgili Jim, bu bir uygarlık ama bildiğimiz gibi değil..”
‘Sevgili Barack, Asya ama bildiğimiz gibi değil’
Gezi öncesinde, uluslararası medyada genel kanı, Barak Obama’nın cuma günü Tokyo’ya indiğinde, Endonezya’da çocukluğunu geçirdiği, Japonya’da Kamaura’da matcha dondurması yediği günlerden, hatta başkan adayı olmaya karar verdiği dönemde bildiğinden farklı bir Asya ile karşılaşacağı yönündeydi.
Doğu Asya ülkeleri Soğuk Savaş döneminde, ABD’nin nükleer askeri şemsiyesine sığınmışlardı. Soğuk Savaş bittikten sonra bu ülkeler ABD’nin “imparatorluk” politikalarının siyasi veya mali hedefi haline gelmemeye büyük dikkat gösterdiler. Ama, bir süredir yeni, yeniliği özellikle de mali kriz döneminde giderek daha belirginleşen, farklı bir Asya var Obama’nın karşısında. Obama’nın Asya konularında baş danışmanı Jeffrey Bader’e göre: “Bu bölgede genel kanı, geçen on yıl boyunca ABD’nin etkisi gerilerken, Çin’in etkisinin yükseldiği yönünde. (Le Monde 13/11/09)
Mali krizden beklenmedik bir hızla çıkmaya başlayan, ABD’nin dış borçlarının neredeyse tamamını elinde tutan bu bölge, ABD’nin, uluslararası hegemonyasını yenileme çabaları bağlamında kritik öneme sahip. Ancak ABD’nin, bölge stratejileri açısından en kritik iki ülke olan Japonya ve Çin ile ilişkileri, giderek daha sorunlu dinamikler sergiliyor.
ABD’nin yaklaşık elli yıldır bölgede egemenliğini korumak, Çin’i dengelemek için dayandığı en önemli ülke Japonya. Ancak Japonya’da yeni hükümet, ABD’nin ülkesindeki varlığını, Okinawa Adası’ndaki üssün geleceğini tartışmayı, ilişkileri “eşit bir zeminde yeniden tanımlamayı” amaçlıyor. Japonya Başbakanı Hatoyama’nın, ASEAN toplantısına sunduğu, ABD’yi dışlayan bir Doğu Asya Ekonomik Birliği kurma önerisi de bu yeni eğilimin bir ürünü. Japonya daha önce Mahatir Muhammed’in benzer bir önerisine, ABD’yi dışladığı için karşı çıkmıştı (Andy Xie, Caijing, 10/11/09).
Andy Xie (Morgan Stanley’nin Asya ekonomistiydi, Rosetta Stone danışmanık şirketinin yönetim kurulunda) “dünya piyasalarındaki daralmanın, mali piyasalardaki köpüklerin, Asya ülkelerini, özellikle Çin, Japonya ve Güney Kore’yi ortak ticaret anlaşmalarına, bölgeselleşmeye zorluyor” dedikten sonra, “Japonya’nın ABD’den uzaklaşarak bölgeyle daha çok bütünleşmesini savunan görüşün güçlenmekte olduğuna” dikkat çekiyor.
Bölgenin bir numaralı ülkesi
Bir diğer değişiklik de Japonya’nın bölgedeki statüsüyle ilgili. Singapur Ulusal Üniversitesi’nden Çin politikaları uzmanı Huang Jing’e göre “Asya köklü bir değişim yaşıyor. Burası artık ABD’nin geleneksel kavrayışındaki Asya değil. Şimdi bir numaralı ülke artık.. ABD’nin değişmez bağlaşığı Japonya değil, Çin” (Associated Press, 09/11/09).
Çin, bölgede bir numara, dünyanın üçüncü büyük ekonomisi, ama bu etkisini uluslararası alanda yansıtmaya gelince, birçok gözlemcinin saptadığı gibi kendini çok tedirgin hissediyor. Bir taraftan uluslararası alanda gittikçe daha etkin olmak istiyor, öbür taraftan yolunun, ABD ile siyasi, askeri olarak kesişmemesi için çok dikkat ediyor. Diğer bir deyişle şimdilik mümkün olduğunca ABD’nin vagonunda yol almaya çalışıyor.
Buna karşılık ABD yönetimi, Çin’den uluslararası alanda ABD ile davranmasını, global düzeyde destek, güç vermesini istiyor; dış politika tartışmalarında, geçen hafta değindiğim, “Chimerica”, “Superfusion”, “G2” gibi savlarla Çin’i ikna etmeye çalışıyor. Özetle ABD, Çin’den, küresel ısınma, Kuzey Kore, İran, Afganistan, uluslararası (mali) dengesizlikler konularında yardım istiyor. Ancak bu konuların hepsinde ABD ile Çin arasında çıkarlarının örtüşmediği, hatta çeliştiği önemli sorun alanları var. Örneğin, Çin açısından İran hem acil bir tehlike oluşturmuyor, hem de stratejik öneme sahip bir enerji kaynağı, yatırım alanı. Kuzey Kore’nin nükleer silahlara sahip olması belki Çin için de bir tehlike oluşturuyor ama, Çin tarafında bu ülkenin siyasi bir kriz sonucu dağılarak bölgesel, sınırlarında istikrarsızlığa yol açma olasılığı daha büyük bir risk olarak algılanıyor. Afganistan’a gelince, Çin, o sorunun, ABD’nin bölgedeki varlığını konsolide edecek yönde çözülmesinden yana değil. Çünkü, Çin, ABD’nin karadan ve denizden çeşitli üslerle kendisini çevrelemeye çalıştığına inanıyor. Mali dengesizlikler bağlamındaysa, Çin parasının revalüe edilerek, uluslararası rekabet gücünü kaybetmeyi, iç pazarını, ABD’nin ekonomik gücünü, doların statüsünü restore etmesine katkıda bulunacak bir ithalatla doldurmayı istemiyor. Dahası, stratejik amaçlarla, Afrika, Latin Amerika ve Ortadoğu bölgelerine girmekte kullandığı, mali rezervlerinin hızla erimesi hiç işine gelmiyor.
Bunlara karşılık Çin’in önce kendi bölgesinde, Afrika, Latin Amerika ve Ortadoğu’da güçlenerek, ABD’yi ekonomik bir çembere alana, uzayda etkin olana, askeri modernizasyonunu tamamlayana kadar, siyasi sorumluluk üstlenmek istemediği söylenebilir. Bu süreç ilerlerken, Çin’in G20 toplantılarında, son olarak ASEAN toplantısında ileri sürdüğü, korumacılığa karşı, uluslararası mali sistemin reformunu talep eden, yeni ekonomik kalkınma modellerinin geliştirilmesi, bölgesel bütünleşmenin çeşitli yollarla derinleştirilmesi gibi önerileri (Peoples Daily, 13.11.09) doğrudan ABD ve Batı modelini hedef alıyor.
Bu yüzden The Times’ın aktardığına göre, Çin’de Obama’nın ziyaretine ilişkin bir heyecan var, ama halk ve devlet, bu ziyarete Çin’in uluslararası profilini yükseltecek bir olay olmasından öte bir anlam yüklemiyor. Bu arada ABD gerilemeye, Çin yükselmeye ve aralarındaki ekonomik, siyasi çelişki ve uyumsuzluk noktaları çeşitlenmeye devam ediyor.
Thursday, November 12, 2009
Kaygı verici doktrin (Cumhuriyet Strateji, 23.06.2008 )
Tuesday, November 10, 2009
‘Tarihin Sonu’ – ‘Çin Modeli’
“Batı”nın, neoliberal modeli derin bir mali kriz yaşıyor. Lider ülkesi ABD’de ekonominin bu yıl yüzde 3, AB ve Japonya’nın sırasıyla yüzde 4 ve yüzde 7 gerilemesi bekleniyor. Buna karşılık, Dünya Bankası, Çin’in ekonomik büyüme hızının yüzde 8.4 olacağını söylüyor, Asya’da ekonomik toparlanmanın, bu güçlü büyümenin etkisiyle umulandan daha hızlı ilerlediğine dikkat çekiyor (World Bank, East Asia and Pacific Update, Kasım 2009). Gelişmeler, ABD önderliğindeki Batı ekonomileriyle geri kalan ülkelerin ekonomik trendleri arasındaki senkronizasyonun (benzeşmenin) kırılmaya başladığını (“decoupling”) düşündürüyor. Senkronizasyonun kırılmasıysa hem iyi hem kötü gelişmelerin habercisi...
20. yüzyılın başındaki, ‘Büyük Depresyon’u da içeren yapısal krize bakınca, önce ülkelerin ekonomik trendleri arasında bir senkronizasyonun oluştuğunu, sonra bu senkronizasyonu kırarak öne çıkan ülkenin, giderek dünya ekonomisi içinde krizden çıkışın yolunu açmaya başladığını görüyoruz. Ama krizden çıkmanın yolunu açan ülke, giderek hegemonyacı konuma yükseliyor. İşte bu tarihsel deney, halen hegemonyacı konumundaki ülke ABD açısından kaygı verici senaryolara açılıyor.
‘Henüz erken ama’
Batı’da, özellikle ABD savunma çevrelerinde, “Çin ABD’nin yerini alır mı” sorusuna cevap aranıyor; Çinli yazarlar, diplomatlar, akademisyenler de ABD’nin kaygılarını yatıştırmaya çalışıyorlardı. Ancak, mali krizle birlikte Çinli yazarların yaklaşımlarında bir değişiklik seziliyor. Geçen hafta, Berlin Duvarı’nın yıkılışının yıl dönümünde, Çin yönetimine yakın Global Times’da, 5 ve 6 Kasım’da yayımlanan iki başyazı bu bağlamda ilgi çekiciydi.
“Yeni Bir Tarihin Başlangıcı” başlıklı yorumda Francis Fukuyama’nın “tarihin sonu” saptamasına değinilerek Rusya’da, birçok Latin Amerika ülkesinde dalganın tersine döndüğü, dünyanın üçüncü büyük ekonomisi, en büyük döviz rezervlerinin sahibi Çin’in modelinin “tarihin sonu” varsayımına uymadığı vurgulanıyordu. Dahası, Global Times, “20 yıl kısa bir süre, liberal kapitalizm mi, yoksa Çin modeli mi egemen olacak? Karar vermek için henüz erken” derken “Çin modeli” diye bir şeyin olduğunu da kabul ediyordu.
Global Times’a göre, birçok ülke Çin’in dünya ekonomisini kurtarma, küresel ısınmayı azaltma konularında çözüm getirmesini bekliyor ve “Tarih ileri doğru yoluna devam ediyor”.
“Doğu Asya güç yapısına uyum getirmek” başlıklı ikinci yorumda da “Çin modelinin” dış politika ilkeleri sergileniyordu. Bu modele göre Çin uyumlu bir dünya modelinin, eşit ve barışçı bir ortak yaşamın, büyük küçük tüm ülkeler için geçerli kuralların, yararlı bir ortamın oluşmasını arzuluyor. Çin, her ülkenin kendi seçtiği yönetim sistemine hakkı olduğunu, her ülkenin kendi sınırları dışına asker gönderirken diğerlerinin çıkarlarını göz önüne alması gerektiğini savunuyor. Çin hegemonya kurmak istemiyor, başka ülkelerin hegemonyalarına, askeri zeminde kurulmuş ittifaklara karşı çıkıyor.
‘Sessizce, karınca gibi ve sabırla’
Çin’in yönetiminin; Global Times, Peoples Daily hatta, görece liberal Caijing gibi yayınlar aracılığıyla verdiği mesajlara, “yükselen” kavramının da kullanılmasından hiç hoşlanmamasına karşın; ABD’nin “etki alanı” sayılan Ortadoğu’ya, Afrika’ya, Latin Amerika’ya salt ekonomik değil, kültürel araçlarla da giderek daha fazla nüfuz ettiği için ABD yönetimindekilerin kaygıları artmaya devam ediyor.
Örneğin geçen üç yıl içinde Ortadoğu’da düzinelerle Çin dili enstitüsü açılmış, gittikçe artan sayıda Çinli akademisyen, öğrenci, Arap dili ve kültürünü öğrenmek için bölgeye akın etmiş. Çin’in bu yıl yayına başlayan Arapça TV kanalı da bu girişimin bir parçası. Çin, Suudi Arabistan gibi önemli ülkelerin birinci ticari ortağı haline gelirken Arap sermayesi de yatırımları için Çin’i daha çok tercih ediyormuş (The National, 06/08/09).
Latin Amerika’ya gelince Çin’in bu ülkelerle ticareti geçen altı yıl içinde yüzde 40, doğrudan yatırımları yüzde 80 artmış. Caijing’e göre, Çin’in LA ile ticaretinde ihracatının yüzde 88’ini imalat sanayisi, yüksek teknoloji malları, ithalatının yüzde 83’ünü temel mallar, doğal kaynaklara dayalı ürünler oluşturuyormuş (20/10/09).
Çin’in Latin Amerika’yla oluşturduğu klasik “neokolonyal” ticari eklemlenmelerin “eşitsiz değişim” modelini anımsatan ilişkilerini, çok daha yoğun bir biçimde, üstelik Batı’nın misyonerlik modelini de anımsatan yöntemlerle birlikte Afrika’da da görebiliyoruz. Geçen birkaç ayın gazete başlıklarına kısaca bakmak bu konuda bir fikir verebilir. “Konfüçyüs düşüncesi Afrika’da yayılıyor” (The Asia Times). “Para ve Mandarin (Çin yönetici sınıfının konuştuğu Çince) dersleri Çin’in Afrika işgalinin yakıtı oluyor” (The Independent). “Çin’in Truva Atı” (The Economist). “Batı Çin’in Afrika’daki varlığından neden korkuyor?” (The Guardian). “Çin’in Afrika hamlesi” ( Time, satranç oyununa atıfla “Gambit” diyor). “Çin ender mineralleri, metalleri depoladıkça, Almanya’da yüksek teknoloji firmaları sıkıntıya düşüyor” (Der Spiegel). The Times gazetesinden Bronwen Maddox’ta “Afganistan ve Irak’ın yeniden inşası için gerekecek büyük mali faturayı sonunda Çin mi üstlenecek” sorusuyla başladığı yazısında, Büyük Ortadoğu bölgesinin sonunda Çin’in elinde kalması olasılığından duyduğu kaygıları dile getiriyor.
Avrupa Politika Çalışmaları Merkezi’nin “Çin’in yükselmesi uluslararası düzende oyunun kurallarını değiştiriyor” başlıklı yorumunda işaret edildiği gibi “Uluslararası koşullar, güçlü devletlere sahip büyük ülkelerden yana değişiyor, bu süreçte Çin önemli bir rol oynuyor”. Ancak, ABD dış politika çevrelerinin bu sürece uyum sağlamakta zorlandığı görülüyor.
Batı’nın hegemonya geleneği, gücünü abartmaya, emperyal bir gürültüyle etrafını sindirerek otoritesini kabul ettirmeye dayanıyor. Çin’in yukarıda değindiğim modeliyse bir başka geleneğe dayandığından kafaları karıştırıyor.
Örneğin, ABD dış politika çevrelerinde, bir grup analist, “güç transferi” sürecinin başladığına, bir ABD-Çin ekseninin, “superfusion”un (Karabell) şekillendiğine inanıyor. Bir başka yaklaşım, böyle bir Chimerica (Ferguson ve Schilarick) ekseni olasılığının hızla yok olduğuna inanıyor (The New York Times, 05/11/09). Bir üçüncü yaklaşım, Çin’in askeri bir tehdit olduğunu savunuyor (örneğin, Ross and Aaron, The National Interest, Eylül/Ekim 2009), ABD hegemonyasını korumaya kararlı görünüyor (Economic Meltdown and Geopolitical Stability. The National Bureau of Asian Research, Kasım 2009) dengeleyici ittifaklar oluşturmak gerektiğini düşünüyor. Pentagon çevrelerinden bir başka yaklaşım ise “Çin’i askeri bir tehlike olarak görmenin yanlış ve tehlikeli bir yaklaşım olduğuna” inanıyor (Albay Kenneth Johnson, (ABD, Strategic Studies Institute, Haziran 2009).
Böylece, “tarih yoluna devam ederken” bu kez bir “Çin modeli” şekilleniyor.
Tuesday, November 03, 2009
1929-2009
Geçen hafta, ABD’de Büyük Depresyon olarak anılan ekonomik gerilemeyi tetikleyen borsa krizinin 80. yıldönümüydü. Aynı günlerde açıklanan ABD büyüme verileri, kimilerine göre, Büyük Depresyon’dan bu yana yaşanan en büyük ekonomik sarsıntının sonuna gelindiğini haber veriyordu. Bu ne mutlu bir rastlantı olacaktı, eğer gerçeği yansıtıyor olsaydı…
1929 ve ardından gelen 10 yıl
28 Ekim 1929 günü Dow Jones indeksi yüzde13 düştü. 29 Ekim günü de yüzde 11.7 ile düşmeye devam ederek üç hafta içinde toplam yüzde 35 değer kaybetti. 17 Nisan 1930’a gelindiğinde borsa indeksi 28 Ekim düzeyine çok yakın bir yere geri dönmüştü. Ancak, birçok yorumcunun sarsıntının artık geride kaldığına inandığı o günlerde, borsa çöküşünün etkileri banka sistemini vurmaya, bir kredi krizinin, buna bağlı olarak da “Büyük Depresyon”un kıvrımları açılmaya başlıyordu.
Depresyon’la birlikte, batan bankalar, kapanan fabrikalar, yüzde 25’lere ulaşacak olan işsizlik süreci içinde borsa yeniden düşmeye başlayacak, üç yıl içinde değerinin yüzde 89’unu kaybedecekti. New York Borsası’nın 1929 Ekim öncesi düzeye dönmesi için 1950’lerin ilk yarısını beklemek gerekecekti.
Bunların tümü, serbest piyasa modelinin terk edilerek New Deal (devlet eliyle, yatırım iş ve talep yaratma, mali piyasaların denetim altına alınması) uygulamalarına geçilmesine, II. Dünya Savaşı dönenimin getirdiği büyük bütçe açıklarına rağmen yaşanacaktı. Bu gün birçok ekonomist, tarihçi, Büyük Depresyon’un aşılmasında, “New Deal”in yanı sıra, savaş harcamalarının da büyük rol oynadığını savunuyorlar. Bu akla yakın bir açıklama olmakla birlikte, iki çok önemli etkeni göz ardı ediyor.
Birinci etken ekonominin yeniden “artıdeğer” üreterek, kâr oranlarını restore etmeye, dolayısıyla büyük kamu açıklarını tavsiye etmeye olanak sağlayacak yeni bir sermaye birikim modeline (Fordizme) kavuşması. Savaş döneminin, büyük üretim seferberliği içinde yaşanan teknolojik gelişmeler, bu modelin hem olgunlaşmasına hem de bu model üzerinde hızla yayılacak, otomotiv, elektrikli aletler, kimya, ilaç, havacılık gibi yeni sanayi dallarının şekillenmesine olanak sağladı. İkinci etken, savaş döneminde Avrupa ve Japonya’daki kapasitenin (fiziki sermayenin) imha edilmesiyle ilgiliydi. ABD’de Büyük Depresyon’a yol açan, devlet harcamalarıyla, bütçe açıklarıyla zar zor denetim altına alınabilen aşırı üretim kapasitesi, savaş sonrasına, Avrupa ekonomisinin, ABD’nin uluslararası hegemonyasının inşa sürecine ihraç edildi.
Büyük Depresyon’la ilgili çalışması Financial Times’ın 2009 kitap ödülünü kazanan Liaquat Ahamed’in de vurguladığı gibi, “1929 krizinin de arkasında bir kredi köpüğü vardı” (FT, 30/10/09). Bu, kısa dönemde, borsa spekülasyonu, bu spekülasyonu destekleyen aşırı kaldıraçlı mali işlemlerin yarattığı bir köpüktü. Bu yüzden önce borsa, ardından bankalar, buna bağlı olarak da sanayi üretimi çökmeye başladı. Depresyon sırasında devletlerin kendi ülkelerinin piyasalarını koruma çabası, 1870’lerde başlayan küreselleşme dalgasının sonunu getirdi.
1929 krizine uzun dönemli bir bakış ise bizi Sanayi Devrimi’nden sonra İngiltere’nin uluslararası hegemonyasının oluşmasına olanak veren yaygın sermaye brikim modelinin, Avrupa ve ABD’de genelleştikten sonra, 1873 depresyonunda açığa çıkan yapısal krizine götürüyor. Krizle birlikte, merkez ekonomilerinde hızlı bir finansallaşmanın, sermaye ihracının, ikinci bir emperyalist dalganın başladığını, diğer bir deyişle, bir kriz yönetim modeli olarak küreselleşmenin şekillendiğini görüyoruz. Özetle, 1870’lerde başlayan bir yapısal krizi öteleyen finansallaşmanın, küreselleşme modelinin tükenmesinin sonucu olarak, Büyük Depresyon’un gündeme geldiğini söyleyebiliriz. Kriz ise ancak, yeni bir birikim modelinin şekillenmesiyle, küresel hegemonya sorununun çözülmesiyle aşılabildi.
2007 sonrası…
Lehman Borthers’ın batmasıyla yaşanan 44 ’lük borsa çöküşü, 1929 borsa çöküşünün ilk elde yaşanan yüzde 35’lik çöküşünden daha büyüktü. Yeni iletişim teknolojilerini, interneti, tedarik zincirlerini, hâlâ denetim altına alınamayan karmaşık borsa enstrümanlarını, kredi, türev piyasalarının toplam hacminin dünya ekonomisinin 6-7 katına ulaştığını göz önüne aldığımızda, bugün krizin aşılması için temizlenmesi gereken kredi köpüğünün, kapasite fazlasının, kapanması gereken talep açığının Büyük Depresyon’dan çok daha büyük olduğunu kolaylıkla kavrayabiliriz. Sermaye birikim sürecinin yapısında, özellikle Çin gibi yeni birikim merkezlerinde yaşanan değişimlerin, bugüne kadar esas olarak artıdeğerin üretiminin emek süreçlerine değil, sermayenin dolaşımının hızlandırılmasına yönelik olmasına bakarak, ufukta henüz yeni bir birikim modeli olmadığını da söyleyebiliriz.
Bu koşullarda yukarıda değindiğim yapısal etkenler yerli yerine oturmadan krizin bir dönem ABD’nin büyüme hızının beklenenin biraz üstünde çıkmasına bakarak aşılma sürecini girmesini beklemek, iyi bilgilendirilmiş bir iyimserlik olmuyor. Geçen hafta açıklanan yüzde 3.5’lik büyüme hızının en fazla 0.5’lik kısmı piyasanın kendisinden kaynaklanıyordu, geri kalanıysa, devlet harcamalarından, kurtarma, teşvik önemlerinden etkilerinden (Wall Street Journal, 30/10/09; Washington Post, 30/10/09).
Büyüme verilerinin açıkladığı gün güçlü bir tırmanış sergileyen borsalar, işsizlik, tüketim harcamaları, yeni ev satışları gibi verilere bakarak büyüme verilerine güvenlerini hemen kaybettiler (Bloomberg, 31/10/09). İkinci gün, dünya ekonomisinin merkezindeki borsalarda yüzde 2.5 yüzde 3’e ulaşan gerilemeler yaşandı. “Volatilite” (dalgalanma) indeksinin yeniden yükselmesi bir süredir borsalarda yaşanan spekülatif toparlanmanın sona erdiğini düşündürüyordu (Market Watch, 31/10/09).
Tartışmalarda, iki nokta öne çıkıyor: Birincisi, ABD ve İngiltere (Anglo-Saxon modelinin iki merkezi) başta olmak üzere devletlerin bütçe açıklarının, IMF eski baş ekonomisti Ken Rogoff’un deyişiyle “ancak savaş dönemlerinde görülen büyüklükteki kamu borçlarının” (Bloomberg 30/10/09) yarattığı köpüğün getirdiği yeni sorunlarla ilişkili. Bu köpüğü söndürmek için gerekecek mali disiplinin ya da köpüğü sürdürmenin borçlanma maliyetleri (faizler) üzerindeki etkilerinin, olağan iş devrelerine ilişkin bir ekonomik “toparlanma” olasılığını dahi zayıflattığı kesin. İkincisi, doların değer kaybetmesinin, sıfır, hatta negatif faiz ortamının yarattığı yeni “carry trade” dalgasının, doların değerlenmeye başlaması durumunda mali piyasalarda yaratacağı patlayıcı etkiyle ilgili.
Birincisi, bütçe disiplini, tüm siyasi ekonomik sonuçlarına karşın denetim altında tutulabilse bile, Financial Times’tan Samuel Brittan’ın işaret ettiği gibi, “resesyon öncesi büyüme trendine geri dönme olasılığı yok”. En iyimser olasılık, uzun süre durgunlukla, sürünme arasında, yeni bir kazaya yol açmadan devam etmek (Rogoff)… Önümüzde, Balakrishnan’ın, New Left Review, Eylül/Ekim, 2009 sayısında vurguladığı gibi uzun süreli bir “steady state” (patinaj) dönemi olabilir.
İkincisiyse, bir kazaya yol açmadan ilerlemenin ne kadar zor olduğunu gösteriyor.
1929’dan sonra düze çıkmak için 20-25 yıl geçmesi, II. Dünya Savaşı’nın yaşanması gerekmişti…