Geçen hafta toplanan G-20 zirvesi öncesinde, medyada kaygılı bir hava egemendi: Önceki iki toplantıda gerçekleşen işbirliği dünya ekonomisini bir uçuruma düşmekten kurtarmıştı. Ancak hala uçurumun kenarında dolaşıyorduk. Yapılması gereken çok iş vardı. Küresel finansal şokun ilk etkileri geçmeye başlaması, bu kez, işbirliği ruhunu zayıflatacak, ulusal çıkarlar peşinde gitme eğilimini güçlendirecek miydi?
G-20 zirvesinden çıkan deklarasyon bu kaygıların ne kadar yerinde olduğunu gösterdi. Le Monde’un yorumuna göre deklarasyonda “birçok olumlu nokta vardı, ama hedeflerin gerçekleştirilmesine olanak sağlayacak araçlar belirlenmediğinden, bu bir siyasi eylem programından daha çok bir niyet belgesini andırıyordu”.
G-20 toplantısında yaşananlar, ABD’nin dünya ekonomisindeki gelişmeleri belirleme kapasitesinin zayıflamaya devam ettiğini, bir “güçler dengesi” ortamının şekillenmekte olduğunu da gösteriyordu.
Gündemin ana başlıkları
“Mali krizle, toparlanma noktası arasında bir yerde” olduğumuzu söyleyen G-20 zirvesi başlamadan bir gün önce, Financial Times bu “noktayı” şöyle tanımlıyordu: “2006’da ekonominin dalgası geri çekilmeye başladığında, hemen hiç kimse hafif bir yavaşlamadan daha öte bir şey beklemiyordu. Uzun bir küresel genişlemeden sonra siyasiler, iş devrelerini (busines cycles) yumuşatarak kontrol altına aldıkları için birbirlerini kutluyorlardı. Bu ‘büyük yumuşama’ şimdi büyük bir yanılsama gibi duruyor… IMF kaybedilen üretim kapasitesinin, bir daha geri gelememek üzere kaybolduğunu söylüyor… Dünya ekonomisi hala bir uçurumun kenarında” (23/09/09). Şimdi dikkatlerin dağılmaması, işbirliğinin bozulmaması, onarım sürecinin biran evvel başlaması gerekiyordu.
Bu bağlamda G-20’nin gündemini de altı başlık oluşturdu. Küresel dengesizlikler, bankaların sermaye tabanlarının güçlendirilmesi, “yükselen ülkelerin” dünya ekonomisinin yönetişim sürecine daha yakından katılması, bankerlerin maaş ve ikramiyelerinin sınırlandırılması, uluslararası mali sistemi düzenleyecek yeni kuralların getirilmesi, küresel ısınma sorunuyla ilgili olarak, Aralıkta yapılacak “iklim zirvesinden” önce yeni, olumlu adımlar atılması.
Ancak, toplantı bittiğinde, küresel dengesizliklerle ilgili üç aşamalı bir çözümle karşı karşıyaydık. Birinci aşamada, ülkeler dengesizlikleri aşmak için alacakları önlemleri planlayacaklar. İkinci aşamada bu planı diğer ülkelere açıklayacaklar. Üçüncü aşamada IMF, plana uyulup uyulmadığını saptayacak; ancak zorlayıcı bir güce sahip olmayacak. Bankların sermaye tabanlarının güçlendirilmesine gelince, bu konu üzerinde bir anlaşmaya varılamadı ve niyet olarak kaldı. Bankerlerin maaş ve ikramiyelerinin sınırlanmasına yönelik somut adımlar atılamadı, çözüm uyulması umulan genel önerilerle sınırlı kaldı. Uluslararası mali sistemin düzenlenmesine ilişkin öneriler de somutlanamadı. Bu konu gelecek toplantılarda görüşülmeye devam edilecek. Tek somut sonuç yaratabilecek kararlar, yükselen güçlerin küresel yönetişime katılımını güçlendirmeyi amaçlayan, diğer bir deyişle şekillenmekte olan yeni dengeleri yansıtan kararlardı. Bu bağlamda, G-7 tarihe karışırken G-20 yeni küresel ekonomik platform olarak saptanıyor, IMF yönetimi genişletiliyor, payların oranları yeniden düzenleniyordu.
Üç köşeli dünya
G-20 zirvesinden çıkanlara bakınca, büyük güçlerin, finansal şokun tekrarlanmasını engelleme, krizi aşma çabalarından daha çok, şok sonrası ortamda, krizi içinde yeniden konuşlanma, krizin yükünü birbirlerinin üzerine yıkma çabalarıyla karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz.
Bu bağlamda Obama’nın dengesizlikleri aşmak için yaptığı “ABD daha az tüketecek, daha az ithal edecek. Diğer ülkelerin daha az ihracat yapması, iç tüketimi güçlendirmesi gerekiyor” önerisine ve gelen tepkilere bakmak yeterli. Obama, diğer ülkelere, esas olarak Almanya ve Çin’i hedef alarak, kapasite fazlanızı bana ihraca etmeyiniz, aksine benim fazla kapasitemi emecek talebi üretmeye öncelik veriniz diyor. Buna karşılık, Almanlar “bizim durumumuz Çin’den farklı, sorumluluğu bize yıkmayınız” (Spiegel, 23/09/09) diyor. Çin Başbakanı Hu Jintao da “biz dış ve iç talep yapılarında gereken düzenlemeleri yaptık” (The Guardian, 26/09/09) diye cevap verirken, Çin Ticaret Bakanlığında, uluslararası ticaret direktörü Yu Jianhua’nın “bir ülke liderinin bir başkasına benden daha fazla ithalat yap çağrısında bulunması piyasa ekonomisi ilkelerine ne kadar uygun emin değilim” sözleri, yalnızca iş birliği ortamının sınırlarını değil, ABD etkisindeki zayıflamayı da gözler önüne seriyordu. Bu arada mali ve ticari korumacılık dalgası yükselmeye devam ediyordu.
ABD’nin bankaların sermaye tabanlarını güçlendirmeye yönelik önerileri de dirençle karşılandı. Fransa Maliye Bakanı Christine Lagarde’a göre, bu öneri ABD’nin daha önce büyük mali yardım ve kurtarma operasyonlarıyla desteklediği bankalarının konumlarını küresel düzeyde, ama özellikle Avrupa bankaları karşısında güçlendirmeyi amaçlıyordu (WSWS, 24/09/09)
Buna karşılık Fransa ve Almanya’nın özellikle mali sistemin düzenlenmesi gerektiğine, banka müdürlerinin maaş ve ikramiyelerine yaptıkları vurgu, kriz ortamından, ABD mali sistemine yönelik eleştirilerden yararlanarak, ABD bankalarının uluslararası gücünü kırmayı amaçlıyordu.
G-20 toplantısı “kararları” dünya ekonomisinin artık çok kutuplu, esas olarak üç köşeli bir özellik kazanmaya başladığını gösteriyordu. Birincisi, dünya ekonomisinin yönetişimine ilişkin konuklarda, bundan böyle, inisiyatif en gelişmiş ülkelerin örgütü olan G-7 toplantılarından, G-20 toplantılarına geçiyordu. Ancak uluslararası siyasi ilişkilerin yine G-8 inisiyatifinde kalmaya devam edecek olması, hem merkez ülkelerin konumlarını terk etmedeki isteksizliklerini gösteriyor, hem de dünya ekonomisinde şekillenen ekonomik ve siyasi güç dengesizliklerine işaret ediyordu gösteriyordu. Dahası G-20 içinde de, bir “G-5” (ABD, Japonya, Çin, Hindistan ve AB) şekillenmesinden söz edilmesi, belli ki birilerinin, öbürlerine göre “daha eşit” konumda olacağını gösteriyordu. G-7’den G-20’ye geçiş, onun içinde, bir G-5 konseptiyse, AB ülkelerinin göreli ağırlığını, azalırken, ABD ve Çin ekseni arayışlarıyla da uyum halinde olan bir gelişmeydi. ABD’nin IMF yönetim kurulu üyeliğinin 24-den 20’ye indirilmesine, gelişmiş ülkelerin (esas olarak Avrupa ülkeleri) paylarının yüzde 5’inin, Çin, Hindistan, Brezilya gibi yükselen olan ülkelere aktarılması da benzer eğilimin ürünüydü. Ama, Financial Times’a göre İngiltere ve Fransa’nın sert direnişi, “ABD veto hakkını” gündeme getirmeleri, bu sorunun çözümü de gelecek toplantılara bıraktı. Küresel ısınma konusunda da, Çin’in daha uyumlu davranacağını göstermesinin ötesinde bir somut adım atılamadı.