Tuesday, November 25, 2008

Tüm Seferler İptal Edildi

Tarihin sonuna, liberal demokrasinin, küresel serbest piyasanın egemen olduğu, ABD tarzının genelleştiği yerdeki (orada, tek olumsuzluk, artık büyük olaylar yaşanmayacak olmasından kaynaklanan bir can sıkıntısıymış) istasyona giden tren seferlerinde son yıllarda büyük aksamalar yaşanıyordu. Geçen hafta gelen haberlere bakılırsa tüm seferler artık süresiz olarak iptal edildi.

Birincisi, seksen yıl önce küreselleşmenin mezarını kazan bir “olay” yine gündemde. İkincisi, ABD Ulusal İstihbarat Konseyi’nin raporu, liberal demokrasinin, ABD tarzının genelleşme olasılığının artık kalmadığını resmen ilan ediyor.

Büyük depresyon redux

Geçen hafta dünyanın önde gelen ekonomi yayınlarında yorumlar, tartışmalar, “küresel resesyon” kavramından depresyon olasılığına kaymaya başladı. Bu nedenle, seksen yıl önce “depresyon” olarak adlandırılan dönemin özelliklerini kısaca anımsamak yararlı olabilir.

Büyük depresyon öncelikle bir kredi köpüğünün patlaması, borsalarda yüzde 50’den fazla düşüşler anlamına geliyor. Bu sarsıntılara paralel uzun süren, derin bir ekonomik durgunluk, iki haneli sayılara ulaşan işsizlik oranları, uzun süreli bir fiyat deflasyonu gözlemleniyor. Bu depresyonu, borsadaki düzeltmeleri izleyen herhangi bir resesyondan ayırt eden en önemli özellikler kronik deflasyon ve uzun süreli, yüksek işsizlik oranları. Çünkü bu iki gösterge, sıradan bir temizliği gerçekleştiren devresel resesyonlardan öte, geniş çaplı bir sermaye ve emek imha sürecinin yaşandığını gösteriyor. Bu yüzden depresyon, siyasi istikrarsızlık, yerel, bölgesel savaşlar, devrimler, sağ popülist (faşist) rejimler yaratma potansiyelleri içerdiğinden, kapitalist üretim tarzının en tehlikeli dönemini oluşturur.

Geçen hafta 7500’lere kadar indikten sonra, yalnızca bir söylenti üzerinde cuma günü 500 puan sıçrayan Dow Jones, ama daha kapsayıcı olanStandard & Poors 500 indeksleri olmak üzere, Avrupa’dan Japonya’ya kadar borsa indekslerine bakınca, hemen hepsinin zirve noktalarına göre yüzde elliden fazla değer kaybetmiş olduğunu görüyoruz. Dahası krizin ilk yılı olan 2007’de, Dow Jones’un kayıplarının 1929 krizindeki ilk yıl kayıplarını geçmiş olması da ilginç (Chartoftheday.com; aktaran Ahmet Öncü).

Kredi köpüğünün delinmesiyle başlayan süreçte, ABD’den Avro bölgesine, İngiltere’den Japonya’ya, diğer bir deyişle dünya ekonomisinin en az yüzde 60’ı (gelişmekte olanları katarsak yüzde 80’den fazlası) resesyona girmiş durumda. Kapasite fazlası, talep yetersizliği sorunu, öncelikle ağır sanayi, ama elektronik ve elektrikli aletler sektörlerinde de giderek ağırlaşıyor. İnşaat sektörüyse, en canlı piyasalarda bile filler mezarlığına dönüşmeye başlıyor. Middle East Times’ın editörü Claude Salhani geçen haftaki yorumunda, Dubai’de “vinçlerin sustuğunu”aktarıyordu (ME Time 20/11.08). Bu sektörlerdeki daralmaya bağlı olarak, petrol ve temel metaller gibi girdilerin fiyatları da hızla düşmeye devam ediyor. Bu yüzden geçen hafta, New York TimesFinancial TimesWashington Post, Le Monde gibi gazetelerin yorumları, Krugman ve Roubini gibi öngörüleri kanıtlanmış ekonomistlerin yazıları, ısrarla deflasyon tehlikesini vurguluyordu.

Geçen hafta ABD otomotiv sektörü, 250 binden fazla işi yok etmek üzere çöküşün eşiğinde kurtarılmayı beklerken, gelen veriler genelde işsizliğin artmaya devam ederek son 26 yılın (neo-liberalizm başladığından bu yana) en yüksek düzeyine ulaştığını belgeliyordu. Öncü Göstergeler İndeksi’ndeki gerileme, bu yıl toplam 1.2 milyon kişi artarak yüzde 6.5’e ulaşan işsizlik oranının yükselmeye devam ederek gelecek yıl yüzde 10’un üstüne çıkabileceğini düşündürüyordu.

Avro bölgesinde de benzer bir durum söz konusu. Otomotiv sektörü sürekli işçi çıkarıyor. Özel sektör performansını izleyen Satın Alma Müdürleri İndeksi’nin (50’nin altısı daralma gösteriyor), kasım ayında beklenmedik sertlikle, yüzde 43.6’dan yüzde 39.7’ye gerilemesi, eylül ayında Avro bölgesinde yüzde 7.5’te seyreden işsizlik oranının gelecek yıl kolaylıkla iki haneli sayılara ulaşabileceğini gösteriyordu.

Tüm bunlara karşılık Wall Street Journal’a göre hükümetler finans sistemini ve ekonomiyi stabilize edecek araçları hızla tüketiyorlar (McCay, 19/11/08). The Australian’da bir yorumcu “hiçbir şey işe yaramıyor” (aktaran Salhani) diyor. Roubini’nin işaret ettiği gibi bir “likidite kapanı”oluşmaya başladı (RGE, 21/11/08). Özetle ABD ve diğer gelişmiş ekonomiler hızla bir depresyona doğru yuvarlanıyor.

2025’te ‘kaosa’ doğru

Geçen haftanın ikinci ilginç gelişmesi de Ulusal İstihbarat Konseyi’nin (NIC) ABD hegemonyasının sona erdiğini resmen açıklayan raporuydu. Bu raporlar dört yılda bir yayımlanıyor ve biri öbürüne pek benzemiyor. Bu yüzden raporun geleceği gerçekten görüp görmediği pek önemli değil. İlginç olan, tüm dünyanın bildiği bir gerçeği ABD yönetiminin nihayet resmi bir belgede, yeni bir Başkan görevi devralmadan az önce dile getirmesi.

Rapora göre, Çin ve Hindistan yükseliyor, ABD eskisi kadar egemen olamayacak. Uluslararası ilişkilerde tek kutuplu dünyadan parçalanmaya doğru gidilecek. Washington’ın gerektiğinde “bir istekliler koalisyonu kurması” artık kolay olmayacak. Yeni güçler 1930’lardakiler gibi verili düzeni yıkmaya kalkmayacaklar ama, “uluslararası düzen” sözcüğü bir anlamda artık yanlış bir betimleme olacak. Liberal demokratik modelin geleceği de artık güvenlikte değil. Küresel ısınmanın etkileri önemli çatışma nedenlerinin başında gelecek, silahlanma hızlanacak... Gördüğünüz gibi, tüm bunların bu köşede, son yıllarda dile getirilenlerden eksiği var fazlası yok. Öyleyse, bu rapor aslında dünyanın geri kalanıyla aynı görüşleri paylaşır gibi yaparken, yeni Başkan’a, acilen bu trendi tersine çevirecek, ABD liderliğini restore edecek bir şeyler yapmasını öneriyor olamaz mı?

Böyle kuşkucu bir yaklaşımın arkasında, ABD Kongresi tarafında, 6.4 milyon dolar harcanarak hazırlatılan “Ulusal Güvenlik Raporu Projesi” başlıklı çalışma var. Geçmiş yönetimlerden üst düzey görevlilerin katıldığı, Obama’nın geçiş dönemi ekibinin ulusal güvenlik uzmanlarını da içeren bir “yönlendirici koalisyon”un gözetimi altında hazırlandığı belirtilen bu raporun, arkasındaki siyasi destekten dolayı, (NIC) çalışmasından çok daha önemli olduğunu düşünüyorum. Washington Post’un ulusal güvenlik uzmanı Walter Pincus’un aktardığına göre, önerileri 2 Aralık’ta açıklanacak olan raporda, öncelikle 1947’den bu yana geçerli olan savunma prensiplerinin, çok daha merkezileşmiş, bütünleşmiş bir güvenlik sistemi oluşturulacak biçimde değiştirilmesi, çatışma sonrası (yıkımdan sonra) yeniden yapılandırma aşamasında daha etkin olabilmek için State Department’in ve ABD Uluslararası Gelişme Ajansı’nın (USAID) bütçelerinin iki kat arttırılması öneriliyormuş (17/11/08). Diğer bir deyişle raporun, yeni coğrafyalara daha etkin askeri müdahale olanaklarının geliştirilmesini amaçladığı anlaşılıyor.

Anlaşılan, artık “tarihin sonuna” gitmiyoruz ama bulunduğumuzu yer de, korkarım giderek 20. yüzyılın başına benzemeye başlıyor.

Friday, November 21, 2008

Bu Kriz O Kriz mi?

Dünya ekonomisinde yaklaşık 18 ay önce bir “kriz” başladı. Eylül ayında borsalar çok sert bir sarsıntı geçirdi, hatta “Crash of September” deyimi söyleme girdi. Geçen hafta gelen haberler krizin derinleşmeye, yayılmaya devam ettiğini gösteriyordu. Haftanın en ilginç olayıysa, cumartesi günü yapılan, medyada da, “Bretton Woods”a benzetilen G20 toplantısıydı.

Her yerden kötü haber

Geçen hafta, Avrupa Birliği ekonomilerinin, ortak para birimi tartışmaları başladığından bu yana ilk kez resesyona girdiği resmen açıklandı. Hong-Kong da resesyonda, Çin’in GSMH’sinin yaklaşık yüzde 20’sine yakın bir ekonomi destek paketi açtı. ABD’de ise Hazine BakanıPaulson’un, bankaların “zehirli varlıklarını” alma planından vazgeçtiğinin açıklanması kafaları karıştırdı.

IMF küresel ekonomik büyüme hızı öngörülerini bir kez daha aşağı doğru değiştirdi: Büyüme 2009’da resesyon sınırı olarak görülen yüzde 2.5’in altına inecek. Eğer Robini’nin “sıfır” ya da “eksi” büyüme öngörüsü gerçekleşirse, depresyon kaçınılmaz.

Bu sırada haberler ekonomik krizin elektronik sektörüne ulaştığını, otomotiv sektörünün özellikle ABD’de çöküşün eşiğine geldiğini, ABD’de tüketici talebi hızla düşerken ihracatta da sert bir gerilemenin başladığını gösteriyordu. Mali piyasalar adeta “yoyo” gibi. Dow Jones bir günde 900 puanlık, yüzde 10’dan fazla bir salınım yaşadı, kısa bir süre için de olsa 8000’in altına indi. Şirket bilançolarına ilişkin haberler gittikçe kötüleşiyor.

1929’dan bu yana en büyük, ama ‘O kriz’ mi?

Bu soruyu ilk kez 2007’nin başında sormaya başladığımda, aklımda 1930’lar vardı. Şimdi cevap ararken dört gelişme üzerinde özellikle duruyorum.

Birincisi: 1970’lerden bu yana yaşanan “yapısal” kriz içinde tekrarlanarak gündeme gelen, kendini dışa vuran kriz eğilimleri (aşırı birikim/üretim, yetersiz talep) ertelendikçe hem ertelenen sorunlar giderek ağırlaştı, hem de ertelemekte kullanılan araçların çapı, etki alanı giderek büyüdü. “Yapısal”kavramını bu yüzden kullanıyorum.

Bu sorunu erteleme çabaları içinde oluşan mali genişleme giderek bir kredi köpüğüne dönüştü, şimdi patlıyor, boşalttığı enerji reel ekonomide yıkıcı etkiler yapıyor.

Diğer taraftan, söz konusu sorunu ertelemeye, aşmaya çalışırken, sermayenin, mekân dışına kaçarak ihracatı, uluslararası yatırımlar, zamana kaçarak gelecekte üretilecek artı değerler üzerinden genişleme (mali sermaye ihracı, finansallaşma), birikmiş değerleri emme, diğer sermayeleri yutma (spekülasyon, yeni yatırım araçlarının icadı), hızlanma (“network”ler, tedarik zincirleri, dikey yatay entegrasyon, yoğunlaşma), nihayet savaşlar gibi yöntemleri, hem büyük bir mali istikrarsızlık yarattı, hem yeni üretim kapasitesi yaratarak sorunu daha da ağırlaştırdı. Hem Çin, Hindistan, Brezilya, Rusya gibi yeni birikim merkezleri, dolayısıyla güç odakları oluştu, hem de tedarik zincirleri,“network”ler çok daha kırılgan ve sorunların yayılmasını hızlandıran bir yapı oluşturdu.

Özetle, “erteleme mekanizmaları”, aşırı birikim sorununu daha da ağırlaştırdı, mali krize yol açtı, nihayet yeni jeo-politik sorunlara zemin hazırladı.

İkincisi: Buradan erteleme işleminde kullanılan yönteme/modele geçebiliriz. Gördüğüm kadarıyla, devletin kâr oranları düşme eğilimlerinin karşıt eğilimlerini başarıyla harekete geçirmesine olanak veren ekonomi yönetim modeli rejimi/neo-liberalizm (popüler adıyla küreselleşme) tam anlamıyla tükenmiştir: Bu model artık sorunu erteleyemiyor; ertelemeye çalıştıkça ağırlaştırıyor. Bu model, artık çözümün değil sorunun bir parçasıdır.

Bu bağlamda, gelişmekte olan ülkelere dayatılan ihracata, tüketimin dış krediyle finansmanına dayalı, “mantıksız modeli” (dünyada talebin, mali kaynağın sonsuz olduğunu varsayıyor) devam ettirmenin olanaksızlaştığını da vurgulamak gerekir. Sonuç olarak diyebiliriz ki hem “merkez”de hem “çevre”de yeni bir model aranıyor...

Yönetenler eskisi gibi...

Üçüncüsü, demek ki yönetenler artık eskisi gibi yönetemiyor. Peki yönetilenlerin duyarlılıklarında bir değişiklik var mı?

Geçtiğimiz 25 yıldır, devletin ekonomiye müdahale etmesinin, toplumsal çıkar kavramının,“köleciliğe giden yol” olduğunu öğrenenler şimdi hızla yoksullaşırken, devletin büyük şirketleri kurtarma çabasına bakıp şaşırıyor, arkasından, devletten kendilerine öncelik vermesini istiyorlar, hem de toplumsal çıkar adına...

Devlet, müdahale etmeye başlayınca, göreli özerkliği de artmaya başlıyor, bürokrasi toplumu, sistemik riskleri görmeye başlıyor. Diğer sınıfların taleplerine açılmaya başlıyor: Örneğin, medya, ABD’de devletin“zehirli atıkları” almaktan vazgeçerek batık ipoteklere, tüketici talebine, hatta otomotive ilişkin tedbirler üzerinde odaklaşmaya, bir neo-liberal olarak hükümete gelen Sarkozy’nin hızla “Keynesçi”olmaya başladığına ilişkin kaygıları aktarıyor.

“Obamania” “yönetilenlerin”yani bir ekonomik model arayışının yankısı olarak da yorumlayabiliriz.

Bu sırada, sermaye sınıfının en aşırı örneklerinin (“açgözlü bankacılar”, “dolandırıcı heç fonlar” filan), “gösteri toplumunda” dikkat çekiyor ve tüm sınıfı temsil eden, onun yerine geçen örneklere dönüştüğüne şahit oluyoruz. Böylece, toplumun dikkatinin tüm sermaye sınıfı üzerinde yoğunlaştırma, sol düşüncelere olduğu kadar sağ popülist demagoglara açılma olasılığı da artıyor...

Son olarak uluslararası jeopolitikte de önemli yenilikler var. ABD hegemonyasında ikinci bir restorasyon çabası, Irak ve Afganistan sonra da mali krizle duvara çarptı. Bu sırada yeni mali ekonomik ve giderek siyasi güçlerin ortaya çıktığını, örneğin, Çin’in “ikinci vazgeçilmez ülke” olduğunu görüyoruz. Ayrıca Latin Amerika’dan Uzakdoğu’ya, hatta Afrika ve Ortadoğu’ya kadar, giderek ABD etkisinden bağımsızlaşan ülkeler artıyor. Dünyanın ekonomik siyasi merkezinin artık Doğu’ya kaymaya başladığı ileri sürülüyor.

Nihayet krizin bu konjonktüründe karşımıza ABD’nin ya da bir başka hegemonyacı gücün tek başına çözemeyeceği kadar büyük sorunların (küresel ısınma, gıda/su krizi hatta, kredi köpüğü) geldiğini görüyoruz. Besbelli ki, dünya artık yeni bir toplumsal, ekonomik model istiyor.

Tam bu noktada hafta sonu yapılan G20 toplantısının sonuçlarına bakarsak, PNP PARIBAS bankasının, toplantıdan bir gün önce yayımlanan bilgi notunda toplantıyı önce Machbet’in cadı kazanına sonra da, bir türlü karar veremeyen Hamlet’e benzeten saptamasına katılmamak elde değil.

Avrupa liderleri, küresel çapta yeni düzenlemeler ve sınırları aşan denetim organları istiyorlar. Buna karşılık ABD hem eski modelde (neo-liberal küreselleşme) ısrarlı hem de denetim söz konusu olunca ulus devletlere öncelik vermekten yana. G20, IMF’yi güçlendirmek, DTÖ Doha’yı canlandırmak istiyor. IMF’nin eski başekonomisti, MIT’den Prof. Simon Johnson da,“Bunlar önemsiz kararlar, toplantı olmadan da alınabilirdi, G7’nin G20 olmasından başka ne yenilik var ki?” diyor. Kim bilir belki de bu, yeni jeopolitik dengelerin uluslararası platformlara yansıması açısından önemli bir gelişme, bir başlangıçtır. Göreceğiz...

Sunday, November 16, 2008

‘Obamania’ Neyin ‘Semptomu’

(Cumhuriyet 10.11.2008)

Demokrat Parti’nin adayı siyah renkli Barack Obama kazandı, yer yerinden oynadı. Doğru “siyah” birinin ABD devlet başkanı olması “tarihsel” ve sevinilecek bir olaydır. Ama “obamania” bu olayın boyutlarını çok aştı, küresel bir “gösteriye” dönüştü: “Tüm dünya ABD’yi kutluyor”, “Bush dönemi bitti”, “ABD rüyası yeniden canlandı”, artık gündemde “işbirliğine dayalı dünya politikası var.” Bu, “Büyük bir zafer”, “ABD halkı tercihini başka bir Amerika için kullandı.” Kimilerine göre de ABD “uzun bir süre için sola döndü.

Dünya medyasının (uluslararası medya tekellerinin) “müthiş bir estetik yöneticilik” becerisiyle ürettikleri, dünya halklarının da hevesle seyrettiği bu “gösteri” acaba neyin semptomu?

Önce bazı gerçekler

Obama seçim kampanyasında 650 milyon dolar harcama yaptı. Obama kampının internet üzerinden çok başarılı bir bağış kampanyası gerçekleştirdiği sürekli vurgulandı. Ancak yakından bakınca iki olgu dikkat çekiyor. Birincisi, büyük şirketlerin kampanyaya yaptıkları mali katkılar, bireylerin bağışlarını çok aşıyor. İkincisi, parası önceden ödenerek satın alınan kredi kartlarıyla yapılan (kaynağı belirsiz) bağışlar tartışma yaratacak boyutlara ulaşıyor.

Financial Review’un temmuz ayında aktardığına göre ilk kez bu seçimlerde, Wall Street bankerleri, Heç fonların müdürleri Cumhuriyetçilerden daha çok Demokratlara bağış yapıyorlarmış. Heç fon müdürlerinin Obama kampanyasına yaptıkları bağış, daha o tarihte 822,375 dolara ulaşmış. Ağustos sayısında, bu konuya “Satılık adaylar” başlığıyla değinen Rolling Stone dergisi Obama kampanyasına Goldman Sachs’ın 627,000, JP Morgan Chase’in 398.021, Lehman Brothers’ın(!) 353.922, Morgan Stanley’in 291.388 dolar bağış yaptığını bildiriyordu. Heç fonların Obama’ya yaptıkları toplam bağış, McCain kampanyasına yaptıklarından 500.000 dolar daha fazlaymış. Rolling Stone yorumunu, “Obama, sürekli ‘Yeni Washington’ diyor. Ama bu seçimlerin gerçek mirası, siyasi sistemimizin hiç değişmeyen oligarşik doğasını, bir kez daha sergilemek gibi bir trajedi olabilir” sözleriyle bitiriyordu.

Obama’nın maliye bakanlığı adayları listesinin başında, bu mali krizin mimarlarından Rubin, Summers ve neoliberalizmin ilk tetikçisi Volcker’in adlarının geçmesi, Rolling Stone’un korkusunun gerçekleşeceğini gösteriyor.

Obama’nın siyah olmasına gelince. ABD’de belli bir gelir diliminin üzerine çıkınca, renk farkının ortadan kaybolduğunu, daha önce iki siyahın, Powell ve Rice’ın yönetimin en üst kademelerinde görev yaptığını, başka siyah meclis üyeleri olduğunu anımsamak gerekir.

Üç korkunun kesiştiği yerdeki ‘fantezi’

“Obamania”, diğer bir deyişle “umudumuz Obama”, “fantezisi”, üç korkunun kesiştiği yerde ve yukarıdaki, herkesin çok iyi “bildiği” gerçekler “yadsınarak” yaratıldı.

Bu korkulardan birincisi, “ekonominin, küreselleşme döneminde, sermayeden yana giden sarkacının, şimdi emekten yana geri dönmeye başlayabileceğine” ilişkin.

Geçen ay yayımlanan bir OECD raporu gelişmiş ülkelerde küreselleşmeden öncelikle zenginlerin yararlandığını, gelir dağılımının bozulduğunu ortaya koyuyordu (Financial Times, 22/10/08). İki yıl önce, bu kaygılar yoğun bir biçimde tartışılırken aktardığımız gibi, üretkenlik artmış, ama neo-liberal teorinin savlarının aksine emeğin payı artmamıştı (Stephen Roach, 23/10/06). Dahası, geçen 20 yılda yalnızca en yoksulların değil, özellikle ABD’de orta sınıfların refahında ciddi bir gerileme yaşandı. Der Spiegel’de yayımlanan bir araştırmaya göre,1970-90 dönemini kapsayan, 20 yılda ABD’de yüzde 20’lik beş gelir diliminin, en yoksuldan en zengine doğru gelirleri sırasıyla, yüzde olarak 120, 110, 107, 114 ve 94 artmış. Bir sonraki (“küreselleşme”) dönemdeyse, artışlar, sırasıyla (-1.4), 6.2, 11.1, 19 ve 42 olmuş (Steingart, 24/10/06). Gördüğünüz gibi, ABD genel olarak yoksullaşırken, en üst yüzde 20’lik kesim pastadan en büyük payı almaya devam etmiş. Ancak başka veriler, en üst yüzde 1’in payının, yüzde 100 artarak, 1979’da yüzde 7.5’ten 2006’da yüzde 14’e yükseldiğini gösteriyor (Costello, The Asia Times 17/04/08). ABD halkı 1930’lardan bu yana en büyük krize, büyüme döneminden yararlanamamış, ev ve borsa kriziyle birlikte büyük bir gelecek korkusuna düşmüş olarak giriyorlar. Diğer bir deyişle önümüzdeki dönemde ABD’nin en zengin kesimlerine yönelik bir toplumsal tepki riski var.

İkinci korku, Bush döneminin imparatorluk projesinin çökmesiyle, ABD’nin küresel saygınlığının dibe vurması, buna karşılık yeni güçlerin yükselmesiyle ilgili. Küresel ekonomik güç dengesinin doğuya doğru kaymaya başlaması da bu gerilemeye dünya tarihsel bir boyut katarak (Golub, Le Monde Diplomatique Kasım 2008), Avrupa’da da tedirginliği arttırıyor.

Üçüncüsü de bizim malum “A takımının” dünyadaki, büyük medyada çalışan benzerlerinin korkusuyla ilgili. Bunlar geleceklerini ABD’ye hizmet edebilmeye bağlamışlardı. Bu iş giderek zorlaşıyor, ülke içinde inanılırlıklarını hızla kaybediyorlardı.

Bu üç korkunun kesiştiği yerde, her derde deva bir “fantezisi” oluştu. Örneğin, Obama adeta halkın iktidara gelmesiydi. Kriz halktan yana tedbirlerle aşılacaktı. Yalnızca siyahların, Latino kesimin değil, beyaz işçi sınıfının, daha önce Cumhuriyetçilere oy veren beyaz orta sınıfın da desteğini alarak seçilmiş olması, kimlerin huzursuzluğuna bir yatıştırıcı, “Evet yapabiliriz!” (Yes we can) sloganının en azından dört yıl daha kimlere yem borusu olacağını gösteriyor.

Obama’nın şimdi, Bush döneminin, iki savaş, Guantanamo, Abu Garib, Katerina, rüşvet skandallarından, açık militarizminden, küresel ısınmaya karşı tedbirleri engelleyen tutumundan sonra, ABD’nin imajını,“yumuşak gücünü” yenilemesi, Batı ittifakını güçlendirmesi umuluyor. Ancak birincisi, “yumuşak” güç, ekonomik ve kültürel çekicilik olmadan, salt kendisi için değil tüm kapitalizm için çözüm olacak yeni bir ekonomik model, dahası maddi kaynak sunmadan, nihayet dünyanın kimi gerçek sorunlarını çözemeden elde edilemez. İmajdan çok, yapısal özelliklerle ilgili bir şey “yumuşak güç.” İkincisi ABD dış politikasında, Bush’un ikinci döneminde başlayan yönelimden öte, köklü bir değişim yaşanacağına ilişkin hiçbir işaret yok. Dahası geçen aylarda yayımlanan kimi Pentagon ve CSIS raporları, ulusal çıkarlarla jeo-ekonomik arasındaki ilişkileri, asimetrik savaşları, ulus inşa etme kapasitelerinin önemini vurguluyor, bir anlamda yeni savaşları haber veriyorlardı. ABD ile AB arasında, hem krizin, hem de yükselen güçlerin yönetilmesine ilişkin gerçek çıkar farklarından kaynaklanan sorunlar var.

“A takımı” ve benzerlerine gelince, kendi imajlarını parlatmak için, Obama vesilesiyle patronun imajını parlatmaya, Obama’yı eleştirenleri “ulusalcı” ilan etmeye çabalıyorlar. Bu arada bu “ulusalcı” suçlamalarının gerçek işlevini bir kez daha sergiliyorlar. Ama kısa süre sonra, kaçınılmaz olarak “Obama fantezisi” çözülmeye başlayınca, eskisinden daha gülünç durumlara düşmekten kurtulamayacaklar. Tarih yön değiştirdi bir kez…

 

Thursday, November 06, 2008

Wednesday, November 05, 2008

Bir kriz daha var ve yeni başlıyor!

(Cumhuriyet 03.11.08)

Borsaların toparlanma işareti verdiğine bakmayın. Dünya ekonomisinde bir resesyon yaygınlaşıyor, bir depresyon riski artıyor. “Yeni başlamakta olan kriz” bu sürece ilişkin ekonomi yönetim modeliyle ilgili… Çünkü, bir model çöktüğünde, yeni bir modelin oluşması, benimsenmesi uzun yıllar alıyor.

Küresel resesyon ve kilitlenme riski

Geçen hafta, olumsuz ekonomik haberlere karşılık borsalar şaha kalktı. Örneğin, Dow Jones sanayi indeksi Salı günü %10’dan fazla değer kazandı. Halbuki ayni gün veriler (tüketici güven indeksi), ABD’de ve dünya ekonomisinde büyümeyi destekleyen ABD tüketicisinin nihayet “havlu atığını” gösteriyordu. Bir önceki hafta BBC, İngiltere’de, gıda tüketiminin kayıtlar tutulmaya başlandığından bu yana ilk kez gerilediğini bildirmişti.

Bloomberg,  borsadaki yükselmeye ilişkin haberinin hemen altında kredi krizinin “reel ekonomiyi vurduğunu” bildiriyor, birkaç gün sonra da New York Times, sıranın kredi kartları borçlarına geldiğini yazıyordu. ABD’de ekonomik büyümesinin %70’i tüketici talebinden kaynaklanıyor. Bu tüketici talebi dünyanın geri kalanında özellikle de Asya (öncelikle de Çin’de) oluşmuş tasarruflarla finanse ediliyordu. Böylece, dünya ekonomisinin %25’indan fazlasını oluşturan ABD’nin ekonomik büyüme hızı, 2000-2006 arasında dünya ekonomik büyüme hızındaki artışının % 70’ine yakınını sağlıyordu. Geçen hafta bir diğer veri de ABD ekonomisinin daralmakta olduğuna ilişkindi.

Şimdi bu koşullarda, Fransa ve İngiltere’nin resmen resesyona girdiğinden, Çin’de ekonomik büyümenin %10-11’lerden %8-9 arasına gerilemesine ilişkin beklentilerden hareketle, küresel resesyonun artık yerleştiği sonucuna ulaşabiliriz.

Resesyon, küresel bile olsa, tek başına çok tehlikeli bir olgu değil. İş devrelerinin, adeta kapitalist ekonominin “nefes alıp verme hareketinin, nefes verme aşaması” olarak görülebilir. Ancak durum 1997’den bu yana farklı. 1997 Asya krizinden sonra merkez ülkelerde oluşan köpüklerin patlamasıyla oluşan resesyonun, depresyona dönüşmemesi için şişirilen gayrimenkul piyasası ve “menkulleştirme” köpüklerinin arkasındaki parasal genişleme, neo-liberal ekonomi yönetim modelinin “tabancasındaki son kurşundu”. Bu nedenledir ki biz bu köpükler oluşurken, geriye doğru bakarak neo-liberal modelin “destek fantezisi” olan “küreselleşmenin” Asya kriziyle birlikte sona ermeye başladığını, yeni bir döneme geçiş sürecinin gündeme geldiğini savunmaya başlamıştık (örneğin: Küreselleşmeden sonra- geçiş sürecinde gezintiler, Ütopya yayınları, Nisan 2006).

Önce ev piyasası köpüğü, sonra menkulleştirme köpüğü, delindi. Ekonomik kriz (kar oranlarındaki kronik zayıflıktan kaynaklanan bir aşırı birikim krizi) bu kez, en tehlikeli dışavurumlarından biri olan “kredi krizi” biçiminde gündeme geldi. Kredi krizi kısa sürede, ekonominin mali devreleriyle üretici devreleri arasında birbirini besleyen bir fasit daire oluşturdu. Bu sırada dünya ticareti de geriliyordu.  Deniz ticaretinin nasıl hızla gerilemekte olduğunu, göstermek amacıyla, yeni “konteyner” talebini ölçen “Baltic Dry Index’deki  %90’a varan düşüşü geçen hafta aktarmıştım. Perşembe, günü Bloomberg’de bu konuya değinen bir yorum (Mark Gilbert, 30/10) kara ve hava taşımacılığına ilişkin korkutucu veriler içeriyordu. Dünyanın ikinci büyük kamyon (TIR) üreticisi Volvo’nun ürünlerine talep bu yılın III. Üç aylık döneminde bir önceki yıla göre  %99 gerileyerek 41,970 araçtan 155 araca düşmüş. Dünyanın en büyük kamyon üreticisi Daimler AG’de yılın ilk yarısında talepte %30 gerileme olduğunu bildiriyormuş. Yazar, hava kargo taşımacılığının da Eylül’de % 7.7 düştüğünü aktarıyor. “Küreselleşmeciliğin” diline çevirirsek, küresel mali piyasalar kilitlendi, küresel mal piyasaları da kilitlenmek üzere…

“Küreselleşme”den sonra ne?

Daha önce de aktarmıştım, küreselleşmeyle ilgili dikkate değer iki yaklaşım vardı. Biri küreselleşmenin kendi “ağırlığı” altında çökebileceğinden kaygı duyuyordu (Niall Ferguson, Jeffrey Williamson, Joseph Stiglitz, Martin Wolf).  İkincisi, küreselleşmenin krizi hızla yayarak derinleştirmesinden, büyütmesinden korkuyordu (Morgan Stanley’in Asya Direktörü, Stephen Roach). Ben ise, küreselleşmeyi kapitalizmin yapısal “kriziyle” ilişkilendiriyor, bir kriz yönetme biçimi olduğunu vurguluyor, geçici olduğunu savunuyordum.

Bu gün, özellikle Roach’un küreselleşme sırasında oluşan uluslararası ticari, mali bağlantıların, bilgi işlem ve iletişim ağlarının bir bölgedeki krizi hızla sisteme yayarak derinleştireceğine ilişkin korkusunun çok yerinde olduğunu görüyoruz. Dahası geçen hafta Der Spiegel’de yayımlanan bir yorumdan (Michael Mandel, 28/10) hareketle mali krizin bu üç yaklaşımı da doğruladığını da söyleyebiliriz.

Mandel ‘e göre, bu kriz aslında insanların geçen dönemde oluşan sınır ötesi teknoloji transferi, ticari ve mali bağların sürdürülemez olduğunu kavramasından kaynaklanıyor.  Mandel bu süreçte, kredi sisteminin ve ÇUŞ’lerin kurduğu “küresel tedarik zincirleri” temelinde (küreselleşme) oluşan yeni kapasitenin şimdi başa bela olduğuna da dikkat çekiyor; mali kriz teşhisiyle yapılan müdahalelerin işe yaramayacağını savunuyor. Tam bu noktada, biz de, “Yeni başlamakta olan kriz” olarak nitelediğim olguyu konuşmaya başlayabiliriz.

Neo-liberal model krize bir çare üretemiyor, her müdahale (kurtarma, devletleştirme, düzenleme ve denetleme) bu modelden biraz daha uzaklaşmayı getiriyor. Yeni bir “model” gerekiyor. Ancak, acilen gerekli olsa bile, yeni bir modelin oluşmasının, benimsenmesinin önünde en azından üç engel var.

(1) Yirmi beş yıldır uygulanan modelin yerleşmiş kurumları, (IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, hazine bakanlıkları, Merkez Bankaları, üniversiteler, medya), bürokrasileri, organik entelektüelleri, yeni önerilere direnecek ayak sürüyecekler. Siyasi liderler yetiştikleri ortamın yüküyle hızlı davranamayacaklar. Orta sınıflar, devlet müdahalesine, vergilendirmeye, maliye politikalarına iyi bakmayacaklar.

(2) Neo-liberalizm iflas edince akla Keynesgil modele geri dönmek geliyor . Ancak o modelin şekillendiği dönemde, sermayeyi uzlaşmaya zorlayan üç etken, sosyal demokrasi, kitlesel sendikal hareket ve komünizm tehdidi bu gün yok. Bu yüzden sermaye sınıfı devletin müdahale gücünün, “göreli özerkliğinin” yeniden artmasına karşı direnecek.

(3) Maliye politikalarından sonuç alabilmek ( tüketimi, üretimi, yatırımları teşvik edebilmek) için ekonomik etkinliğin sınırlarını denetleyebilmek, yapılan desteğin, ülke içinde kalmasını sağlamak gerekiyor. Yoksa hükümetler, yönetici sınıfları,  hatta orta sınıfları bu uygulamaların yükünü üstlenmeye ikna edemezler. Anımsarsanız, Keynesgil modelde dış ticaretle mali piyasalar ulusal zeminde denetlenir, ülke içindeki ekonomik etkinlik kısmen de olsa planlanır ve ona göre desteklenir, daha önemlisi işçinin ücretinin bir kısmını (toplumsal ücret: sağlık, ulaşım tüketim konut vb destekleriyle) ödemeyi devlet üstlenirdi.

Bu yukarıdaki engellerin aşılması yeni (kapasite fazlası sorununa da, savaşa yol açmadan bir çare bulabilecek) bir modelin şekillendirilip uygulanmaya konması kolaylıkla ve kısa sürede gerçekleşecek bir şey değil. 1970’lerde,  Keynesci modelden neo-liberalizme geçiş 7-8 yıl sürmüştü.