(Cumhuriyet 14.07.2008)
İngiltere ve ABD’nin, Zimbabwe’ye ambargo koyma çabalarını, son anda Rusya ve Çin engelledi. Uluslararası Ceza Mahkemesi Sudan Devlet Başkanı’nı soykırımla suçlamaya hazırlanıyor. İngiltere, petrol akışını aksatan isyancılara karşı, Nijerya’ya askeri yardımı teklif ediyor. Afrika’ya ilgi giderek artıyor.
Emperyalist yönetişim
Bush döneminin dünyaya, tek başına (müttefiklerine aldırmadan) biçim verme (imparatorluk) projesi tükenince gündeme yeni proje arayışları gelmeye başladı. Bu arayışlar içinde, “Avrupa ve Japonya ile birlikte, yanlarına 2. derecede güçlerden birkaç “demokratik” ülkenin de eklenmesiyle oluşacak, ABD liderliğinde bir blokun küresel yönetişim projesi giderek öne çıkmaya başladı.
Bu proje, Clinton döneminin “uluslararası topluluk” “insani müdahale” kavramlarına, bu kez Irak ve Afganistan deneyleri ışığında, dünyada şekillenmeye başlayan “çok kutupluluk” iklimi içinde, bir geri dönüş çabası olarak görülebilir.
Demokrat Parti’nin başkan adayı Barack Obama’nın dış politika seçeneklerini tartışırken (Cumhuriyet, 09/06/08), “gelen dış politikayı hazır bulur” dememin bir nedeni de bu “geri dönüşün” salt düşünsel değil kurumsal zeminin de bir süredir inşa edilmekte olmasıydı. Afrika’ya dönersem, bu çok değerli enerji ve mineral kaynaklarına sahip kıta, bu “blokun” yönetişim projesinin şekillenmesinin hem aracı hem de hedefi olacak gibi geliyor.
Princeton Üniversitesi, Woodrow Wilson okulunun Ulusal Güvenlik Projesi ortak direktörleri, Ann-Marie Slaughter ve John Ikenbery (bu zat, 2003 yılında CIA İstihbarat Konseyi başkanıydı) geçen cuma günü Financial Times’da yayımlanan ortak yazılarında, bu yeni “blokun” oluşmasına ilişkin tartışmaları çok güzel özetlediler.
Biraz Gramsci…
Daha önce de aktardığımız gibi iki tez yarışıyor: Cumhuriyetçilerin adayı McCain’in ve neo-con çevrenin Demokrasiler Birliği-DB (League of Democracies) tezi ve Demokrat Parti’ye yakın, geçmişte “liberal emperyalizmi” (“insani müdahale”) savunmuş çevrelerin Demokrasiler İttifakı -Dİ (Concert of Democracies) tezi. Salughter ve Ikenberry bu ikinci gruba ait. Ortak yazılarında, DB’nin aslında ABD’nin güç kullanmasını kolaylaştırmayı amaçlayan bir taktik olduğunu (revize edilmiş imparatorluk projesi de diyebiliriz) ileri sürdükten sonra, kendilerine ait Dİ projesini açıklamaya girişiyorlar.
Bu iki yazara göre Dİ’nin esas amacı, “küreselleşmeyi kurtarmak”, bunun için gerekli küresel yönetişim kurumlarını restore etmek, genişletmek ve güçlendirmek olmalıdır. Yazarlar, geçtiğimiz 50 yıl boyunca dünyada iki güç merkezi vardı diyorlar: Öncelikle Washington’da ama Londra, Paris, Bonn, Tokyo, Brüksel’de var olan “Batı Demokrasileri düzeni”. İkincisi, simgesel olarak BM Güvenlik Konseyi’nde merkezileşen “büyük güçler düzeni”. Yazarlara göre, dün mücadele demokrasiyle komünizm arasındaydı; şimdi de “dünya demokrasilerinin küresel yönetişimi yenilemek ve genişletmek için işbirliği yapması gerekiyor”.
Yazarlar, bu amaçla, Batı demokrasileri blokunu, Güney Afrika, Brezilya, Endonezya, Meksika, Şili, Arjantin, Türkiye gibi ülkelerle genişletmeyi öneriyorlar.
Slaugher ve Ikenberry’nin önerileri, Gramsci’nin (sonra Poulanzas’ın) bir ülkede, hegemonya olgusunu anlatırken oluşturdukları betimlemeye (devletler düzenine tercüme edilmiş haline) çok benziyor(!): Bir lider sınıf fraksiyonu (burada ABD) etrafında oluşmuş iktidar bloku (Londra, Paris, Berlin Tokyo), bu blokun etrafında onu destekleyen sınıf ve zümreler (kimi “seçilmiş”, 2. sınıf ülkeler), en altta da, bu “destek sınıfları” aracılığıyla, bastırılan, yönetilen emekçi sınıflar (çoğu enerji ve kaynak sahibi ülkeler). Bunların ekonomik alanları “blokun” kullanımına açık tutulacak, direnenler, gerektiğinde bu blokun (belli ki destek ülkelerinden de devşirilecek) askeri güçlerinin ilgisine konu olacaklar.
Müdahaleye kurumsal kılıf: Koruma sorumluluğu
Ancak bu sürecin işleyebilmesi için, “bloku” bir arada tutacak, hatta oluşmasına önayak olacak bir amacın ve kurumlaşmanın (ideoloji ve onu üreten, maddeleştiren bir yer) varlığı gerekiyor.
Tam bu noktada, 2005’te kurulan ama bugüne kadar ölü taklidi yaptıktan sonra, tam Afrika büyük güçlerinin ilgisini çekmeye başladığı, ABD’nin AfricaCom’u kurduğu, Zimbabwe’ye askeri müdahale, Nijerya hükümetine askeri yardım olasılıkları tartışıldığı sırada ısıtılarak servis yapılan, “Koruma Sorumluluğu” (“Responsibility to Protect” “http://www.globalcentrer2p.org”www.globalcentrer2p.org ) adlı kurumdan söz edebiliriz.
BM bünyesinde kurulan “Koruma Sorumluluğu”nun WEB sitesine baktığınızda, ilk anda “hümanist” bir “fanteziyle” karşı karşıya olduğunuzu sanabilirsiniz. Ama siteyi dikkatle incelediğinizde, kurumun amacının şöyle tanımladığını göreceksiniz: “Bir devletin görevi halkını insan ürünü felaketlerden korumaktır. Bir devlet beceriksizlikten ya da kötü niyetten bu sorumluluğunu yerine getirmezse, sorumluluk uluslararası topluluğa geçer. Bu sorumluluk, diplomatik, yasal, barışı vb, son tahlilde de askeri yöntemlerle yerine getirilmelidir”. O zaman da ister istemez aklınıza, Roma İmparatorlukunun, başka krallıklara saldırırken gerekçe olarak sık sık bu “koruma” kavramına başvurduğu gelecek. Sonra da, bu kurumun, “insani müdahaleler” kavramı arkasına sığınan (bazen de sığınmayan) “liberal emperyalist” politikaların askeri operasyonlarına meşruiyet kazandırmaya çok yatkın bir yapılanma olduğunu düşüneceksiniz.
Nitekim İngiltere Parlamentosu, Avam Kamarası (seçilmiş temsilciler meclisi) Kitaplığı Uluslararası İlişkiler ve Savunma Bölümü’nce yayımlanan bir “araştırma notu”, bu kuruma tam da bu biçimde yaklaşıyor. Adele Brown imzalı yaklaşık 62 sayfalık “notun” başlığı, şüpheye hiç yer bırakmayacak kadar açık: “İnsani amaçlı müdahaleyi yeniden icat etmek: Koruma Sorumluluğu’na iki selam?”.
Adele Brown, araştırmasında “insani amaçlı müdahalelerin” tarihini irdeledikten sonra, “Koruma Sorumluluğu” kavramının, yükselen bir doktrin olduğuna dikkat çekiyor. Brown araştırmada, “egemenlik” kavramının tarihsel gelişmesini, son dönemde egemenliği, “sorumluluk” kavramıyla sınırlamayı amaçlayan yaklaşımları irdeliyor. Araştırma, bu kurumun amaçları ve kapasiteleri üzerine sürmekte olan tartışmaları özetliyor, Batı kavramı kapsamına girmeyen ülkelerin kaygılarına değiniyor. Ama sonuç olarak bu doktrini İngiltere’nin tüm önemli siyasi partilerinin benimsediğini, İngiltere hükümetinin doktrinin kabul edilmesine yönelik uluslararası çabaların başını çektiğini vurguluyor.
Özetle yeni “emperyalist blokun” altyapısını ve meşruiyet zeminini oluşturmayı bu kez İngiltere hükümetinin üstlendiğini görüyoruz. İngiltere hükümetinin Nijerya ama özellikle Zimbabwe ve bağlamında geliştirmeye başladığı yaklaşımları da bu bloku kurmak için gerekli ideolojiyi ve “olayı” hazırlamak çabaları bağlamında anlamlandırabiliriz: Hadi, “koruma sorumluluğumuzu” yerine getirip Zimbabwe halkını birlikte kurtaralım! Bu bağlamda “bilenler” konuşmaya başladılar bile. Örneğin, Bosna-Hersek eski “sömürge valisi”, Lord Ashdown, “Zimbabwe’ye yönelik bir askeri müdahalenin meşruluğunun savunulabileceğini” ileri sürüyor. (The Times, 26/06/08).
(Cumhuriyet 16.07.2008)
Pazartesi günü, ABD hegemonyasını, Clinton döneminin “uluslararası topluluk”, “insani amaçlı müdahale” kavramlarına dönerek, bir “emperyalist yönetişim projesi” üzerinde anlaşan blok oluşturarak restore etme çabalarından söz etmiş, çok değerli enerji ve mineral kaynaklarına sahip Afrika kıtasının, hem bu projenin oluşması sürecinde katalizör hem de hedef olacağını ileri sürmüştüm.
Eğer, ABD- İngiltere ekseni, “uluslararası topluluğu”, “kurtarma sorumluluğu” konsepti bağlamında, bazı Afrika ülkelerine doğrudan müdahale etmeye ikna edebilirse, hem ABD “liderliğini” yeniden kanıtlamış, hem de müdahale edenler bir taşla iki kuş vurmuş olacaklar. Birincisi, klasik emperyalist güçler Afrika’ya doğrudan müdahale etmeye başlayabilecekler. İkincisi, emperyalist ideolojinin, sömürge siyasetini meşrulaştıran en önemli iddiasına geri dönülmüş olacak: Siyah adam çocuk gibidir, kendi kendini yönetemez. Beyaz adam bu sorumluluğu yüklenmelidir.
Bu müdahalelere hedef olabilecek iki ülke belli olmaya başladı. Bunlardan biri Zimbabve, diğeri de pazartesi günü Uluslararası Ceza Mahkemesi (ICC) tarafından, devlet başkanı, ülkedeki meşru muhalefet güçlerinin itirazlarına, uluslararası gözlemcilerin ve uzmanların, “krizi daha da derinleştirir iç savaşa yol açar” itirazlarına karşın “soykırım” gerçekleştirmekle suçlanan Sudan. ICC’nin, 10 yıl önce kurulduğundan bu yana hep Afrika ülkelerini hedef almış olmasının olası etkilerini, petrol kaynaklarıyla ilgisini bir başka yazıya bırakıp, burada kısaca Zimbabve’ye bakmak istiyorum. Çünkü Zimbabve önce destabilize edildi, bir iç siyasi ekonomik krize itildi, sonra hedef tahtasına çıkarıldı. Sürekli, sömürgecilikten söz eden bir liderliğe sahip olması da Batı açısından ayrıca can sıkıcıydı.
Sömürge mirası üzerinden zorla kriz…
Afrika’da sömürge sistemi çökerken, şimdiki Zimbabve’de iktidarı elden kaçırmak istemeyen beyaz azınlık (yerleşimciler) 1965’te Ian Smith’in önderliğinde bağımsızlık ilan ettiler. İngiltere sömürgesini kaybetmiş olmasına karşın askeri bir müdahaleyi gündemine almadı. Ancak siyah halk Zanu ve Zapu örgütleri yoluyla bir ayaklanma, gerçek bir bağımsızlık savaşı başlattılar. Bu örgütler bağımsızlığı 1980’de kazandı ve ülkenin yönetimi siyahların eline geçti. Ancak, yeni devletin kuruluşu sırasında liderlik, nüfusun yüzde1’ini oluşturan beyazların elindeki, ticari olarak önemli toprakların yüzde 70’ini kapsayan mülkleri kamulaştıramadı. Diğer bir deyişle bağımsızlık savaşının en temel ekonomik talebi karşılanamadı, dahası potansiyel bir siyasi sorun kaynağı olarak hep gündemde kaldı.
1998 sonunda ülkenin ekonomik koşulları ağırlaşır, IMF de facto bir ambargo uygulamaya başlarken bu toprak reformu, bu kez iktidar partisinin muhalefet karşısında gücünü koruma çabasının bir parçası olarak yeniden gündeme geldi. Gelmesiyle birlikte başta İngiltere ve ABD olmak üzere Batı’nın, Zimbabve’ye tavrı hızla sertleşmeye başladı. Mugabe hükümeti 2000 yılında sömürgecilikten kalma yerleşimci beyaz çiftçilerin ellerindeki toprakları alıp siyah köylülere dağıtmaya başladı.
Sömürgeciler geri gelmeye hazırlanıyor…
Batı basını zaten otoriter eğilimlerinden, yolsuzluklarından dolayı kolay bir hedef olan Mugabe’yi yeni-Hitler olarak sunmaya başladı. Ancak Mugabe, o sıralarda gündemde olan ikinci yeni Hitler adayı Saddam’ınkinden çok farklı bir rejimin üzerinde duruyordu. Örneğin 2001’de ABD Temsilciler Meclisi Zimbawe Demokrasi ve Ekonomik Kurtarma Yasası’nı geçirdiğinde, ABD Kongre üyesi, Cynthia McKinney, “Neden genelde demokratik özellikler gösteren bir Afrika ülkesine ambargo uygulamak istiyorsunuz” diye soracak ve ekleyecekti, “Zimbabve Afrika’nın iki demokrasisinden biri. Çok partili rejimi, parlamentosunda muhalefet grubu, yönetimi kıyasıya eleştiren bir basını ve bağımsız yargıçları var”...
Ancak ok yaydan çıkmıştı. Batı hükümetleri ve uluslararası kurumlar Zimbabve’ye ekonomik yaptırımlar uyguladılar, dış kredi kaynağını kuruttular, yabancı yatırımcıları korkuttular ve ülkedeki krizi kaosa ittiler.
Geçen mart ayında yapılan parlamento ve başkanlık seçimlerini Mugabe kaybetti. Ancak iktidarı terk etmiyordu. Böylece yönetimin ülke içindeki meşruiyeti hızla aşınmaya, zaten çok yaşlı olan Mugabe’nin rejimi çöküşe doğru hızla ilerlemeye başladı. İşte bu noktada Batı ikinci önemli müdahaleyi yaparak muhalefet lideri Tsvangirai’yi tabanda, çoğunluğu kendisini destekleyen halka dayanarak demokratik ve kitlesel eylem yollarıyla mücadele etmektense, Mugabe hükümetini soykırımla suçlayarak Batı’ya sığınmaya ikna ettiler. Böylece yukarıda değindiğim bir taşla iki kuş vurma şansı oluştu. Batı, özellikle İngiltere ve ABD, Zimbabve’ye doğrudan müdahale edebilecek. İkincisi, Zimbabve halkı devreden çıkarılarak pasifleştirilecekler, demokratik kültürlerini geliştirme şansı ellerinden alınacak, yeniden “çocuklaştırılacaklar”. Böylece geçmişte sömürgeciliğe baş kaldırmış olan bir halk daha ezilmiş olacak. De nobis fabula naratur!
Thursday, July 17, 2008
Thursday, July 10, 2008
Uyanmaya Başladılar Ama…
(Cumhuriyet 09.07.2008)
Bu yıl G-8 toplantısının gündemi dolu: Mali kriz, enerji krizi, gıda krizi… Ülkemizdeyse, kimi kendiyle tıka basa dolu “piyasa ekonomistlerinin” içi rahat, “ABD resesyona girmedi” diye avunuyorlar. Öyleyse neoliberalizme devam… Halbuki daha ciddi ekonomi yazarları, krizin dördüncü dalgasını da yiyince, uyanmaya başladılar.
‘Başka bir şey olsa gerek…’
Financial Times’ın yazarlarından Wolfgang Münchau, uyanmaya başlayanlardan biri. “Resesyon olası en kötü sonuç değil” başlıklı yazısında (07/07/08), “bu salt bir mali kriz olsaydı çoktan bitmişti. Dördüncü dalganın sıkıntılarını yaşadığımıza göre, salt mali aşırılıklardan, kötü düzenlemelerden daha öte bir şeyler rol oynuyor olmalı” diyordu. Bank of International Settlements (BIS) “eşik altı ev kredileri krizi, en fazla tetikleyicidir, gerçek neden olamaz” diyormuş. BIS’e göre, “para ve kredi genişlemesi önemli bir rol oynamış olabilir”. Münchau da BIS’in bu saptamasına katılıyor ve ekliyor, “ben daha da öteye giderek, bu esas olarak bir ekonomi politikası krizidir diyeceğim”. Belli ki Münchau, “olayı” (para ve kredi genişlemesi) görüyor ama anlamını bir türlü kavrayamıyor; “sorunun mali piyasaları görmezden gelen Dinamik Stokastik Genel Denge modeline dayanan politikalardan kaynaklandığına” inanıyor. Bu nedenle, şimdi, kemerleri sıkmak, resesyonu, birilerinin biraz sıkıntı çekmesini, bazı bankaların batmasını kabullenmek gerekir diyor. “Yoksa” Münchau’ya göre “sonsuza kadar bir ‘Minsky moment’ (kredi krizi) içinde kalacağız.”
Münchau’nun aklına şu soruyu sormak gelmiyor: Neden merkez bankaları bu politikaları benimsediler? Neden bu politikalar bir yere kadar ekonomik büyüme yaratabildi? Ama Münchau, krizden çıkabilmek için resesyona, yıkıma katlanmak gerekir diye düşündüğüne göre, sanırım, sorunun köklerinin nerede yattığını da hissediyor.
Sorun içsel ve yapısal
Münchau’nun hissettiği şey şu: Sorun aslında, üç beş merkez bankası ekonomistinin hatasından, yani dışsal (egzojen) etkenlerden kaynaklanmıyor. Peki, ama nereden kaynaklanıyor? Onun yerine biz cevap verelim. Muazzam para ve kredi genişlemesinin gündeme gelmesinin ardında birbirine sıkı sıkıya bağlı, biri ekonomik diğeri siyasi iki neden var. Birincisi, 1997 öncesinde The Economist’in kabul etmekte büyük zorluk çektiği bir sorunla ilgili. Bu kendini kapasite fazlası ve talep yetersizliği olarak gösteren “aşırı birikim sorunudur”. Dünyaya hâlâ “Say yasasıyla” bakmaya çalışan, “piyasa ekonomistlerinin” anlama kapasitesini iyice zorlamaya başladığımı düşünerek, kafalarını daha da karıştırmamak için, “emek değer teorisine”, “kâr oranları düşme eğilimi” konularına girmiyorum. Ancak kapasite fazlası sorununa bakmalarını öneriyorum. O zaman, para ve kredi genişlemesi “ılgınlığının” ardındaki mantığı belki anlamaya başlayabilirler.
Kriz sertleşirken, ekonominin gemisi su almaya başlayınca, merkez bankaları ve maliye bakanları, “delikleri” para ve kredi genişlemesiyle yarattıkları ek taleple tıkamaya çalıştılar. Sermaye de kendi deliklerini tıkamak için spekülasyona ve talana yöneldi. Bu “piyasa ekonomistleri”, dönüp 2001-2 yıllarındaki tartışmalara baksalar, benim gibi “kötümserlerin” o zaman “resesyonu yarıda kesiyorlar, sorunlar daha sonra çok daha büyük bir şiddetle geri gelecek” dediğini de görürler.
Bu da bizi siyasi nedene getiriyor. Kapasite fazlasını tasfiye etmenin, halkı eksik tüketime (yoksulluğa) katlanmaya zorlamanın siyasi maliyetini hiçbir ülkenin devleti üstlenmek istemez; önce ertelemeye, bu arada yükü başka ülkelerin ekonomilerinin üzerine yıkmaya çalışır. Uluslararası “yönetişim” de işte böyle dönemlerde çöker. Uluslararası mali sistem de…
Siyasetçiler, mali sermayenin, iş çevrelerinin, hatta medyanın baskısına dayanacak gücü kendilerinde bulamıyorlar. Treni sallamaya, efendilerinin “şenliğinin” devam etmesi için ellerinden geleni yapmaya çalışıyorlar. Köpük büyüyor ve sonunda patlıyor…
Şimdi ne yapılabilir, G-8 toplantısından Münchau’nun önerdiği “acı ilaç”, cesur kararlar çıkabilir mi? Geçen yılki toplantıdan çıkan ortak belge bir fikir verebilir: “Dünya ekonomisi iyi koşullardadır… Küresel dengesizlikler, sürdürülebilir ve güçlü bir büyüme ortamında yumuşak bir biçimde aşılmaktadır”...
Ya bunların dünyadan haberi yok, ya da niyetleri treni sallamaya devam etmek. Ama artık, delikleri para, kredi genişlemesiyle tıkamak olanaklı değil, finans sermayesinin enflasyon korkusu da hızla artıyor. Fazla kapasitenin, şişkin talebin (refahın) yok olması kaçınılmaz. Ama nerede, kimin ekonomisinde? Bana, bu yıl, masa başında birbirine gülümseyenler, masanın altından tekmeleşmeye başlayacaklar gibi geliyor.
Bu yıl G-8 toplantısının gündemi dolu: Mali kriz, enerji krizi, gıda krizi… Ülkemizdeyse, kimi kendiyle tıka basa dolu “piyasa ekonomistlerinin” içi rahat, “ABD resesyona girmedi” diye avunuyorlar. Öyleyse neoliberalizme devam… Halbuki daha ciddi ekonomi yazarları, krizin dördüncü dalgasını da yiyince, uyanmaya başladılar.
‘Başka bir şey olsa gerek…’
Financial Times’ın yazarlarından Wolfgang Münchau, uyanmaya başlayanlardan biri. “Resesyon olası en kötü sonuç değil” başlıklı yazısında (07/07/08), “bu salt bir mali kriz olsaydı çoktan bitmişti. Dördüncü dalganın sıkıntılarını yaşadığımıza göre, salt mali aşırılıklardan, kötü düzenlemelerden daha öte bir şeyler rol oynuyor olmalı” diyordu. Bank of International Settlements (BIS) “eşik altı ev kredileri krizi, en fazla tetikleyicidir, gerçek neden olamaz” diyormuş. BIS’e göre, “para ve kredi genişlemesi önemli bir rol oynamış olabilir”. Münchau da BIS’in bu saptamasına katılıyor ve ekliyor, “ben daha da öteye giderek, bu esas olarak bir ekonomi politikası krizidir diyeceğim”. Belli ki Münchau, “olayı” (para ve kredi genişlemesi) görüyor ama anlamını bir türlü kavrayamıyor; “sorunun mali piyasaları görmezden gelen Dinamik Stokastik Genel Denge modeline dayanan politikalardan kaynaklandığına” inanıyor. Bu nedenle, şimdi, kemerleri sıkmak, resesyonu, birilerinin biraz sıkıntı çekmesini, bazı bankaların batmasını kabullenmek gerekir diyor. “Yoksa” Münchau’ya göre “sonsuza kadar bir ‘Minsky moment’ (kredi krizi) içinde kalacağız.”
Münchau’nun aklına şu soruyu sormak gelmiyor: Neden merkez bankaları bu politikaları benimsediler? Neden bu politikalar bir yere kadar ekonomik büyüme yaratabildi? Ama Münchau, krizden çıkabilmek için resesyona, yıkıma katlanmak gerekir diye düşündüğüne göre, sanırım, sorunun köklerinin nerede yattığını da hissediyor.
Sorun içsel ve yapısal
Münchau’nun hissettiği şey şu: Sorun aslında, üç beş merkez bankası ekonomistinin hatasından, yani dışsal (egzojen) etkenlerden kaynaklanmıyor. Peki, ama nereden kaynaklanıyor? Onun yerine biz cevap verelim. Muazzam para ve kredi genişlemesinin gündeme gelmesinin ardında birbirine sıkı sıkıya bağlı, biri ekonomik diğeri siyasi iki neden var. Birincisi, 1997 öncesinde The Economist’in kabul etmekte büyük zorluk çektiği bir sorunla ilgili. Bu kendini kapasite fazlası ve talep yetersizliği olarak gösteren “aşırı birikim sorunudur”. Dünyaya hâlâ “Say yasasıyla” bakmaya çalışan, “piyasa ekonomistlerinin” anlama kapasitesini iyice zorlamaya başladığımı düşünerek, kafalarını daha da karıştırmamak için, “emek değer teorisine”, “kâr oranları düşme eğilimi” konularına girmiyorum. Ancak kapasite fazlası sorununa bakmalarını öneriyorum. O zaman, para ve kredi genişlemesi “ılgınlığının” ardındaki mantığı belki anlamaya başlayabilirler.
Kriz sertleşirken, ekonominin gemisi su almaya başlayınca, merkez bankaları ve maliye bakanları, “delikleri” para ve kredi genişlemesiyle yarattıkları ek taleple tıkamaya çalıştılar. Sermaye de kendi deliklerini tıkamak için spekülasyona ve talana yöneldi. Bu “piyasa ekonomistleri”, dönüp 2001-2 yıllarındaki tartışmalara baksalar, benim gibi “kötümserlerin” o zaman “resesyonu yarıda kesiyorlar, sorunlar daha sonra çok daha büyük bir şiddetle geri gelecek” dediğini de görürler.
Bu da bizi siyasi nedene getiriyor. Kapasite fazlasını tasfiye etmenin, halkı eksik tüketime (yoksulluğa) katlanmaya zorlamanın siyasi maliyetini hiçbir ülkenin devleti üstlenmek istemez; önce ertelemeye, bu arada yükü başka ülkelerin ekonomilerinin üzerine yıkmaya çalışır. Uluslararası “yönetişim” de işte böyle dönemlerde çöker. Uluslararası mali sistem de…
Siyasetçiler, mali sermayenin, iş çevrelerinin, hatta medyanın baskısına dayanacak gücü kendilerinde bulamıyorlar. Treni sallamaya, efendilerinin “şenliğinin” devam etmesi için ellerinden geleni yapmaya çalışıyorlar. Köpük büyüyor ve sonunda patlıyor…
Şimdi ne yapılabilir, G-8 toplantısından Münchau’nun önerdiği “acı ilaç”, cesur kararlar çıkabilir mi? Geçen yılki toplantıdan çıkan ortak belge bir fikir verebilir: “Dünya ekonomisi iyi koşullardadır… Küresel dengesizlikler, sürdürülebilir ve güçlü bir büyüme ortamında yumuşak bir biçimde aşılmaktadır”...
Ya bunların dünyadan haberi yok, ya da niyetleri treni sallamaya devam etmek. Ama artık, delikleri para, kredi genişlemesiyle tıkamak olanaklı değil, finans sermayesinin enflasyon korkusu da hızla artıyor. Fazla kapasitenin, şişkin talebin (refahın) yok olması kaçınılmaz. Ama nerede, kimin ekonomisinde? Bana, bu yıl, masa başında birbirine gülümseyenler, masanın altından tekmeleşmeye başlayacaklar gibi geliyor.
Tuesday, July 08, 2008
Bağımsızlık ve Yurtseverlik Önemli…
(Cumhuriyet 07.07.2008)
Yok, sakın yanlış anlamayın, Türkiye’den değil, geçen hafta 4 Temmuz Bağımsızlık Günü’nü kutlayan ABD’den söz ediyorum. Demokrat Parti’nin başkan adayı Barack Obama “yurtseverlik” gibi kavramlara giderek daha çok vurgu yapmaya başladı. Artık onu yakasında bayrak olmadan görmek olanaklı değil.
Bize gelince, diğer çevre ülkelerde olduğu gibi bu kavramlar, küreselleşmeyle birlikte tabu haline geldi. Eğer, küreselleşmeci, AB’ci statüko’nun, siyasal İslamın üzerinize darbeci, faşist damgasını vurmasını istemiyorsanız, bu kavramlara yanaşmayınız, ulusal çıkardan asla söz etmeyiniz. Benim gibi sosyalist yazarların işi daha kolay. Bizim için bağımsızlıkçılık, ulusalcılık, emperyalizm karşıtlığı bağlamında ve eğer halkçı bir sosyal ekonomik programa bağlıysa ciddiye almaya değer bir duruş. Yurtseverlik ise eğer, etnik köken, inanç, cins, cinsel tercih, ırk ayrımcılığını dışlıyor, o ülke halkının, öncelikle emekçiler ve yoksullar olmak üzere büyük kesiminin dayanışmasını, kardeşliğini ve refahını amaçlıyorsa anlamlı. Demokrasi mi dediniz? Çok yadırgayabilirsiniz ama biz bu kavrama her zaman, “kimin için?” sorusuyla yaklaşırız. Ama bu tartışmalar bir başka yazıya kalmak zorunda.
‘III. Bush dönemi’
Önceki yazımda, “Gelişmeler, yeni başkanın dış politikasının, öncekinin bir devamı olacağını gösteriyor” demiştim. Ama “III. Bush Dönemi” bana ait bir kavram değil. Bu, ABD’de muhafazakâr kanadın, iş çevrelerinin gazetesi Wall Street Journal’in, 2 Temmuz tarihli yorumunun başlığıydı. Obama’nın “hızla önceki tutumlarını terk ederek merkeze doğru koştuğunu” saptayan WSJ, “Bir Demokrat’ın, Bush’un bu kadar çok karalanan gündemini rehabilite etmeye başlayacağını kim düşünebilirdi” diyordu.
Gerçekte geçen iki hafta boyunca Obama’nın iç ve dış politika alanlarında baş döndürücü bir hızla gerçekleştirdiği “U” dönüşlerine bakınca WSJ’ye hak vermemek elde değil. Örneğin, geçen ekim ayında Obama, Bush döneminde, güvenlik güçleriyle kanunsuz telefon dinleme ve izleme konusunda işbirliği yapmış olan telekomünikasyon şirketlerini korumaya yönelik her türlü yasaya karşı çıkacağını söylüyordu. İki hafta önce Meclis, tam da bunu yapan bir yasayı Obama’nın desteğiyle çıkardı.
Bush’un en çok eleştirilen politikalarından biri dinci örgütlere verilen ayrıcalıklı mali destekti. Geçen hafta New York Times, Obama’nın eğer seçilirse Bush’un bu uygulamalarını daha da genişleteceğine ilişkin bir demecini, Bush yönetiminde bu politikaları uygulayan J.K. Dilulio Jr. gibi üst düzey görevlilerinin Obama’yı alkışladığını aktarıyordu. Obama Senato’dayken silah lobisine ve tecavüzcülere ölüm cezası getiren yasa tasarısına karşı tutum almıştı. Geçen hafta, her iki konuda da genel muhafazakâr kanatla birlikte, tam aksi yönde oy verdi. Perşembe günü Washington Post, Obama’nın askerlik hizmetini genişletmeyi savunduğunu, inanç ve yurtseverlik değerlerini yükseltmeye devam ettiğini aktarıyordu. Önceleri, “Yurtseverlik, yurdunu iyileştirmek için sorumluğunu üstlenmek anlamına gelmelidir” derken Obama, şimdilerde, “ülkenin kazanımlarını, büyüklüğünü ve askere gitmenin önemini” vurguluyordu. Washington Post yorumcusu, neo-conların, kanaat önderlerinden Charles Krauthammer da bu nedenlerden Obama için “mevsimlik prensiplerin adamı” deyimini kullanıyordu.
Hegemonyadan imparatorluğa ve emperyalizme
Tamam, bunlar muhafazakâr yazarlar, Obama’yı yıpratmak istiyorlar. Peki ya The Nation dergisinin Obama’nın dış politika yaklaşımını irdeleyen ayrıntılı (4.000 sözcük) yazısına ne demeli. The Nation, Demokrat Parti’nin sol kanadını temsil ediyor; adaylık yarışında da Clinton’ı değil Obama’yı desteklemişti. The Nation’un editörlerinden Robert Dreyfus’un imzasını taşıyan yazı esas olarak şu noktalara dikkat çekiyordu:
Obama’nın etrafındaki dış politika danışmanları Clinton’ın II. döneminin müdahale yanlısı uzmanlarından ve neo-conlardan devşirilmiş. Obama, CIA’nın ve Pentagon’un, Ulusal Demokrasi Vakfı (National Endovement for Democracy) ve Deniz Komandoları, Özel Güçler gibi, Afrika’dan Büyük Ortadoğu’ya, Rusya’dan Çin’e uzanan geniş coğrafyaya müdahale etmeye en yatkın, en saldırgan, aygıtlarını özellikle güçlendirmeyi amaçlıyor. Obama hedef ülkelerde demokrasiyi güçlendirmek için muhalefeti ve “demokratları” özellikle desteklemeyi planlıyor; çöken, çökmeye başlayan devletleri kurtarmak ve yeniden inşa etmek için askeri ve sivil özelliklere sahip özel bir aygıt kurmayı da amaçlıyor.
Obama, ABD’nin, bu yüzyıl boyunca da “acil kötülüklere karşı ve nihai iyiye doğru” dünyaya önderlik etmeye mutlaka devam etmesini istiyor. Bunun için de Pentagon’a giderek daha fazla dayanmayı, onu dünyanın her yerine müdahale etmeye uygun düzeyde tutmayı amaçlıyor. Bu amaçlarla, Obama, ABD’nin müttefikleriyle (esas olarak Avrupa’dan söz ediliyor) ilişkilerini bir “demokrasiler arası işbirliği” çerçevesinde güçlendirmeyi, ortak davranmayı sağlamayı amaçlıyor.
Obama İran’la görüşme konusunda, “bana en uygun zamanda ve uygun liderlikle konuşurum” diyerek Bush çizgisine çekiliyor; İsrail’e koşulsuz destek veriyor, İran’ın nükleer güç olmasını elindeki tüm olanakları kullanarak engelleyeceğini söylüyor. Irak’tan çekilmeye ya da asker sayısını azaltmaya gelince, Obama, bu konuda kararını yerel komutanların tavsiyelerini göz önüne alarak vereceğini vurguluyor.
Tüm bunları bir araya koyduğumuzda, Obama’nın Bush döneminin dış politikasını devam ettirmeyi, dahası Dört Yıllık Savunma Raporlarında var olan ama doğrudan vurgulanmayan, zorla ya da ülke içinden rejim değişikliklerine yönelik araç ve aygıtları güçlendirmeyi, bunların kaynaklarını, olanaklarını ve yetkilerini geliştirmeyi özellikle amaçladığı görülüyor. Bu yolla yıkılan ülkelerin devletlerinin, ekonomilerinin yeniden yapılandırılmasına yönelik bir nevi “sömürgeler bakanlığı” gibi bir aygıtın da oluşturulması, aslında, Condaleezza Rice’ın kurduğu örgütün genişletilmesi de amaçlanıyor.
Anladığım kadarıyla Obama, Bush döneminde başlatılan ve tükenen küresel imparatorluk projesinin yerine, Avrupa ve Japonya ile birlikte, belki de yanına 2. derecede güçlerden birkaç “demokratik” ülkenin de eklenmesiyle oluşacak ABD liderliğinde bir blokun küresel emperyalist yönetişim projesini koymayı planlıyor.
Obama’nın, 19. yüzyıl sonundaki klasik emperyalizmin, günün koşullarına göre mutasyona uğramış bir biçimini hedefleyen dış politikası, giderek kıtlaşan enerji, gıda kaynakları, doğal kaynaklar ve bunların bulundukları coğrafyalar üzerinde yoğunlaşmaya başlayan büyük güçler arası rekabetin doğasına da uygun.
Tam da bu nedenlerle merkez ülkelerde, halkı emperyalist politikalara ikna etmek için bağımsızlık, ulusalcılık gibi kavramların canlandırılması önem kazanıyor. Aynı anda, bu madalyonun öbür yüzünde, çevre ülkelerde, kaynakların ve pazarların emperyalist blokun kullanımına açık kalmasını sağlamak için demokratikleştirme söylemi altında, her türlü halkçı, ulusalcı ve bağımsızlıkçı yaklaşımın etkisizleştirilmesi, bastırılması gerekiyor. Siyasal İslamın bu amaca çok uygun bir söylem sunduğunu da daha önce birçok kez tartışmıştık…
Yok, sakın yanlış anlamayın, Türkiye’den değil, geçen hafta 4 Temmuz Bağımsızlık Günü’nü kutlayan ABD’den söz ediyorum. Demokrat Parti’nin başkan adayı Barack Obama “yurtseverlik” gibi kavramlara giderek daha çok vurgu yapmaya başladı. Artık onu yakasında bayrak olmadan görmek olanaklı değil.
Bize gelince, diğer çevre ülkelerde olduğu gibi bu kavramlar, küreselleşmeyle birlikte tabu haline geldi. Eğer, küreselleşmeci, AB’ci statüko’nun, siyasal İslamın üzerinize darbeci, faşist damgasını vurmasını istemiyorsanız, bu kavramlara yanaşmayınız, ulusal çıkardan asla söz etmeyiniz. Benim gibi sosyalist yazarların işi daha kolay. Bizim için bağımsızlıkçılık, ulusalcılık, emperyalizm karşıtlığı bağlamında ve eğer halkçı bir sosyal ekonomik programa bağlıysa ciddiye almaya değer bir duruş. Yurtseverlik ise eğer, etnik köken, inanç, cins, cinsel tercih, ırk ayrımcılığını dışlıyor, o ülke halkının, öncelikle emekçiler ve yoksullar olmak üzere büyük kesiminin dayanışmasını, kardeşliğini ve refahını amaçlıyorsa anlamlı. Demokrasi mi dediniz? Çok yadırgayabilirsiniz ama biz bu kavrama her zaman, “kimin için?” sorusuyla yaklaşırız. Ama bu tartışmalar bir başka yazıya kalmak zorunda.
‘III. Bush dönemi’
Önceki yazımda, “Gelişmeler, yeni başkanın dış politikasının, öncekinin bir devamı olacağını gösteriyor” demiştim. Ama “III. Bush Dönemi” bana ait bir kavram değil. Bu, ABD’de muhafazakâr kanadın, iş çevrelerinin gazetesi Wall Street Journal’in, 2 Temmuz tarihli yorumunun başlığıydı. Obama’nın “hızla önceki tutumlarını terk ederek merkeze doğru koştuğunu” saptayan WSJ, “Bir Demokrat’ın, Bush’un bu kadar çok karalanan gündemini rehabilite etmeye başlayacağını kim düşünebilirdi” diyordu.
Gerçekte geçen iki hafta boyunca Obama’nın iç ve dış politika alanlarında baş döndürücü bir hızla gerçekleştirdiği “U” dönüşlerine bakınca WSJ’ye hak vermemek elde değil. Örneğin, geçen ekim ayında Obama, Bush döneminde, güvenlik güçleriyle kanunsuz telefon dinleme ve izleme konusunda işbirliği yapmış olan telekomünikasyon şirketlerini korumaya yönelik her türlü yasaya karşı çıkacağını söylüyordu. İki hafta önce Meclis, tam da bunu yapan bir yasayı Obama’nın desteğiyle çıkardı.
Bush’un en çok eleştirilen politikalarından biri dinci örgütlere verilen ayrıcalıklı mali destekti. Geçen hafta New York Times, Obama’nın eğer seçilirse Bush’un bu uygulamalarını daha da genişleteceğine ilişkin bir demecini, Bush yönetiminde bu politikaları uygulayan J.K. Dilulio Jr. gibi üst düzey görevlilerinin Obama’yı alkışladığını aktarıyordu. Obama Senato’dayken silah lobisine ve tecavüzcülere ölüm cezası getiren yasa tasarısına karşı tutum almıştı. Geçen hafta, her iki konuda da genel muhafazakâr kanatla birlikte, tam aksi yönde oy verdi. Perşembe günü Washington Post, Obama’nın askerlik hizmetini genişletmeyi savunduğunu, inanç ve yurtseverlik değerlerini yükseltmeye devam ettiğini aktarıyordu. Önceleri, “Yurtseverlik, yurdunu iyileştirmek için sorumluğunu üstlenmek anlamına gelmelidir” derken Obama, şimdilerde, “ülkenin kazanımlarını, büyüklüğünü ve askere gitmenin önemini” vurguluyordu. Washington Post yorumcusu, neo-conların, kanaat önderlerinden Charles Krauthammer da bu nedenlerden Obama için “mevsimlik prensiplerin adamı” deyimini kullanıyordu.
Hegemonyadan imparatorluğa ve emperyalizme
Tamam, bunlar muhafazakâr yazarlar, Obama’yı yıpratmak istiyorlar. Peki ya The Nation dergisinin Obama’nın dış politika yaklaşımını irdeleyen ayrıntılı (4.000 sözcük) yazısına ne demeli. The Nation, Demokrat Parti’nin sol kanadını temsil ediyor; adaylık yarışında da Clinton’ı değil Obama’yı desteklemişti. The Nation’un editörlerinden Robert Dreyfus’un imzasını taşıyan yazı esas olarak şu noktalara dikkat çekiyordu:
Obama’nın etrafındaki dış politika danışmanları Clinton’ın II. döneminin müdahale yanlısı uzmanlarından ve neo-conlardan devşirilmiş. Obama, CIA’nın ve Pentagon’un, Ulusal Demokrasi Vakfı (National Endovement for Democracy) ve Deniz Komandoları, Özel Güçler gibi, Afrika’dan Büyük Ortadoğu’ya, Rusya’dan Çin’e uzanan geniş coğrafyaya müdahale etmeye en yatkın, en saldırgan, aygıtlarını özellikle güçlendirmeyi amaçlıyor. Obama hedef ülkelerde demokrasiyi güçlendirmek için muhalefeti ve “demokratları” özellikle desteklemeyi planlıyor; çöken, çökmeye başlayan devletleri kurtarmak ve yeniden inşa etmek için askeri ve sivil özelliklere sahip özel bir aygıt kurmayı da amaçlıyor.
Obama, ABD’nin, bu yüzyıl boyunca da “acil kötülüklere karşı ve nihai iyiye doğru” dünyaya önderlik etmeye mutlaka devam etmesini istiyor. Bunun için de Pentagon’a giderek daha fazla dayanmayı, onu dünyanın her yerine müdahale etmeye uygun düzeyde tutmayı amaçlıyor. Bu amaçlarla, Obama, ABD’nin müttefikleriyle (esas olarak Avrupa’dan söz ediliyor) ilişkilerini bir “demokrasiler arası işbirliği” çerçevesinde güçlendirmeyi, ortak davranmayı sağlamayı amaçlıyor.
Obama İran’la görüşme konusunda, “bana en uygun zamanda ve uygun liderlikle konuşurum” diyerek Bush çizgisine çekiliyor; İsrail’e koşulsuz destek veriyor, İran’ın nükleer güç olmasını elindeki tüm olanakları kullanarak engelleyeceğini söylüyor. Irak’tan çekilmeye ya da asker sayısını azaltmaya gelince, Obama, bu konuda kararını yerel komutanların tavsiyelerini göz önüne alarak vereceğini vurguluyor.
Tüm bunları bir araya koyduğumuzda, Obama’nın Bush döneminin dış politikasını devam ettirmeyi, dahası Dört Yıllık Savunma Raporlarında var olan ama doğrudan vurgulanmayan, zorla ya da ülke içinden rejim değişikliklerine yönelik araç ve aygıtları güçlendirmeyi, bunların kaynaklarını, olanaklarını ve yetkilerini geliştirmeyi özellikle amaçladığı görülüyor. Bu yolla yıkılan ülkelerin devletlerinin, ekonomilerinin yeniden yapılandırılmasına yönelik bir nevi “sömürgeler bakanlığı” gibi bir aygıtın da oluşturulması, aslında, Condaleezza Rice’ın kurduğu örgütün genişletilmesi de amaçlanıyor.
Anladığım kadarıyla Obama, Bush döneminde başlatılan ve tükenen küresel imparatorluk projesinin yerine, Avrupa ve Japonya ile birlikte, belki de yanına 2. derecede güçlerden birkaç “demokratik” ülkenin de eklenmesiyle oluşacak ABD liderliğinde bir blokun küresel emperyalist yönetişim projesini koymayı planlıyor.
Obama’nın, 19. yüzyıl sonundaki klasik emperyalizmin, günün koşullarına göre mutasyona uğramış bir biçimini hedefleyen dış politikası, giderek kıtlaşan enerji, gıda kaynakları, doğal kaynaklar ve bunların bulundukları coğrafyalar üzerinde yoğunlaşmaya başlayan büyük güçler arası rekabetin doğasına da uygun.
Tam da bu nedenlerle merkez ülkelerde, halkı emperyalist politikalara ikna etmek için bağımsızlık, ulusalcılık gibi kavramların canlandırılması önem kazanıyor. Aynı anda, bu madalyonun öbür yüzünde, çevre ülkelerde, kaynakların ve pazarların emperyalist blokun kullanımına açık kalmasını sağlamak için demokratikleştirme söylemi altında, her türlü halkçı, ulusalcı ve bağımsızlıkçı yaklaşımın etkisizleştirilmesi, bastırılması gerekiyor. Siyasal İslamın bu amaca çok uygun bir söylem sunduğunu da daha önce birçok kez tartışmıştık…
Subscribe to:
Posts (Atom)