Kriz, yeni tehlikeler demektir ama aynı zamanda da yeni olasılıklar. Piyasalardaki bu son sarsıntılar, risk algısını değiştirdi, Japon Yen’i yükseliyor, “carry trade” karlarının yarısı ortadan kalktı bile, dolayısıyla kontratlar çözülüyor, likidite hızla kuruyor. Bu gelişmeler, Türkiye gibi “gelişmekte” olan ülkelerin borçlanma ve sıcak para çekme kapasitesini olumsuz etkileyecek, sıcak paranın ve yeni kredilerin maliyetlerini yükseltecek.
En büyük zorluğu da bu ülkelerin içinde, cari açığı ve dış borcu en büyük olanlar çekecek. Tehlike de şans ta işte bu noktada ortaya çıkıyor. Tehlike, borçlanmak zorlaşınca, IMF’in yeniden işlev kazanmaya başlama olasılığıyla ilgili. Bu noktada IMF, kredi bulmakta “zorluk çeken” ülkelere, onları yöneten seçkinlere ve egemen sermaye gruplarına, “piyasalara güven vermeniz” (süper getiriyi garanti etmeniz) gerekiyor, diye başlayıp, uluslararası mali sermayeye değer transfer etmek, uluslararası mali sermayenin krizini hafifletmek için faturayı onlara, orta sınıflara ve emekçi halklara çıkartmaya başlayacak.
Unutmamak gerekir ki, siz (ülke seçkinlerini ve egemen sermaye gruplarını kastediyorum) yabancı krediye gereksinim duyarken, elinde sermaye olanların da bunu yatıracak yere, yani size (ülkenizin üretim ve tüketim kapasitesine) gereksinimi var. IMF bu resmi çarpıtarak sizi uluslararası mali sermayeye, pazarlık etmeden teslim olmaya zorluyor. Bu teslimiyetin faturası ise her zaman ekonomik ve siyasi açılardan ağır oluyor. Ekonomik olarak iç pazar imha ediliyor tasarruflar dışarı transfer ediliyor, böylece içeride sermaye biriktirme kaynakları, egemen sınıfın beslenme, egemen olarak kalma kaynakları yok oluyor. Siyasi olarak, ekonomik kaynakları zayıflayan egemen sınıf ülkenin bütünlüğünü koruma, sınıf çelişkilerini yumuşatma, uzlaşma kısacası ülkeyi yönetme kapasitesini kaybederken, orta sınıflar egemen sınıfa güvenlerini kaybediyor, gözlerini ülke dışına dikiyor, oradan bir yerlerden kurtarıcı (örneğin AB) beklemeye başlıyorlar. Halk sınıflarının ise hem egemen sınıflarla hem de düzene ilişkin güven ve beklentileri iyice zayıflıyor, suça, şiddete eğilimleri artıyor. Giderek, her türkü “aşırı” ideolojinin, demagojik liderin ilgi çekmeye başlamasına yatkın patlayıcı bir toplumsal ortam oluşuyor.
Post-modernizmin ve neo-liberalizmin piyasa ideolojinin aydınlanma düşüncesi (insan kendi kaderini kendisi belirleyebilir!) ve aydınlanma insanı (cogito) üzerindeki tahribatının sonucu gündeme modernitenin kazanımları olan, vatandaşlık kolektif davranma refleksi, sınıfsal pazarlık kapasitesi ve toplumsal projelerin yerini. Modernite öncesi, dini, etnik çözüm umutları, sorunlardan “yabancı” unsurları (ırk) sorumlu tutan organik toplum hevesleri alıyor. Egemen sınıf topuma bir “nurlu ufuklar”, “Büyük Türkiye”, yada herhangi bir gelecek sunma kapasitesini, umudunu yitirdi. Öyleyse artık hegemonik değil! Bu ahlaki açından bakınca, onun, tarih önünde, artık bir egemen sınıf olarak kalma “hakkını” da kaybettiğini gösteriyor. Ya içerden devrilecek yada dışarıdan. Şimdilik dışarıdan devrilmekte olduğunu, asimle edildiğini, ülkenin sömürgeleştirildiğini, egemen sınıfın bu sürece bir “yok olan aracı” (süreç bitince kaybolan etken) olarak katılmakta olduğunu görüyoruz...
Bu ortamın bir yer yüzü cehennemi olduğunu sanırım ayrıca vurgulamaya gerek yok.
Ama, bu “ortam”, içinden her türlü “olayın” çıkabileceği bir ortamdır artık. Büyük tehlike anlamına geldiği gibi, bu ortamı aşabilecek projeleri gündeme getirecek ve savunacak “öznelerin” ortaya çıkma olasılığını da taşır.
Eğer, IMF kapısında kalmaya devam edersek tüm bu tehlikeler ağırlaşarak gerçekleşecek. Başka bir yol, örneğin bir başka sermaye birikim modeli, yada en azından ülke ekonomisinin dünya ekonomisiyle bütünleşme biçimlerini (kopmaktan söz etmiyorum) yeniden gözden geçirmeyi denemek de olanaklı.
No comments:
Post a Comment