Gezi “olayı”, yalnızca ülkenin değil, dünyanın tarihinde de derin bir iz bıraktı. Olay üzerine ilk yazımda (03.06.2013) vurguladığım gibi Muhteşem Gezi Direnişi, “Üç Muhteşem Gün” olarak betimlenen “Temmuz Devrimini” anımsatıyordu. “Üç Muhteşem Gün”, 1830 Temmuzu’nda, Fransız Devrimi’nden sonra krallığı restore etmeye çalışan Bourbon rejimini yıkamadı ama rejim de bir daha asla istikrar kazanamadı. Gezi’den sonra siyasal İslamın AKP rejimi krizden krize koştu, ülke “süreç olarak faşizm” tüneline girdi. Ancak, Gezi olayına en “anlamlı” tepkiyi rejimin verdiği söylenebilir.
(...)
Bu anlamda Gezi “olay”ı en derin izi rejim üzerinde bıraktı. “Olay” karşısında, en kalıcı, sistemli tepkileri rejim geliştirdi; o gün bugün Gezi korkusuyla yaşıyor ve izlerini silmek için çabalıyor.
Buna karşılık, “olay”ın öznesi kalıcı biçimler geliştiremedi. Türkiye sol hareketi, Gezi’den kendini geliştirecek, değiştirecek, yeni mevziler kazanacak dersleri çıkaramadı; diğer bir deyişle “olay”dan öğrenemedi. “Örgütlü müydü?”, “Planı programı var mıydı?” gibi tartışmalar içinde bu tarihi fırsatı değerlendiremedi. Sanırım burada da bir başka ve hâlâ aşılamayan travma var: Rejimi hedef alan ilk büyük kitlesel patlama karşısındaki iktidarsızlığın travması...
Yazının tamamını okumak için tıklayınız
---------------------------------------------
Bu yazıyı yazarken yararlandığım üç yazı:
Muhteşem Mayıs - Haziran Günleri
03.06.2013
Hızla bütün ülkeye yayılan muhteşem Gezi Direnişi aklıma yine Bourbon Restorasyonu’nu, “Üç Muhteşem Gün” olarak da anılan Temmuz Devrimini getirdi. “Üç Muhteşem Gün”, 1830 Temmuzunda Bourbon rejimini yıkamadı ama, rejim de bir daha asla istikrar kazanamadı.
Bir “olay” olarak “Gezi Direnişi”
“Olay” Kavramının özel bir anlamı var. Üç gelişmeyi birden içeriyor. Hiç beklenmedik bir anda patlak verir. O “olaya” kadar çizgisel, yeknesak biçimde akan zaman, “kırılarak” istikrarını kaybeder, oluşan yeni olasılıklarla “ebedi” (eternal) bir boyut kazanır. Nihayet yaşanan toplumsal olay, kapsadığı kitleye, “olay” başlarken sahip olmadıkları bir bilinç, bir ahlak ilkesi sunar. “Olay”ın yarattığı özne bu ahlak ilkesine sadakat beyan ederek, onu evrenselleştirmek için mücadeleye devam etmeye kararlı birey, örgüt, topluluktur. Bu anlamda “olay” katılanları değiştirir: “Olay” biter izi kalır
“Olay”, beklenmedik bir anda patlak verir ama, her zaman daha önce olgunlaşmaya başlayan bir “olay alanı” içinde gerçekleşir. Bu nedenle, “Gezi olayı” beklenmedik bir anda patlak vermiştir ama, onu doğuran bir “olay alanının”, özellikle 1 Mayıs’tan bu yana olgunlaştığını kolaylıkla söyleyebiliriz.
1 Mayıs 2013’de İstanbul’un polis orduları tarafından fiilen işgal edilmesiyle “bir eşiğini” geçildiğine işaret etmiştim. Bu eşik, bir “olay alanının” şekillenmekte olduğunu gösteriyordu:
Reyhanlı katliamı, onu, izleyen ilk akla gelen önlemin basına ambargo koymak olması gibi tepkiler. Fazıl Say’dan sonra AKP hukuku Sevan Nişanyan’ı çarptı (Say’ı görmezden gelip, Nişanyan için bağırmaya başlamanın iki yüzlülüğünü saptamadan geçmeyelim). Öpüşme yasağı, ahlak kuralına uygun davranma uyarısı gündemde. Meclisten bir alkol yasağı yasası geçti. III. Köprüye, Yavuz Sultan Selim’in adının verileceği açıklandı. Başbakanın, alkol yasağını dini vecibelere bağladı. Nasıl bir gençlik yaratmak istediğine ilişkin Arapça ‘şaribül leyli ven nehar bir nesil istemiyoruz’ ifadesini kullandıktan sonra, köşe yazarlarını hedef alarak, “Yazın bakalım nereye kadar yazacaksınız” dedi.
Bu ve benzer gelişmeleri sıralamak yetmez. Aynı zamanda bunların arasında “mantıksal bir bağlantı” kurulabilir mi? Bunları kapsayan bir “bütünlük” düşünülebilir mi? diye sormak gerekir.
Siyaset, dil ve mekan diyalektiği
Toplumsal yapının egemen ekonomik ve siyasi güç (iktidar) ilişkileri ayakta kalabilmek için, kimlerin, neleri, nerede konuşabileceğini, nelerin duyumsanabileceğini, bedenin haz alanlarını denetlemeyi amaçlar. Bunu, nelerin sanat, siyaset kategorileri içine alınarak anlamlandırılabileceğine karar vermeye olanak sağlayan, dile, mekana, haza ilişkin estetik ve “hakikat” rejimleriyle gerçekleştirir.
Bu saptamaların ışığında yaklaştığımızda siyasi etkinliğin her zaman bu ifade özgürlüğünün (konuşabilmenin) sınırlarının, mekanlarının, hatta zamanının genişlemesi veya daralmasına ilişkin bir mücadele olduğu görülür.
Konuştuklarında seslerinin duyulması engellenenler, talepleri yok sayılanlar konuşabilmek için belli kavramlara, mekanlara ve zaman erişmeye çalışırlar. Çalışınca da yalnızca kendi seslerinin anlam ifade etmesini, kendi anlam sistemlerinin (söylemlerinin) iktidarını arzulayanların, “Gezi Olayında” olduğu gibi sert tepkisiyle karşılaşırlar.
Olayların içsel bağlantısı
Olay alanının bileşenlerini, yukardaki saptamaların ışığında değerlendirirsek, aralarındaki zorunlu mantıksal bağı, oluşturdukları “bütünlüğü” görmeye başlayabiliriz.
Fazıl Say ve Nişanyan’a yönelik hukuk işlemleri, içki yasağı, “yazın bakalım, nereye kadar yazacaksınız” tehdidi, “1 Mayıs savaşları” ve Taksim gezisindekilere ve destekleyenle yönelik acımasız, uzlaşmaz tavır, uygulanan şiddet, söylenebilir olanının sınırını, söylenebileceği mekanı belirlemeyle yöneliktir. İçki yasağı ve öpüşme yasağı ilk anda hazların sınırlarını belirlemekle ilgiliyse de, “metrodaki uyarı”, “siz de evinizde için” buyruğu bir başka boyuta işaret ediyor. AKP yönetimi, hazzın kamusal alanda yaşanma biçimini, dolayısıyla mekanını da belirlemeyi arzuluyor.
“İçki yasağı” ise aslında içki yasağı değildir. Bu yasağın siyasetle, kültürle ilişkili, özellikle üzerinde durulması gereken bir boyutu var. Türkiye’de rakı masasının “ayran masasından” (eğer böyle bir şey varsa) çok farklı bir kültürel, bireysel tercih kullanma hakkının ötesinde, siyasi bir anlamı, işlevi var.
Rakı masası, yemekten çok, uzun sohbetlere ilişkindir. İçki mekanları, bakkalın arka bölmesinden, ayakçıya, meyhanelere, nihayet lüks lokantalara kadar, yoksuldan, zengine açık bir çeşitliği kapsar. Bir arada olmaya ilişkindir, dolayısıyla bu ülkenin toplumsallaşma biçimlerinden biridir.
İçki sohbetlerinin uzun, sabahın erken saatlerine kadar sürebilmesi özellikle önemlidir. Rakı içenler bilir ki, zaman geçtikçe konu derinleşir, insan gardını indirir, kimin aslında ne düşündüğü belli olur. Bu sohbetlerde, günlük yaşam sorunlarının çok ötesinde, aşka, cinselliğe, varoluş sorunlarına, edebiyata, sanata ve en “tehlikelisi” siyasete ilişkin konular masaya yatırılır. Bu masalarda projeler, yeni düşünceler doğar ya da ölür, yeni bağlantılar kurulur yada kopar. Burası ayran içenin değil, içki ama özellikle rakı içenin mekanı ve zamanıdır. Son içki yasağı siyasal İslam’ın gözünden, kulağından uzak kalan bu mekanları ve zamanı ortadan kaldırıyor.
Başbakanın, Türkçe’nin yanı sıra, tercümeyi gerektirecek düzeyde Arapça ifadeler kullanması kültürel eğilimini sergilerken, getirdiği yasakları gittikçe artan oranda dini, ahlaki, emirlere bağlama eğilimi, Fazıl Say ve Nişanyan olayları, açık bir biçimde, siyasal İslam’ın, zaman ve mekan kullanma, haz denetleme rejimini egemen kılmayı, buna uygun olmayan rejimleri de yok etmeyi amaçladığını gösteriyor.
III. Köprü için, Alevilere yönelik katliamlarının yanı sıra, yüzü Doğu’ya dönük İran ve Arap uygarlıklarına karşı saldırgan bir politika izlemiş, Arapların elinden İslam’ın en kutsal emanetlerini ve iktidar kurumu Halifeliği almış bir Padişah’ın adının seçilmesiyse anlamlı. Bu isimle, siyasal İslam, AKP hükümetinin aracılığıyla, içerde Sünni olmayanlara, dışarda Müslüman dünyasına tam anlamıyla meydan okumuş oluyor.
Bu muhteşem Mayıs-Haziran günleri AKP rejiminin 10 yıllık momentumunun kırdı, istikrarını sarstı. “Olay” siyasal İslam’ın restorasyon projesinin de Bourbon restorasyonunun kaderini paylaşmaktan kurtulamayacağını gösterdi. Ne ki, bu kaderden kurtulma çırpınışlarıyla devlet şiddetinin daha da artması olasılığı çok yüksektir.
Gezi Parkı’ndaki ışığın gösterdiği
17.06. 2013
Başbakanın ülkeyi, toplumun, dünyanın rızasını alarak, ya da rızasını alıyormuş gibi göstererek yönetmeyi başardığı o “cennet” günleri artık geride kaldı. Başbakan bu “cennet”ten, Polisin, Gezi Parkı’na acımasızca saldırdığı sabah kovuldu. Metafora devam edersek, O artık bir “günahkardır”. Başbakan, o günden bu yana bu “günahın” kefaretini ödemeye çalışmak yerine, ünlü 7 günahtan, öfke, gurur, ihtiras gibi yeni eklemeler yapmaya devam ediyor. Bu yüzden de onun “Dönülmez akşamın ufkunda” olduğunu söyleyenlerin sayısı artıyor.
Zamanın Yeni Ruhu (Zeitgeist)
Zamanın maddesini “Büyük Durgunluk”, ruhunu da “Arap Uyanışı”, İşgal Hareketi ve “Sanal Uzay” savaşları (Sosyal Medya, Hackers, İstihbarat kompleksleri) üçlüsü oluşturuyor. AKP Türkiye’si, BOP’da ilk “rejim değişikliğinin” örneğiydi, bir sivri akıllının iddia ettiği gibi “Arap Baharı”nın değil: Bu yüzden AKP, Zeitgeist içinde bir anakronizm oluşturuyor.
İçerde toplumsal muhalefet sessiz kaldığı, dışardan “Erdoğan Rules! O.K!” şakşakları duyulduğu, medya AKP’nin çaldığı düdüğe göre zıpladığı sürece bu anakronizm, “yetmez ama evet”le desteklenen bir “demokratikleşme” fantezisinin aracılığıyla gizlenebildi.
Tüm bunların cazibesiyle gözleri kamaşan AKP, kendini “ebed müddet iktidar” sanmaya başlamıştı ki, realitesi ortasından çatlayıverdi. Şimdi Başbakan ve partisi hiç alışık olmadığı bir durumun içindedir. Kafalarındaki dünya resmi, dünyanın nesnel durumuna uymadığı için, yaşadıklarını anlayamadan kocaman gözlerle, Taksim’den yükselerek ülkenin büyük kentlerinin bulvarlarında meydanlarında yankılanan seslerin, bu seslere dünya kentlerinden gelen destek mesajlarının, düne kadar kendisine övgüler yağdıran dünya medyasının “sultan, diktatör, otokrat” suçlamalarının, “izleğinin metnini kaybetti” türü alaycı yorumlarının, “sen meydanı bırak önce partine bak” türü uyarıların, ABD ve AB gibi büyük güçlerin kendisine salladığı parmakların karşısında öylesine duruyorlar: Bize ne oldu? Neden şimdi buradayız?
Başbakan, bu durumdan çıkmak için çırpındıkça daha da batıyor. Başbakanın baş danışmanı CNN’de Amanpour gibi aslında kolaylıkla uzlaşması beklenen bir gazetecinin karşısında, Batı’dan hesap sorarak üste çıkmaya çalışırken hem komik, zavallı duruma düşüyor hem de AKP’nin uluslararası imajına bir çizik daha atıyor.
Başbakan sözlerinin, tehditlerinin etki yapmadığını hissettikçe sertleşiyor. Eski müttefiki Cemaat’ın sert muhalefetinden, elindeki kozları, arkasındaki güçleri düşünerek korkuyor. Partisi de korkuyor, “nereye gidiyoruz?” gibisinden cılız da olsa ilk kez bazı sorgulayan sesler geliyor. Bu koşullarda başbakanın refleksleri, kendini, iktidarını, ülkeyi ikiye bölme pahasına korumaya, adeta son savaşına girmeye, hazırlanan bir politikacı izlenimi veriyor. İster istemez akla epeyce çılgın imparator görmüş bir uygarlığın “Quem deus vult perdere, dementat prius” (Tanrılar yok edecekleri insanın önce aklını kaçırtırlarmış) uyarısı geliyor.
Başbakanın toplumsal desteği azalırken, düşmanları çoğalıyor; ABD ve Avrupa açısından, bölgede büyük stratejik öneme sahip bir ülke olarak Türkiye’yi kimin, nasıl yönetmeye devam edeceğine ilişkin zor ve kaygı verici bir soru şekilleniyor. Bu merkezlerde, uzmanlar, “kullanıp atma, hatta Marcos, Saddam, Mübarek örneklerinde olduğu gibi çöpe atma alışkanlığıyla” başlarını kaldırarak aranmaya başlıyorlar.
Eski ve Yeni - Hazin ve Epik
Başbakan açısından hazin bir durum bu. Bu durumu görerek değişmeyeceği yada çekip gitmeyeceği için, Türkiye halkları açısından ise, tamamlanana kadar büyük özveriler, yeni kahramanlar, hainler, kurbanlar isteyecek olan bir “epik tragedya”...
AKP zamanın ruhu içinde bir anakronizm oluşturur, giderek yalnızlaşırken, Gezi Parkı hem zamanın ruhuna, maddesine tümüyle ait hem de bu nedenle bu “epik tragedya” içinde yalnız değil.
Gezi Parkı olayıyla birlikte “Burası Tahrir değil” tartışmasının başlaması, bu yalnız olmama durumunun ilk göstergesiydi. Tabii ki Gezi Tahrir değil, nasıl Tahrir, Porto del Sol, Zucotti Park, Sintagma Meydanı değilse... Evet, bunların hepsi özgün olaylardır ama hep birlikte ortak bir zamanı, evrensel boyutu paylaşıyorlar. Geçen hafta Sao Paulo halkı sokaklarda gazlanırken, hükümete, “Aşk bitti, Türkiye burada” diye bağırıyordu.
Biraz teori alanına geçmeme izin verirseniz “yeni olanı”, Gezi “olayı”yla ilgisini göstermeyi deneyebilirim. Kapitalizmin krizi içinde, değişim, dönüşüm süreçlerinin bir parçası olarak Fordist sermaye birikim rejimi tasfiye olurken, kitlesel sanayi üretimi, fabrika işçisi, örgütleri, kültürü ve alışkanlıklarıyla, değişik yerlerde farklı hızlarda eriyor, ya da bir mutasyon geçiriyor. Sermayenin yeni teknolojilerle dönüştürdüğü, ve/veya yeni girdiği, bilişim ağlarına bağlanmaya başladığı alanlarda oluşan maddi, simgesel, duygulanım yaratıcı (affective) üretimin üzerinde yeni bir sınıf tarih sahnesine çıkıyor.
Foucault’un “disiplin toplumu” olarak tanımladığı, bireyi kurumlar içinde, bedene esas olarak dıştan dayatılan disiplin ve cezalandırma rejimiyle zapt eden “rejim”, siyasi partileri, kitle sendikaları, kamusal eğitim ve sağlık kurumlarıyla birlikte dağılıyor. Yeni şekillenmekte olan sınıfın bireylerinden artık disiplini içselleştirerek, kendi kendini disiplin altına alması, sermayenin gereksinimlerine göre sürekli eğitmesi, yenilemesi, işgücünün tüm yeniden üretim sorumluluklarını bireysel düzeyde omuzlaması isteniyor, böylece Gille Deleuze’ün deyimiyle bir “kontrol toplumu” şekilleniyor.
Bu tarih sahnesine çıkan yeni işçi sınıfı, bu geçiş sürecinde hem “disiplin toplumu”nun hem de “kontrol toplumu”nun baskısı altına girmeye zorlanıyor. Bu baskının etkisiyle değişmeye, kendi başının çaresine bakmaya zorlanmanın gerginliğiyle, bu sınıfın bireyi sorunlarını öncelikle “ekmek peynir sorunu” değil, özgürlük, özgünlük ve haklar sorunu olarak algılıyor. Bu birey, devletin ve uzmanların kendisini rahat bırakmasını, yaşamına karışmamasını istiyor, farklı ülkelerde, farklı iktidarlara karşı ama, aynı taleplerle, aynı yöntemlerle, aynı örgütlenme biçimlerini ve teknolojileri kullanarak baş kaldırıyor. Baş kaldırmaya başlayınca daha önce edindiği somut aidiyetleri (dini, etnik, siyasi) aşarak ortak bir evrensel özgürlük talebinde birleşmeye başlıyor. Tarih bu sınıftan yana. Gezi Parkı Direnişinde, Ankara, İzmir sokaklarında bu hızla büyümekte, iradesini ortaya koymakta olan bu genç proletaryanın gücü, sesi, “epik tragedyası” yankılanıyor.
“OLAY” BİTER İZİ KALIR
24.06.2013
"Gezi Direnişi" bitti. Ancak bu, yenilgi-zafer, başarı-başarısızlık kavramları bağlamında konuşulacak bir "bitiş" değildir.
Gezi direnişi başladığında, başlayan "şeyin" üzerinde düşünürken "olay" kavramından yararlanmaya çalışmıştım. "Gezi direnişi"nin ardından düşünürken yine öyle yapacağım.
Önceki yazılarımda vurguladığım gibi "olay" hiç beklenmedik bir anda, biçimde ortaya çıkar. Daha doğrusu "patlak verir". "Olay" yeni bir şeydir. Önceden yapılan hazırlıkların, bilgi birikiminin ürünü değildir. "Olay" bunlara rağmen "patlak verir". "Olay" katılan bireylerde, toplumun simgesel evreninde derin izler bırakarak, iktidarın ve muhalefetin önündeki olasılıklar yelpazesinde yeni düzenlemeler yaparak "biter". "Olay" var olanı açıklayan bilgi sisteminde bir delik açar. "Olay" kendi "hakikatini" var olan bilgi sisteminin karşısına koyar.
Bu yüzden "Olayı" konuşurken uygun olan "yenilgi - başarı" ikilemleri değil, bıraktığı izleri, ortaya koyduğu hakikati, bunun ahlakını ve insanını anlamaya çalışmaktır.
KARNAVAL- KAHKAHA - KORKU
31 Mayıs- 17 Haziran arasında toplumu sarsan "şey" Başbakan'ın, kurmaylarının, medyasının iddia ettiği gibi "üç-beş çapulcunun" taşkınlığı, "marjinal grupların" provokasyonun ürünü, "dış güçlerin" manipülasyonu olsaydı iktidarı bu kadar korkutmazdı.
İktidar, göstermeye çalıştığı istikrar, özgüven resmine kendisi de inansaydı, bu kadar yüksek yeğinlikte fiziksel ve simgesel bir şiddete başvurmaya kalkmaz, hiç olmazsa görünüşü kurtarmak için "demokrasimiz güçlendi", "gençlere eylem yakışır" gibisinden, Brezilya devlet Başkan'ınkine benzer bir dille konuşmayı deneyebilir, önümüzde nasıl olsa seçimler var rahatlığıyla davranabilirdi. İktidar bunların hiç birini yapamadı. Başbakan, şiddetle, hatta nefretle "gürledi". Ne kadar bağırırsam, sert çıkarsam o kadar etkili, inandırıcı olururum diye düşünür gibiydi.
Başbakan'ın, çevresinin, medyasının kendi korkularının arkasında yatanı çok iyi anladıklarını sanmıyorum. Ama en azından şuna eminim: Üzerinde çalıştıkları toplum projesinin, sunmaya çalıştıkları toplum, ekonomi, kültür, tarih, demokrasi, hoşgörü resimlerinden oluşan simgesel evrenin birden bire, engellenemez biçimde, üstelik "şiddetle" değil, sözle, bedenlerin duruşuyla, dahası kahkahaya her yerinden delinmeye, gerçeğinin ortaya çıkmaya başladığını duyumsadılar. Her attıkları adımın, sarf ettikleri sözün, biber gazının, basınçlı suyun, copun, plastik merminin bastırmaya çalıştıkları şeyi güçlendirdiğini gördüler, dehşete düştüler.
Karşılarında, Rabelais'den, Bakhtin'den bu yana artık anlamını çok iyi bildiğimiz bir şey, renkleriyle, danslarıyla, müziği ve sanatıyla, nihayet iktidarı tiye alan mizahıyla bir KARNAVAL vardı.
Bilge Olgaç'tan (1940-1994) duymuştum, "ezilenler dizlerinin üzerinden doğrularak ayağa kalktıklarında, egemenlerin boyu eskisi kadar uzun görünmez" diyordu. O muhteşem Haziran günlerinde de böyle oldu.
"Olay" boyunca çok sık vurguladığı gibi korku sınırı aşıldı. İktidarın gücünün sınırları ortaya çıktı. İktidarın sinirli seslerini, tutarsız açıklamalarını görenler kahkahalarla gülmeye başladılar. Güç göstermeye, bastırmaya çalışanlar gülünç duruma düştüklerini gördüler.
İktidarlar KARNAVALLARDAN, egemenlikleri altında tuttuklarının kahkahalarından bu nedenle korkarlar. Kahkaha korkunun karşıtıdır, karnaval da egemenlerin asla paylaşamadıkları bir mekan. KARNAVAL egemenlik altında tutulmaya çalışılanları, başkaldırıları birleştirir.
Gezi olayı, iktidarın yıllardır, liberalizmin, “yetmez ama evet”çi, solun da katkılarıyla karşı karşıya getirmeye çalıştığı kesimleri iktidara karşı birleştirmeye başladı. "Gezi"de, verili aidiyetler ikinci plana düştü, "düşman" bayraklar iktidara karşı birlikte havaya kalktı, farklı dünyalar paylaşıldı, paylaşılamayanların varlığı, renkleri korundu, nefret yok oldu yeni diyaloglar yeni fikirler, olasılıklar oluştu. Mallar ürünlere dönüştü, değişim değeri yerini kullanım değerine, tüketim yerini ortaklaşa kullanıma bıraktı. Bilenler, bilme imtiyazını bir kenara bırakıp dinleme ve öğrenme olanağını kullanma şansına sahip oldular. " Ben", "biz" oldu. "Olay" sırasında "Yaşam" en azından bir süre için bir KARNAVAL oldu ve aslında nasıl, olması gerektiğini katılanlara gösterdi. "Olay" katılanlar üzerinde iz bıraktı, onları değiştirdi, "yeniledi". "Olay"ın izi yeni bir ahlakın, yeni bir insanın varlığına, yeni bir "öznenin" doğduğunu muştuluyordu. Bu, içinde yaşadığı topluma uyumlu bireyin, olayın ahlakını benimseyerek, ona sadakatini açıklayarak evrenselleştirmeye çalışarak özneleşmesiydi.
ÜÇ TAVIR
"Olay"ın arkasından ortaya her zaman üç tavır çıkıyor.
Birincisi, olayın öznesinin tavrıdır. O olayı tanır, olumlar, sonuçlarıyla ( hakikati ve ahlakıyla) benimser. Olaya "sadık" kalacağını açıklar, olayın izlerini korumaya, ahlakını evrenselleştirmeye çabalar, böylece tarih sahnesinde yerini alır.
İkinci tavrı ikiye ayırabiliriz: (A) Sistemle sürdürmekte olduğu mücadele üzerine gölge düşüreceğini, olumsuz etki yapacağını düşünerek, "bu bir şey mi? Biz senelerdir hem de ne koşullarda...", anımsatmasıyla yaşananları sıradanlaştırarak olay kategorisinin dışına itmek isteyen yaklaşım. (B) Olayı görmezden gelerek izlerini değersizleştirmeye, kalıcılığını sabote etmeye çalışan yaklaşım. Bu İkinci, "inkarcı" olarak da tanımlayabileceğimiz yaklaşıma göre "olay" aslında olay değil birilerinin (örneğin gençlerin) bir tepkisidir. Ya da "olay", olay öncesinin bilgisine aittir, diğer bir deyişle ya emperyalist, ya da Yahudi, ya da faiz lobisinin - ki aslında Yahudi düşmanlığının utangaç adıdır- komplosudur, ya da birilerinin ( olay öncesinin sadakatlerinin) sıradan vatandaşı kışkırtmasının ürünüdür. Bu kategoride bir tavır olayın bitişini yenilgi olarak tanımlayıp aslında bir şey değişmediğini anlatmaya çabalar; her şey eskisi gibidir, zaman hiç "kırılmamıştır", hala önemsiz bir sıradanlıkla akmaya devam etmektedir.
Üçüncüsü, "reaksiyoner" tavırdır. Bu tavır "olayın" olduğunu bilir, yarattığı hakikatin ve öznesinin iktidarına, bu iktidara bağlı çıkarları tehdit ettiğini görür, izlerimi silmek için fiziki ve simgesel şiddetle tepki gösterir. Bu reaksiyoner tavır, ikinci, inkarcı tavrın tepkilerinden, özellikle simgesel şiddet uygulamada yararlanır, hatta onun desteğini bile alabilir.
Gezi direnişinden, "KARNAVALDAN" sonra, şimdi mücadele "olayın" yarattığı hakikatin- eşitlikçi, özgürlükçü, dayanışmacı, paylaşımcı ve sermaye ilişkisinin dışında bir başka dünya kurma olasılığı- üzerinden , "olayın" hakikatinin öznesiyle, inkârcı, reaksiyoner güçler arasında sürecektir. Gerçek anlamda "yeni", "iyi" olanın yaratılabilmesinin şansı, reaksiyoner ve inkârcı güçlerin aşılmasında yatıyor.