Ebubekir Aykut ve Kansu Yıldırım’ın
birlikte kalem aldığı “Neoliberalizm, “Ahbap-çavuş kapitalizmi” ve Türkiye”
başlıklı yazıyı [
okurken bir çok soruyla karşılaşmış olmama karşın üzerine bir şeyler yazmayı
düşünmüyordum[], ta
ki son paragrafa gelene kadar: “Son olarak, “ahbap-çavuş
kapitalizmi”, “talan ekonomisi”, “kayırma ekonomisi” tanımlamaları ima yollu da
olsa “hukukun üstünlüğüne dayanan” “güler yüzlü neo-liberalizm” yanılsamasını
besler ve yeşertir.”[]
Siyasal İslam’ın
Başkanlık rejiminin ekonomik ve sosyal politikalarını betimlerken sık sık ahbap-çavuş kapitalizmi” (crony
capitalizm) kavramını kullanan birisi olarak,
bu suçlamayı üzerime almadan edemedim.
Önce şu konuyu açıklığa kavuşturmak gerekiyor. Kapitalizmin
krizlerini açıklamak gerektiğinde iki yaklaşım söz konusudur. Liberal yaklaşım
kapitalizmin (ki bunun yerine genelde piyasalar kavramı kullanılır)
kendiliğinden fazlaları temizleyerek denge durumuna yönelme eğiliminde olduğuna
inanır. Krizin kaynağını her zaman denge eğilimini bozduğunu düşündüğü dış etkenlerde
arar. Bu akımın Türkiye’deki temsilcilerinin bir kısmının, krizin nedenlerini,
ahbap-çavuş ilişkilerinin etkisinde arama eğiliminde oldukları da doğrudur.
Ancak, bu yaklaşımda nedensellik ilişkisinin yanlış bir yere konmuş olması
ahbap-çavuş kapitalizmi denen olgunun önemini azaltmaz. Bir diğer, benim de
katıldığım, kapitalimin krizini bu üretim tarzının iç çelişkilerine bağlayan yaklaşımdır. Bu yaklaşım, Türkiye’de yaşanan
krizi açıklarken ahbap-çavuş ilişkilerine gönderme yapmak gereği duymaz. Ancak
bu ahbap çavuş kapitalizmi denen olgunun krizin şiddeti, yönetimi ve çıkış olanakları
üzerindeki etkilerini yok saymayı gerektirmez.
Her iki yaklaşımı da aynı kaba koyarak tartışmak[] sapla samanı, bile bile
birbirine karıştırmak anlamına gelir ki akademik disiplinle uyuşmaz.
Bir kaç soru
Yazıyı
okurken aklıma gelen soruları aktararak devam etmek istiyorum.
1- Yazarlar, “İsveç’teki
neoliberal uygulamalar, ABD’deki ve Türkiye’deki neoliberal uygulamalardan
farklı olacaktır ve farklıdır da.” diyorlar. Haklı da olabilirler, ancak şu
soruya da cevap verilmesi gerekir: Bu uygulamaların, tüm farklılıklarına
karşın, neo-liberal tanımını taşımaya devam etmesine neden olan töz nedir’?
2- Bir ülke ekonomisinde, neo-liberalizm bir kez egemen olunca
artık hep neoliberalizmi mi olacaktır? Neo-liberal (otoriter ya da değil)
olarak tanımlanan bir ekonomik toplumsal yapılanma (neo-liberalizmin ne
olduğuna ilişkin görüşlerimi aşağıda aktaracağım) ne gibi değişiklikler geçirirse
artık neo-liberal (otoriter ya da değil) olarak tanımlanmaktan çıkar? Ya da bir
hükümet ne yapmaya başlarsa neo-liberalizmden çıkmaya başlar. Yoksa asla
çıkamaz mı?
3- Krizin asla aşılamayacağı yalnızca ertelenebileceği[] iddiası gibi, neo-liberalizm
her krizden güçlenerek çıkıyor iddiası da oldukça gariptir. Örneğin, bunlar
hangi krizlerdir? Son finansal krizden sonra neo-liberalizm hemen tüm bileşenleri
sorgulanır ( Asya Krizinden sonra IMF ve Dünya Bankasının, 2007 finansal
krizinden sonra ve Dünya Ticaret Örgütünün durumlarına, nihayet patlak veren
ticaret savaşlarına bakmak bir fikir verebilir), uygulamalarının krizi
derinleştirdiği konuşulur olmuştur. Nitekim finansal krizin 10. yılında bu
alanda gittikçe güçlenen bir
mutabakattan dahi söz edilebilir. Tüm bunlar göz ardı edildiğine göre neo-liberalizm
adeta in perpetuum var olacak bir töz gibi mi düşünülmektedir?
4- Diğer taraftan, II. Dünya savaşı sonrasında kapitalizm, liberalizmi
geride bırakarak, yeni bir sermaye birikim rejimi (fordizm ve düzenleme
sistemi-refah devleti vb..) ile krizini aşarak yeni bir genişleme ve büyüme
evresine girmemiş midir? Böyle bir olasılığın artık asla söz konusu
olamayacağı, bu krizin (neyin krizi?) son kriz olduğu söylenebilir mi?
5- Türkiye özeline dönersek Özal’la başlayan 1998-2001 kriz dönemine
(AKP iktidara gelene) kadar süre gelen dönem “neoliberal” olarak tanımlanabilir
mi? Eğer tanımlanabilirse bu liberal demokratik bir neoliberalizm midir yoksa
otoriter bir neo-liberalizm midir? Eğer otoriter neo-liberal bir modelse
otoriter neoliberalizmi olarak tanımlanan AKP neo-liberalizmiyle arasındaki
farklar nelerdir? Yoksa esas olarak bir süreklilik mi söz konusudur?[] 1998-2001 dönemindeki neo-liberalizm, liberal
demokratik bir neo-liberalizim ise, hangi özelliklerinden dolayı liberal ve demokratik
olarak tanımlanması gerekir?
6- Neoliberalizm,
otoriter ya da değil, kapitalizme ait bir biçimdir. Öyleyse öncelikle sermaye birikim sürecinin
gereksinimlerine uygun olarak çalışması, sermaye birikim sürecinin gerektirdiği
iş gücünü, işçi ve personeli, diğer bir
değişle yalnız yerel değil küresel “neo-liberalizme” uygun öznellikleri
üretecek asgari verimlilikte, rasyonel ve uygun duyarlılıkları üretecek bir
eğitim sistemine sahip olması gerekmez mi? Neo-liberalizm de kaynakların kullanımı
ve dağılımı egemen sermayenin gereksinimlerine göre şekillenmez mi?
Siyasal İslam’ın rejim inşa etme sürecinde, kaynakların, AKP iktidarına
“siyasi-kültürel sermaye” (Bourdieu’den ödünç alarak) üretecek, ideolojik
aygıtlara, kurumlara dağıtılmış olması[]
krize yol açan dinamikleri daha da ağırlaştırmıyor mu? Neo-liberalizmde devlet kaynakları finans sektörünün, büyük
korporasyonların krize uyum sağlama çabalarını desteklemeye yönlendirirken,
AKP’nin kaynak yönetimi, egemen sermayenin neoliberal politikalarıyla ne
anlamda uyumludur?
Neo-liberalizmin Avrupa ve AB deneyimleri, genelde sosyal
bilimleri kaynaksız bırakırken fizik, kimya, biyoloji gibi bilim dallarını,
sermaye birikim sürecine eklemleyerek besleme eğilimindedir. Otoriter
neo-liberalizmin bundan daha farklı bir yol izlemesi değil bu eğilimi daha da
güçlendirmesi gerekmez mi? Bir ülkenin eğitim sisteminin, öğrencilerin büyük
bir kısmının üniversite sınavlarında sıfır çekmesine yol açacak, doğru dürüst
Türkçe ve matematik bilmeden mezun olacak düzeyde geriletecek kadar dincileştirilmesi. kapitalist sınıfın,
sermaye brikim sürecinin (ikisi farklı şeylerdir) hangi gereksinimlerine cevap
verecektir. İmam hatiplerin ve ilahiyat fakültelerinin ve de camilerin sayısının
bu kadar hızlı artışı sermayenin, buralarda yaşayan ve sayısı hızla
artmakta olan kalabalığın artık değerden pay alması hangi sermaye mantığı ile
açıklanabilir? Ya da bu özgün gelişmeler sermaye mantığından (capital logic)
çıkarsanabilir mi?
7- Neo liberalizm esas olarak sermayenin kriz koşullarına uyum
sağlayabilmek için, isteği gibi üretebilmesine ve dolaşabilmesine, devletin bunların
önündeki engelleri kaldırmasına, krize uyum sağlamasına yardımcı olmasına
ilişkin değil midir? Bu süreçte önceliğin egemen sermayeye tanınmış olması olağandır
ama egemen sermaye de ancak diğer sermayelerle birlikte var
olabilir tek başına değil.
Bu bağlamda, güçler ayrılığı, sermayenin gereksinimlerini açıkça
tartışan bir medya ve mülkiyet güvencesi, kapitalizmin neoliberal “biçimi” için
de gereklidir. Dikkat edilirse zaman zaman gündeme gelen askeri rejimler, bu
koşulları restore etmek üzere toplumsal muhalefeti ezene, kurumları yeniden
yapılandırana, ekonomiyi küresel kapitalizmin (emperyalizmin) gereksinimlerine uydurana
kadar kalmış ve ondan sonra kışlaya dönmüşlerdir.
Bu özelliklerin ortan kalktığı, hukukun ve ekonomik kararların tek
bir adamın iradesine bağı kaldığı, piyasada ayıklanmaların, artık-değerin paylaşımının, sermayelerin
göreli gücüne, kar oranları yasalarına göre değil de taraftarlık (akrabalık
vb...) ilkelerine göre yaşandığı, tüm eğitim sisteminin, ve toplumun günlük
yaşamının hatta siyasi söylemin hızla dincileştirildiği
bir ortamda, ekonomik “modelin” neden hala neoliberal (otoriter ya da değil)
olarak nitelenmesi germektedir? Böyle bir ısrar rejimin, toplumu sistemli bir
biçimde dincileştirme sürecini gizlemeye yardımcı olmaz mı
Şimdi iki not:
Beni kışkırtan, “güler yüzlü neo-liberalizm” arama iddiasına
gelmeden önce, yazının iki önemli zaafına değinmek gerekiyor.
1-Yazıda neo-liberalizm bir “birikim tarzı” olarak tanımlanıyor.
Ancak, yazı, “regülasyon okulu” olarak bilinen, geniş bir teorik alana işaret eden bu kavramı tanımlamaya
çalışmadan devam ediyor.
Aglietta (1978) ile başlayan, Boyer ile devam eden daha sonra birçok
yazarın katkılarıyla zenginleşen bu alanda, “birikim tarzı”, “birikim rejimi”, “düzenleme
sistemi” kavramları, kimi zaman tek tek,
kimi zaman da birlikte kullanılabiliyor.
Bu kavramlar farklı soyutlama düzeylerine aittirler. “Birikim
tarzı” artık değerin iki farklı (mutlak
artı diğer= yaygın sermaye birikim tarzı; rölatif
artık-değer= yoğun birikim tarzı) biçimine ilişkindir ve “üretim tarzıyla”
aynı soyutlama düzeyine aittir: Gerçek zaman ve mekan içinde değil teorik
olarak anlamlı bir kavramdır. “Rejim”, emek süreçlerine (labour process) bir
veya birden farklı birikim tarzının belli tarihsel zamanda ve mekanda var olma koşullarına
ilişkindir. “Düzenleme sistemleriyse” bu varoluşun istikrarını sağlayan, kar
oranları düşme eğiliminin karşıt eğilimlerini harekete geçiren, bir çok açıdan
dolaşım alanına ait, kurumsal (devlet) ve ideolojik (hegemonya söylemleri)
süreçlere ilişkindir.
Bu sınıflandırma ve tanımlamalar tartışılabilir ama “birikim tarzı”
kavramı bir kez kullanılınca, kavramın bu alandaki yerini de belirlemek gerekir.
“Birikim tarzı” kavramını tanımlamaya gerek görmeden, aslında dolaşım
alanına ait bir düzenleme sitemi (kriz içinde şekillenmesine bakarak, , “kriz
yönetim” sistemi de diyebiliriz) olarak değerlendirilmesi gereken neoliberalizmi
bir “birikim tarzı” olarak ve de teorik olarak gerekçelendirmeden tanımlamak, sorunlu
bir yaklaşımdır.
İkincisi, Ebubekir Aykut
ve Kansu Yıldırım, yazılarında neo-liberalizm bir birikim tarzı olarak
tanımlanmakla birlikte, kapitalizmin hangi başka (önceki ya da başka
mekanlardaki) birikim tarzlarından ne gibi farklar sergilediğine değinmiyorlar.
Yazıda “neo-liberalizm” adeta neredeyse tüm yerel özellikleri (
tarihsel-kültürel zemin, sınıf şekillenmeleri...) açıklamaktan kurtaran,
“gerçekte var olan neo-liberalizm” diye bir kavram üretiliyor. Bu da insanın
aklına ister istemez, bir zamanlar Doğu Almanya’daki garabeti (tarihsel zemin ve sınıf
şekillenmeleri göz ardı edilerek) meşrulaştırmak amacıyla üretilen “gerçekten
var olan sosyalizm” (teoriye uymuyor ama hala sosyalizm demek istiyoruz- yerse)
kavramını getiriyor. Böylece, yazarların neoliberalizmi, kapitalizmin her
türüne giydirilebilecek bir elbiseye, “her balığı yakalayabilecek” bir kepçeye
dönüşüyor.
2) AKP’de temsil edilen siyasal İslam’ın iktidarı, ülkenin kurumsal,
kültürel dokusunu en azından 12-13 yıldır sistematik olarak, dini ilkelere
dayanan gerekçelerle yeniden yapılandırıyor. Devlet de bu süreçte yeni bir
biçim aldı[].
Bu değişim, yalnızca tek adam yönetimi, güçler ayrılığının
tasfiyesi, meclisin işlevsizleştirilmesi, disiplin ve cezalandırma süreçlerinde
hukuk ve yasaların değil keyfi kararların rol oynamasıyla, mecliste muhalefet
partisinin “Hapishanelerde işkence yapılıyor mu?” sorusunun “kamu oyunu ilgilendirmez”
savıyla cevapsız bırakılmasıyla da sınırlı değildir.
Yeni devlet biçimi, yalnızca işçilere, muhaliflerine ağır bir
baskı uygulamakla, özel mülkiyet hakkını sürekli ihlal etmekle de kalmıyor,
aynı zamanda eğitim sistemindeki son derecede radikal dinci yeniden
yapılandırmaya yönelik “reformlarla” ülkenin kültürel yapısını değiştiriyor. Kapitalizmin
ne işine yarayacağı belirsiz, ama rejime sadık öznellikler üretmeyi hedeflerken,
ülkenin geleceğine de ipotek koyuyor.
Gelinen noktada, gittikçe yeğinliği artan eril şiddet, kız
çocuklarının bedenleri üzerinde tasarruf hakkı iddiaları, eğitim sisteminde,
okul öncesinde çocukları tarikatlara teslim eden, orta eğitimden başlayarak, “haremlik
selamlık” noktasına kadar ulaşabilen değişimler, kadın erkek ilişkilerine,
kadınların uzun tarihsel özgürlük
mücadelesine büyük bir darbe vuran gelişmeler, siyasi kültürel coğrafyayı hızla
değiştiriyor.
Sermaye birikim sürecini analiz etmeye niyetli bir yaklaşım, bu sürecin insan boyutuna ait bu gelişmeleri yok
sayarak ilerleyebilir mi? []
Bir kez daha vurgularsam: Tüm bunlar, ülkede üretilen artık
değerin, ekonomi dışı (siyasi ilişkiler, rüşvet, komisyon kayırma, hukuki
şantaj, açık baskı ve doğrudan el koyma gibi) sermaye ve piyasa ilişkilerinin
dışına kaçan yöntemlerle edinilerek belli dini çevre özellikleri sergileyen bir
grubun içinde dağıtılmasını sağlıyor [] . Bu grubun devleti
yöneten liderliği kapitalizm açısından yaşamsal bir öneme sahip olan
“mülkiyetin güvencesi” ilkesini de dikkate almıyor. Yukarda değindiğim, artık-değerin
bu dağıtımının dini bir söylemle, kültürle meşrulaştırması da ülkedeki ekonomik modeli tanımlarken mutlaka
göz önüne alınması gereken bir boyutun varlığına işaret ediyor.
Ne yazık ki Ebubekir Aykut
ve Kansu Yıldırım’ın yazısında, ekonomi adeta siyasetten ve kültürden
soyutlanmış bir alan olarak (aynı neoliberal düşünürlerin benimsediği yöntemle)
analiz ediliyor.
Yazarların “güler yüzlü neo-liberalizm” arayışı olarak suçladığı,
“Ahbap çavuş kapitalizmine” gelince, Bu kavram bir sermaye birikim tarzına, rejimine,
düzenleme sistemine gönderme yapmıyor. Bu kavram, belli bir sermaye birikim
rejimi (genelde bu rejim kriz içindedir) altında işleyen sermaye birikim
sürecine, ve düzenleme sitemine ekonomik (iş yeri ya da piyasa) ilişkileri dışından
yapışmış, toplumsal artık değerin önemli bir kesimini, komisyon rüşvet
ilişkileri üzerinden birikim süreci dışına çeken, üretken olmayan servete
dönüştürerek “istifleyen” bir bölüşüm daha doğrusu edinim ilişkisinin ve bunun üzerinde yaşayan asalak bir sosyal tabakanın varlığına işaret eder.
Ahbap-çavuş kapitalizmi kavramı, bu tabaka tasfiye edilirse (sermaye
birikim sürecinin verimliliği artabilir ama) emekçi sınıflar karşısında daha az
baskıcı, orta ve küçük sermaye karşısında daha az tekelci, gelir dağılımındaki
eşitsizliği azaltacak reformlara daha sempatik bir kapitalizm (neo-liberal ya
da değil) oluşacaktır anlamına gelmiyor. Buna karşılık, reimin siyasal İslam
bağlantısını ve bunun getirdiklerini yok sayan analizler, Saray rejiminin
tarihsel ve coğrafi özgünlüğünün, sınıf karakterinin kavranmasını, dolayısıyla
mücadele olanaklarının tartışılmasını zorlaştırır.