Beş yılı aşkın bir süre Avrupa Birliği Türkiye temsilcisi olarak çalışmış deneyimli (Türkiye’nin yakın zamana kadar demokratikleşmekte olduğunu düşündüğüne bakılırsa, T. S. Eliot’un “deneyimi yaşamış ama anlamınıkaçırmış” dediği türden) diplomat Marc Pierini, Carnegie için yazdığı son yorumda, “Ankara’nın iç ve dış politikasının arkasındaki stratejiyi anlamak hergün biraz daha zorlaşıyor” diyor.
Gerçekteyse, Ankara’nın politikalarının arkasındaki stratejiyi anlamak kolay. Esas anlaması zor olan, muhalefetin, özellikle de ana muhalefet partisinin izlediği politikaların arkasındaki strateji.
Yazının devamını okumak için tıklayınız
Thursday, August 31, 2017
Thursday, August 24, 2017
Trump’ı seyrederken...
Trump’ın, devlet başkanı olduktan sonra yaşadıklarını izlerken, Türkiye’de sağlı sollu liberallerin, siyasal İslamın yükselişini kolaylaştırırken ağızlarına doladıkları “seçilmişler ve atanmışlar” ikilemini anımsadım. Bunların kapitalist devletin liberal demokratik biçiminin işleyişini, liberal demokrasiyi anlamaktan uzak, popülist demagoglardan farksız olduklarını bir kez daha düşündüm.
Trump ve öteki hükümet
Donald Trump seçim kampanyası boyunca, sürekli sağ popülist (faşist) duyarlılıkları kaşıdı, “kurulu düzeni”, “Washington elitlerini” eleştirdi, Amerika’yı yeniden büyük yapmaya, ekonomik korumacılıkla yeni iş yaratmaya söz verdi. Trump büyük kana ve hazineye mal olan savaşlardan çıkacaktı; “ABD artık dünyanın polisi olamazdı”; “Önce Amerika” gelecekti.
Trump’ın seçilmesi şok yaratırken ben, Anayasa Profesörü Michael Glennon’ın Ulusal Güvenlik ve Çifte hükümet ve Andrew Kreig’in Başkanları oynatan kuklacılar başlıklı çalışmalarından da yararlanarak “ABD devletinin yapısını da göz önüne almak gerekir” diyordum.
Donald Trump seçim kampanyası boyunca, sürekli sağ popülist (faşist) duyarlılıkları kaşıdı, “kurulu düzeni”, “Washington elitlerini” eleştirdi, Amerika’yı yeniden büyük yapmaya, ekonomik korumacılıkla yeni iş yaratmaya söz verdi. Trump büyük kana ve hazineye mal olan savaşlardan çıkacaktı; “ABD artık dünyanın polisi olamazdı”; “Önce Amerika” gelecekti.
Trump’ın seçilmesi şok yaratırken ben, Anayasa Profesörü Michael Glennon’ın Ulusal Güvenlik ve Çifte hükümet ve Andrew Kreig’in Başkanları oynatan kuklacılar başlıklı çalışmalarından da yararlanarak “ABD devletinin yapısını da göz önüne almak gerekir” diyordum.
(...)
Thursday, August 10, 2017
Bir tartışmanın özü…
“Evrim teorisi” doğru mudur yoksa “herhangi bir akıl yürütme biçimi midir?” “Müftülüklere nikâh yetkisi dini yaşam tarzını dayatmakla ilgili midir?” soruları aslında “en eski ayrışmayı”, günümüzde de özgürlük mücadelesinde yapılan tercihleri yansıtıyor.
‘Bir’ midir, ‘çok’ mudur?
Varlık “bir” midir yoksa “çok” mudur? Bu ayrışmanın ilk sistemli biçimini Platon ile Aristoteles’in varlığa ilişkin savlarında bulabiliyoruz. Platon’un ünlü “formlar” teorisine göre, insanın yaşam alanındaki şeyler aslında insanın deneyiminin dışında kalan mükemmel formların, eksik yansımaları, adeta “gölgeleri” (mağara allegorisi) “kopyalarıdır” (şaire ilişkin eleştirileri). Bu idealist bir düşüncedir ama bizi hemen, varlığın bir çokluk (ne kadar “şey” varsa o kadar form) olduğu düşüncesine götürür. Aristoteles için ise varlık, töz düzeyinde, “ilk neden”, “hareket etmeyen (değişmeyen) hareket ettirici (değiştirici)”, tanrı olarak “bir”dir.
Bu ayrışmayı fizik alanındaki (moleküller, atom altı parçacıklar, kuantum parçacıkları ve sicim teorisi gibi) gelişmeler üzerinden yenilersek.
Varlık “bir” midir yoksa “çok” mudur? Bu ayrışmanın ilk sistemli biçimini Platon ile Aristoteles’in varlığa ilişkin savlarında bulabiliyoruz. Platon’un ünlü “formlar” teorisine göre, insanın yaşam alanındaki şeyler aslında insanın deneyiminin dışında kalan mükemmel formların, eksik yansımaları, adeta “gölgeleri” (mağara allegorisi) “kopyalarıdır” (şaire ilişkin eleştirileri). Bu idealist bir düşüncedir ama bizi hemen, varlığın bir çokluk (ne kadar “şey” varsa o kadar form) olduğu düşüncesine götürür. Aristoteles için ise varlık, töz düzeyinde, “ilk neden”, “hareket etmeyen (değişmeyen) hareket ettirici (değiştirici)”, tanrı olarak “bir”dir.
Bu ayrışmayı fizik alanındaki (moleküller, atom altı parçacıklar, kuantum parçacıkları ve sicim teorisi gibi) gelişmeler üzerinden yenilersek.
(...)
Monday, August 07, 2017
Kapitalist devlet üzerine kısa notlar
(12 Ocak 2012)
I
Çok uzun bir
aradan sonra, Türkiye komünist hareketi yeniden devlet ve rejim konularını
tartışıyor. Aydemir Güler’in Komünist’in 6 Aralık sayısında
yayımlanan “İkinci Cumhuriyet’e Geçiş: Öznel bir saptama mı?” başlıklı yazısı
bu alanda önemli bir katkı oluşturuyor. Bu gerçekten sevindirici.
“Devlet” kavramı
etrafındaki teorik tartışmaların ortadan çekilmiş olması, AKP’nin yükseliş
sürecinde içine düşülen vahim hataların, boş beklentilerin oluşmasında, önemli
bir role sahip.
Örneğin, kimi
“solcular”, modern komünizmin tarihinin devlet üzerine zengin teorik birikiminden
yararlanmak yerine, kültür endüstrisinde üretilen kanaatlerle hareket etmeyi
seçmeselerdi, AKP Hükümeti’nden, (devlet olarak nitelenen “şey”in özelliklerini
düşünmeye zahmet etmeden) haklar ve özgürlüklerin geliştirilmesi anlamında bir
“demokratikleşme”, “Kürt sorunu” konusunda bir “çözüm” beklemez, “Evet ama
yetmez” saçmalığıyla ortalığa atlamaz, bu beklentilerle bizzat AKP hükümetinin,
onu taşıyan siyasi hareketin yükselmesine katkıda bulunan “yararlı salaklar”
konumuna düşmezlerdi.
Bu tür
saçmalıkların yeniden sol içinde ortay çıkmasını engellemek, daha çıkarken
tanıyarak, yerli yerine (kapitalist sınıfın yanına) koyabilmek için devlet
kavramıyla ilgili teorik tartışmaları canlandırmak ve hızlandırmak gerekiyor.
II
Genel olarak
kapitalist devletin özellikleri, Marksist devlet teorisi, özel olarak da
Türkiye’deki devletin “Tipi”, “Biçimi”, “Rejimin niteliği”, Türkiye komünist
hareketinin (tüm akımlarıyla birlikte) en kitlesel, en umutlu, en örgütlü,
yaygın ilişkilere ve toplumda en geniş etkiye sahip olduğu 1970’lerde, en çok
tartışılan, üzerinde en çok deneme yazılan alanlardan biriydi.
Dahası bu
tartışmalar, komünist hareketin kadrolarının teorik merakından, salt Marksizm’i
geliştirme kaygılarından kaynaklanmıyordu. Bu hareket, neredeyse bütünüyle,
siyasi (iktidara talip olma anlamında) faaliyetini inşa ederken, devlet üzerine
yaptığı saptamalardan çok büyük ölçüde yararlanıyor, hatta, bu faaliyetinin en
önemli özelliklerini, hedefini, bu saptamalardan çıkarsıyordu. Bu öyle ciddi,
önemli, kararlı bir ilgiydi ki, “devlet”in niteliğiyle ilgili olarak geliştirilen, “oligarşik diktatörlük”,
“tırmanan faşizm”, “açık/gizli faşizm”, “faşist diktatörlük, “siyasi gericilik”
türünden çeşitli analizlerden hareketle ulaşılan kimi siyasi sonuçlar kimi
zaman trajik durumlara yol açabiliyordu.
O zaman komünist
hareketin hemen tüm akımları, devletin doğasını esas olarak kavramış, eski bir deyişle
devletle, iktidarla, gerçekten karşı
karşıya gelindiğinde, “ya devlet başa ya kuzgun leşe” uyarısındaki ikilemle de
karşı karşıya kalınacağı gerçeğini daha baştan kabul etmişlerdi. Bu konuda ne
kadar haklı ve gerçekçi olduklarını, 12 Mart Darbesi’nde, “1977 1 Mayısı”nda,
sonra Maraş katliamında, nihayet 12 Eylül askeri darbesinde gördüler. Tüm
bunlara karşın “devlet” tartışması 1980’lerde giderek devreden çıktı ve yerini,
son derecede yüzeysel bir “post modern” sivil toplum- devlet ikilemi, salt kaba kanaatlerden kaynaklanan demokratikleşme
umudu aldı. Liberal demokrasinin tarihiyle, demokrasiyle diktatörlük arasındaki
akrabalıkla çok az kimse ilgileniyordu, devletler arası ilişkiler alanında,
emperyalizm kavramı ortadan kaybolmuş, demokrasi ve devlet kavramları sorgulandığında
imkansızlığı hemen kendini göstermeye başlayan bir “Demokratik devletler
birbiriyle savaşmaz” savına dayanan bir fantezi dünyasında yaşamaya
başlamıştık.
Geride
bıraktığımız 10 yıl içinde, yaşamın pratiği bu teori taklidi yapan fantezinin
mistiğini ortadan kaldırdı, onu tüm çıplaklığıyla “bir fantezi olarak” gözler
önüne serdi. Mali krizle birlikte “sağ” devletin önemini yeniden keşfeder (var
olan biçimler artık istenen sonuçları vermediğinden) liberal demokrasiye
alternatifler arar, aslında çoktan şekillenmeye başlamış biçimlerin teorisini
yapmaya, geliştirmeye çalışırken,
komünistlerin de devlet konusuna, 1970’lerdeki ciddiyetle dönmeye başlaması
giderek büyük bir önem kazanıyor.
Aydemir Güler’in
yazısı işte bu açıdan bence önemli; üzerinde durmak, Aydemir’e yaklaşımını daha
da geliştirmesine olanak verecek soruları sormak, eleştirileri yöneltmek, bu
sırada paralel ya da varsa karşıt çalışmaları da hızlandırmak gerekiyor.
III
Aydemir Güler’in
“Birinci Cumhuriyetin yıkılışı, ve İkinci
Cumhuriyetin kuruluşu” değerlendirmesiyle gündeme getirdiği, devlete
ilişkin önemli bir “değişikliğe” işaret eden saptamasına katılıyorum. Bence
Aydemir’in bir önceki Cumhuriyete geri dönmenin olanaksızlığına, bunu ayakta
tutan sınıfların ve sınıflar koalisyonunun (iktidar bloku?) dağılmış olmasına
yaptığı vurgu da çok yerinde. Aydemir
“Birinci ile İkinci Cumhuriyet arasındaki farkın en önemli boyutu, komünist
hareketin strateji güncellemelerinde ve somut açılımlarında ortaya konabilir”
derken de devlet tartışmalarının en önemli özelliğine “radikal siyasi çekirdeğine”
işaret etmiş oluyor. Tüm bu
saptamalarımdan sonra ben de “tartışma sürmelidir” çağrısına katılıyor, bu
anlamda “etik bir sorumluluk” olarak cevap vermek (diyaloga girmek anlamında)
gerektiğini düşünüyorum.
IV
Bu çağrıya cevap
verirken, kendime “nereden başlamalı” diye sorunca “başından başlamalı” diye
düşündüm. Şöyle: Önce genel olarak Kapitalist devlet üzerine, Komünist/Anarşist
hareketin geleneği, “eleştirel teori” denen daha geniş bir alanın ürünleri
içinden kazandığımı düşündüğüm saptamalarımı aktaracağım. Aşağıda,
özetleyeceğim yaklaşımı ve değerlendirmeyi kolaylaştırmak için, alıntı yapmak
yerine, bana kritik noktalarda esin kaynağı olan kimi yazarların adlarını anmak
istiyorum.
Benim açımdan, devlet
üzerine düşünme sürecimin başlangıcında, Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Marx’ın Kapital, Cilt III’de XLVII. bölüm, II.
Alt bölümdeki “egemenliğin ve
bağımlılığın dolayısıyla devletin özgün biçimi” üzerine olan paragraf,
Lenin’in Devlet ve Devrim, (ama benim için) daha da önemli olan Devlet Defteri (Mavi defter)
oluşturuyor. Ondan sonra Antonio Gramsci, 1970’lerde devlet tartışmalarının en
canlı döneminde, kapitalist devlet tipini, sermaye ilişkisinden türetmeyi
deneyen “Alman Okulu” nun katkıları, tabii Poulantzas geliyor.
Bundan sonra
benim de konuyla ilgili okumalarımda
(SSCB’de ki devlet tipi üzerine tartışmalar bir yana) 1990’ların sonuna kadar
uzanan bir boşluk oluştu, ta David Harvey’in Kapitalist üretim tarzı altında
mekanın üretimi üzerine yazdıklarını, özellikle 1985 tarihli “Kapitalizmin
jeopolitiği” makalesini okuyana kadar. O makaleyi okuyunca, sermaye birikim rejimleri, düzenleme sistemleri
üzerine Fransız “Düzenleme okulu”ndan öğrendiklerim, Foucault’un, iktidarla
ilgili, nüfus kontrolü, disiplin ve cezalandırma üzerine tarihsel gözlemleri,
“hakikat rejimi” gibi kavramları yeniden anlam kazanarak bir araya gelmeye
başladı. Deleuze ve Guattari’nin, “kapitalist makine”, Lacan’ın “Reel”
kavramları da devleti düşünme çabalarıma yardımcı oldu, olmaya da devam
ediyorlar.
Bu teorik
haritayı daha fazla uzatmadan, belki son olarak Bob Jessop’un çalışmalarını da
andıktan sonra devleti düşünme modelimi kısaca özetlemeye geçebilirim.
V
Hemen vurgulamak
isterim ki ben kapitalist devleti ne bir araç
ne de bir kurum olarak düşünmekten
yana değilim. “Araç” bir pasiflik,
eline geçirenin istediği gibi kullanabileceği bir nötrlük ima ediyor. “Kurum” ise başı sonu, sınırları belli, saptanmış bir yapıntıya
işaret ediyor. Ben devleti özellikle, belli sınıfsal nitelikleri olan siyasi güç odakları, daha doğrusu, sınıf
iktidarının kristalleştiği düğüm
noktaları arasında oluşmuş bir örüntü
(network) olarak düşünmekten yanayım: Bu bağlamda, devlet deyince aklımda,
sürekli hareket halinde, adeta macun gibi belli bir plastikliğe sahip, sınıf mücadelesinin
basıncı altında, sınırları daralan genişleyen ama her zaman sınırlarında bir
belirsizliği koruyan, girdilerle beslenen çıktılar üreten bir “organizma”
şekilleniyor.
Daha açılmış
haliyle şöyle özetlemeyi deneyebilirim: Ben Kapitalist toplumda devletin,
sermayenin mekan ve zamanda hareketini, zamanı ve mekanı düzenleme süreçlerini
kolaylaştıran, kar oranları karşıt eğilimlerinin hareketini düzenleyen
(düzenlemeye çabalayan), ekonomik kriz sırasında bu yönde gereken mali, kurumsal
değişiklikleri gündeme getiren, emek denetim sistemlerini, biopolitiği pratikte
uygulayan, uygulanmasına bekçilik eden, ideolojik aygıtları yaratan, olanları
yaşatan, ya da imha eden, sermayenin yeniden üretim sürecine uygun öznellikleri
oluşturan kültürel süreçlerin gelişmesini teşvik eden, destekleyen, bir organik ilişkiler ağı, bir “organizma” olarak düşünülmesinden
yanayım.
Bu bağlamda,
devletin politikalarıyla, reflekslerini,
(a) bu organizmanın kendi ideolojik/kültürel
yapılanmasının, personel kaynağının
sınıfsal özelliklerinin, yönetim
teknolojisinin, güç noktalarını birbirine bağlayan ağın fiziksel özelliklerinin oluşturduğu iç yapılanması, diğer bir
deyişle, onu toplumun geri kalanından ayrı bir organizma olarak tanımlamamıza
izin veren belirleyici karakteri olduğu kadar, (b) bu organizmanın yaşaması için gerekli
girdilerin özellikleri de belirleyecektir.
Bu girdileri,
esas olarak, ideoloji/ kültür, personel, mali kaynaklar, yönetim ve iletişim
bilgi işlem, disiplin, cezalandırma ve kontrol teknolojileri oluşturur. Bu girdiler
devletin organizması içinde metabolize edilerek (işlenir-tüketilir)siyasi karar
ve reflekslere dönüşür.
Girdiler - organizma (metabolize etme
süreci) - siyasi çıktılar, bir
sınıflar matrisinden, başka devletlerden, dolayısıyla bir egemenlik bağımlılık
ilişkileri zincirinden oluşan bir “ekosistem”de
gerçekleşir. Bu ekosistem bu girdilerin özelliklerini, organizmanın
metabolize etme hızını, girdilerin tedarikinin, çıktıların üretiminin, toplumda
işleme süreçlerinin kalıcı olup olmayacağını belirler. Buna karşılık, bu
organizmanın refleksleri, genişleme daralma halleri, çıktıları bu ekosistemi
sürekli değişmeye, yeniden şekillenmeye zorlar.
VI
Son olarak
devletin “varoluş” koşulları üzerine düşünür ve çalışırken ulaştığım kimi sonuçları
paylaşmak istiyorum. Bu bölüme, “Devlet nedir?” gibi ilk anda çok garip gelen bir soruya ilişkin bir anekdotla
başlayacağım. Birkaç yıl önceydi ODTÜ’de bir uluslararası sempozyumdan sonra,
misafirlerden bir kısmıyla, daha dar bir
toplantı, fikir alış verişi yapmak için bir araya geldik, Alex Callinicos, Kees
Van der Pjil, Galip Yalman bir kaç başka akademisyenin yanı sıra bir grup
doktora öğrencisi de vardı. Emperyalizm,
kriz, küreselleşme derken konu devlet kavramına doğru geldi, ben yıllardır beni
rahatsız eden bir soruyu ortaya attım: Devlet
nedir? Ne zaman devlete baksam ancak bir parçasını görüyorum. Tamamını
neden göremiyorum? Tamam, polis devlettir, ama devlet polis değildir. Asker
devlettir, mahkeme devlettir ama devlet ne mahkeme ne askerdir gibi... Bu
bağlamda tamamını bir türlü görmediğim, deney alanım içine alamadığım, ama her
zaman karşımda duran “şey” nedir? Bu
soruyla, tam bir cevap bulamadan bir süre oyalandık. Son anda Kees, bana göre
çok anlamlı, kafamı açan bir ifade kullandı. Kant’ın III. Kritik’te
geliştirdiği “yüce” (sublime) kavramına atıfla, “state is a sublime object” (devlet
yüce bir nesnedir) dedi.
Gerçekten de,
devletin parçalarını kavrarız, bunların bir bütünselliğe ait oluğunu hayal
ederiz, hissederiz, ama bütününü “kavrayamayız”. Bu da bizde devlete karşı
korku, saygı, huşu, şaşkınlık, hayranlık gibi özel bir grup duyguyu, onu ve
politikalarını kabullenme eğilimini oluşturur.
Gerçekten de
devlet yukarıda değindiğim parçalar değildir ama bu parçalar devlettir. Bence devlet
bu parçaların birlikte bir “bütün” oluşturmasına olanak verdiği varsayılan örüntü (ilişkiler ağı) var
olduğu müddetçe, hatta o örüntü olarak var olur.
Bu varsayım
(toplumun devleti algılayışı) zayıflamaya başladığında örüntü zayıflamaya
başlar, devlet krizi ortaya çıkar. Bu varsayım kaybolmaya başladığında da
örüntü çözülmeye, devrim olmaya başlar. Bu varsayım sınıflar mücadelesinin
basıncıyla, ya da bir dış travmayla(işgal gibi) tümüyle dağılabilir.
Devlet bu
parçaların arasındaki örüntünün var ettiği bir şeyse, buradan, varlık, varoluş ve görüntü kategorilerinden
hareketle düşünmeye devam edebiliriz.
Bu noktada
Platon’un “mağara” metaforunun materyalist
bir okuması bize yardımcı olabilir. Bu “metaforda” üç unsur ve düzey var, biri
mağaranın dışında var olan ve içindekilerce bilgisine doğrudan ulaşılamayan “şey” (Formlar). İkincisi, içerde
mağaranın duvarına yansıyan, içerdekilerin yaşam dünyasına, deney alanına giren
gölgeler. Üçüncüsü, bu
gölgelerin, içerdekilerin bu gölgeleri kavramasına olanak veren görüntüleri (şekilleri).
Devleti
oluşturan, tüm parçaları birleştiren örüntüyü,
mağaranın dışındaki (bütünlüklü olarak kavranamayan şey) “varlık” kavramıyla betimler, mağaranın dışındakini, devletin
tümüyle var olma halini, ontolojik
düzey olarak kabul edebiliriz.
Devletin bu
varlığının, günlük yaşamımıza, burada, şimdi (zaman ve mekan içinde),deney
alanımıza giren parçalarını (mağaranın duvarındaki gölgeler) “varlığın”
(ontolojik düzeyde devletin), “yaşam dünyamızdaki hali” varoluşu (existence) olarak düşünebiliriz. Son olarak, bu
“varoluşun” bizim tarafımızdan algılanan halini ifade etmek için de görüntü kavramından yaralanabiliriz.
“Varoluş” durumunda
bu varoluşun içeriğindeki bileşenlerin arasındaki göreli ilişkilerin denklemi bize,
bir görüntü verecek, bu unsurların
arasındaki ilişkiler değişince, “varoluş”un içeriği aynı kalmakla birlikte bu
görüntü değişecektir.
Bu felsefi modeli
devlete uygularsak, Marx’ın Kapital Cilt III’de
vurguladığı “egemenliğin ve bağımlılığın... özgün biçimi” saptamasını,
devletin varlık, ontolojik düzeyine ilişkin bir tanımlama olarak düşünebiliriz.
Bunun “varoluş” haline gelince, kapitalist devletin, monarşist, “demokratik”,
Faşist, oligarşik gibi biçimlerini konuşabiliriz. Bu “varoluş”u oluşturan
bileşenlerin arasındaki düzen (birbirileri karşısındaki ve bütün içindeki
göreli “varlık yoğunluklarını”, etki güçlerini ifade eden denklem) değiştikçe,
devletin biçimi sabit kalmak
koşuluyla “rejimi”, bu biçimin bize kendini gösteriş, bizi etkileyiş hali
değişmeye başlayacaktır...
Buna karşılık
devletin biçimindeki değişiklik,
“egemenliğin ve bağımlılığın özgün biçimi”, varlığının tanımlayıcı
ilişkisi, sabit kalmakla birlikte, devleti oluşturan ilişkiler ağına, örüntünün
içine giren unsurların, kapsanan iktidar
noktalarının değişmesinin, var oluş düzeyinde yaratacağı sonuçlara ilişkin
olmalıdır.
Özetle, devleti
düşünürken, farklı soyutlama düzeylerini (varlık, varoluş- görüntü /kapitalist
devlet, farklı biçimler ve rejimler gibi) göz önüne alarak düşünmek
gerekecektir.
VII
Bu düşünceler
üzerinden devam edersem, I. Cumhuriyetten, II. Cumhuriyete geçişin, hangi anlamda
bir değişikliğe karşılık olduğu sorusu kaçınılmaz olarak gündeme geliyor.
Devletin kapitalist devlet olmaya devam ettiği konusunda bir kuşkumuz sanırım
olamaz. Geriye, bir biçimden öbürüne geçiş mi, yoksa biçim (varoluş
özellikleri) aynı kalmak koşuluyla, görüntüde yaşanan (rejime ilişkin) bir
değişiklik midir söz konusu olan?
Aydemir Güler’in
çözümlemeleri bana, eğer doğru okuyabildiysem, salt bir rejim değişikliğinden öte bir durumla
karşı karşıya olduğumuzu düşündürtüyor. Bu konuda Aydemir’e katılıyorum. Ama bu
“öte”nin de derinleştirilmesi, tanımlanması, sonunda devlet biçimine (kapitalist sınıf iktidarının, yaşam dünyamızdaki
özeliklerine) ilişkin bir yargıya dönüşmesi gerektiğini de düşünüyorum.
Dağılmanın öbür yüzü: Yok olma korkusu
Son yazılarımda irdelediğim “dağılma” süreci kültürel düzeyde kendini gittikçe artan bir yok olma korkusu olarak gösteriyor. Bu korku bugün var olan gerçeklik içinde aşılması olanaksız görünen ekolojik, ekonomik, siyasi, teknolojik risklerden kaynaklanıyor.
Yok olmanın ekonomi politiği
Kapitalist üretim tarzının egemenliğinin küreselleşmeye başladığı, 19 yüzyıldan bu yana atmosferdeki karbondioksit oranları artıyor. Artışlar, 1980’lerden bu yana, kapitalizmin krizi içinde tüketimin hızlandırılmasına, kitlesel ulaşımın ucuzlamasına bağlı olarak grafiklerin dışına taşan bir hıza ulaştı.
(...)
Yazının devamını okumak için tıklayınız
Yok olmanın ekonomi politiği
Kapitalist üretim tarzının egemenliğinin küreselleşmeye başladığı, 19 yüzyıldan bu yana atmosferdeki karbondioksit oranları artıyor. Artışlar, 1980’lerden bu yana, kapitalizmin krizi içinde tüketimin hızlandırılmasına, kitlesel ulaşımın ucuzlamasına bağlı olarak grafiklerin dışına taşan bir hıza ulaştı.
(...)
Yazının devamını okumak için tıklayınız
DEVLET TARTIŞMALARI ÜZERİNE
Devlet tartışmalarına katkı –I
Yasin Kaya, Ferda
Koç ve Aydemir Güler gibi değerli dostların, devlet tartışmalarında, benim
katkılarıma verdikleri tepkilere çok teşekkür ettiğimi belirterek başlamak
istiyorum ([1]. Bu
teşekkürü salt dostluğumuzu, aynı saflarda yer tuttuğumuzu vurgulamak için
yapmadığımı söylemek isterim. Tabii ki
bu da bir etken ama, esas neden, dostların zaman ayırarak yaptıkları
eleştiri ve uyarılardan, zaten bekliyor olduğumdan çok daha fazla yararlanmış
olduğum içindir.
Bu katkılardan iki
açıdan yararlandım. Birincisi, benim de üzerinde düşünmeye, savunmaya devam
etmekle birlikte zaaflarının da ayırdında olduğum noktaları yakalayarak,
öncelikle yoğunlaşılması gereken noktalar konusunda karar vermemi
kolaylaştırdılar. İkincisi, bu katkılar, daha önce önemlerinin tam olarak
ayırdında olmadığım sorunları, akıl yürütmemdeki zaafları, alet çantamdaki
eksikleri görmemi kolaylaştırdılar.
Umarım, bu
katkılardan yararlanmış olma durumunun ürünlerini aşağıdaki yazıda sunmayı
başarabilirim. Bu yazıda, öncelikle Yasin Kaya ve Ferda Koç’un uyarı, eleştiri
ve saptamaları üzerinde duracağım. Bu yazının gelecek hafta “sol.org” sitesinde
yayımlamayı planladığım ikinci kısmında da sevgili Aydemir’in yazısıyla “konuşmayı”
deneyeceğim
-I-
Yasin Kaya’nın “Devlet üzerine: Ergin Yıldızoğlu'nun açtığı
tartışmaya bir katkı denemesi ( sendika.org; 04 Şubat 2012) başlıklı
yazısından başlarsam...
Yasin’in, Devleti
kaynağı kendinde bir rasyonalite ve eylem gücü barındıran bir “fail” olarak
(antropomorfizm) görülmemesi gerektiğine ilişkin saptaması gerçekten de çok yerinde
bir uyarı. Bu “antropomorfizm” yalnızca devleti üren toplumsal ilişkilerin
görülmesini zorlaştırmakla kalmıyor, devletin belli iktidar (karar alma)
noktalarındaki insanların sorumluluklarını da saklamalarına yardım ediyor. Bu
bağlamda aklıma, Büyük Marmara Depremi’den sonra toplum içinde siyasilere yönelik eleştiriler
yükselirken, Demirel’in “aman devleti
yıpratmayalım” uyarısı geliyor. O zaman Cumhuriyet’te, “Bu hasarın bu kadar
büyük olmasına yol açan kararları kim aldı?” diye sormuştum. Bunları alan hükümetleri, bakanları biliyorduk.
Devleti korumaya çalışır görünenlerin aslında kendilerini korumaya çalışıyorlardı.
Ancak devletin
gerek bir organizma, gerekse de iktidar noktalarını birleştiren bir ağ olarak,
“yapısal bir belirlenme altında” yaşadığına ilişkin uyarıları da göz önüne
almak gerektiğini düşünüyorum.
Kapitalist
toplumda devlet yalnızca kapitalist ilişkileri yeniden üretir,
Çünkü devlet bu ilişkilerin (isterseniz “siyasi alanda” notunu da ekleyebilirsiniz)
bir “fenomenal formudur”.
Bu nedenle
kapitalist devletin biçimini, rejimini, halkçı, emekten yana reformlar yoluyla
değişmeye zorlamanın, bir mutlak, “varlığa” ilişkin, sınırı vardır. Bu sınırı
da emek sermaye ilişkisinin yeniden üretim koşulları koyar. Reformların devam
edebilmesi için bu çelişkinin çözülerek sınırın kaldırılması gerekir. Bu
anlayışı, Lenin’in “İki taktik”
kitabında değindiği “sürekli devrim” kavramında, “Nisan Tezleri”nde, Troçki’nin
“geçiş programı” kavramsallaştırılmasında,
son bir örnek olarak Küba Devrimi sürecine bakınca da, Castro ve arkadaşlarının, bu sınırla karşı karşıya
kalınca daha önce önlerine koymadıkları adımları atmaya başlamak zorunda
kalmalarında görebiliriz.
Yasin’in
“Devletin varlığı değişmez mi?” başlıklı bölümünde gündeme getirdiği kaygılar
uyarılar da bence devleti düşünmeye yardımcı olacak yöndeydi. Örneğin, benim
Platon/Eflatun’un materyalist bir okunmasından türetmeye çalıştığım
kavramsallaştırmaya ilişkin uyarısı çok yerindeydi:
Yasin “bu üç soyutlama düzeyi arasında geçişler
yaparken mekanik çıkarımlardan kaçınmamız gerekiyor. Yüksek soyutlama düzeyinde
kavradığımız devletin varlığından,
ampirik inceleme yapmaksızın, mantıki çıkarımlarla devletin varoluşuna ve buradan da
görüntüsüne ulaşamayız” diyor. Ben “varlık-varoluş- görüntü” kavramlarını
düşünme araçları (felsefi bağlamda) olarak kullanıyorum, bir modelin içindeki
birinden diğerine geçilen düzeyler olarak değil.
Şöyle
örnekleyebilirim sanıyorum: Günlük yaşamda polisin işçilere halka karşı
davranışında bir sertleşme, devletin bazı kesimlerinde keyfi, yasaları yok
saymaya başlayan gelişmeler, ekonomi alanında, seçimden önce verilen sözlerin,
seçimden sonra, bir IMF toplantısının ardından unutulması vb., gibi zamanda ve
mekanda sabitleyebileceğimiz olguları soruşturmaya başlayınca, bu görüntülerden
hareketle, yaşananları tanımlamaya “teorize” etmeye çabalarken “varoluş” özelliklerine
ulaşmaya başlıyoruz. Bu noktada, düşünmeye devam edebilmek için “rejim” ve “devlet
biçimi” kavramlarından yararlanabileceğimizi görebiliyoruz. Bu noktada
karşımızda beliren olgularda ve ulaştığımız sonuçlarda bir sınıfsal ilişkinin “semptomları”
olabileceğini düşündüren bir sapma (bias- “nalıncı keseri”) saptamaya
başlıyoruz. Devletin tüm siyasi, ideolojik kültürel çıktıları, devleti topluma
sunan söylem hep bu “sınıfsal ilişkiyi” saklama yönünde etki yapıyor. Bunu
görmeye başladığımızda, Jacques Lacan’ın “Reel” olarak betimlediği şeyle,
devletin “Reel”i ile karşı karşıya kaldığımızın da ayırdına varıyoruz. Bu “Reel”in,
tanımı gereği kendini doğrudan değil de yarattığı etkilerde belli ettiğini
düşünerek, “bu devleti, zaman ve mekana
ilişkin tüm özelliklerinden (Reel’in semptomlarından) soyutlarsak geride ne
kalır?” sorusunu soruyoruz.
Bu soruya cevap
olarak da, karşımıza, Marx’ın Kapital III. Cilt’den aktardığım, doğrudan
üreticilerle üretim araçlarının sahiplerinin arasındaki ilişkiye, karşılığı ödenmemiş
artık emeğin doğrudan üreticilerden
alınış biçimine ilişkin saptamaları çıkıyor. Bu ilişkinin hem devletin varlığını
düşünmeye ve hem de bu bağlamda farklı devletleri düşünmeye yardımcı olduğunu
görüyoruz.
Devletin “varlığı”nın
bu bağlamda bizi iki mutlak sınırla karşı karşıta bıraktığını söyleyebiliriz.
Birine yukarda değindim, reformlar süreci gelir, emek sermaye çelişkisine
dayanır. İkincisi devletten kurtulmak için, Marx’ın vurguladığı ilişkiden
kurtulmak gerekir; Ergo, devletten söz ettiğimiz sürece bu ilişkinin bir biçimde
devam etmekte olduğunu da kabul etmiş oluruz.
Sonuç olarak
“devletin varlığı değişmez mi?” sorusuna evet değişir diyerek cevap
verebiliriz. Ancak Yasin’in önemli bir saptamasını daha göz ününe almamız
gerekiyor. Yasin şöyle bir soruyla bu saptamayı gündeme getiriyor:
“Birincisi, Türkiye’de devlet yani siyasi iktidar
ile sömürü ilişkisi formel olarak
ayrışmış mıdır? Yoksa bu formel ayrışma erken kapitalistleşen toplumların
özelliği midir? Geç kapitalistleşen ve bağımlı formasyonlarda böyle bir ayrışma
gerçekleşmez mi (ya da farklı bir şekilde mi gerçekleşir?) İkincisi, Türkiye’de
kapitalist devletin kapitalist ilişkilerin yeniden üretimindeki rolü ne
olmuştur bu rol nasıl dönüşmektedir? AKP döneminde özgür emek ilişkisinin
üretiminin devletle ilişkisi nasıl değişmiş, devlet nasıl kapitalistleşmiştir?”
Bu, devlet
teorisinde çok önemli bir konuya işaret ediyor. Lenin bu konuya, el yordamıyla
“yarı sömürge” kavramıyla yaklaşmaya başlıyordu. Devam etmedi. Mahir,
karşımızda merkez ülkelerdekinden farklı bir devlet olduğunu düşünerek konuya
emperyalizmin “içsel olgu” olması, “sömürge tipi faşizm”, “oligarşik devlet”
kavramlarıyla yaklaştı ve önemli adımlar attı. Ferda Koç da aşağıda değineceğim
yazısında bu konuya dikkat çekiyor. Bu saptamalara, henüz bu konuda yeterince
çalışma yapılmamış olduğunu not ederek, şimdilik kaydıyla katılıyorum. Kees van der Pijl’in New Left Review dergisinin
Temmuz/Ağustos 2011 sayısında yayımlanan “Arab Revolt and Nation-State Crisis”
denemesinde geliştirilen “post colonial-state” kavramının da “araççı” bir renk
içermekle birlikte çok yararlı olduğunu düşünüyorum.
Pijl bu
“post-colonial” devlete ilişkin, emperyalist denetimin vites kutusu olarak
tanımladığı bir sürece dikkat çekiyor. Bu vites kutusunda, sınırlanmış bir
demokrasiden açık diktatörlüğe kadar değişen çeşitli “dişliler” var.
Bu “post-colonial”
devletin işlevi, toplumu ve ekonomiyi emperyalizme açık tutmak, devlet
dışındaki halk sınıflarının taleplerini sınırlamaktır. Emperyalizm bu vites
kutusuyla, devletin/rejimin biçimini (?) bir ucunda demokratik özellikler öbür
ucunda açık diktatörlük olan bir aralıkta sürekli değiştirerek bu işlevi
sürekli kılmaya çalışıyor. Bence düşünmeye yardımcı olan bir yaklaşım ama
yeterli değil.
Yasin’in “analizimizi formalizme düşürmeyip, faşist
devlet biçimini Weberyan bir ideal tip olarak görmemek. Faşizmi, kapitalizmin
tarihsel gelişimindeki bir dönem olarak görmemiz, faşizmin kapitalizmin
tarihselliğindeki özel yerini ufkumuzda tutmamız, yirminci yüzyıl başı
kapitalizmi ile yirmi birinci yüzyıl başı kapitalizminin arasındaki farklılıkları
gözden kaçırmamamız gerekiyor.” Uyarısı da önemli.
Ancak buradan
ileriye doğru adım atacaksak, şu sorular bizden cevap bekliyor diye
düşünüyorum. Faşist devlet, “Nasyonal Sosyalist” devlet bir daha
tekrarlanmayacak biçimler midir? Yoksa bu devletlerin evrensel özellikleri var
mıdır? Bu evrensel özelliklerin hangilerini birlikte (bu “birliktelikte”
işleyiş de tanımlanmak koşuluyla) varlığı bir başka zamanda bir başka devletin
“faşist” olarak nitelenmesine izin verecektir. Yoksa, belki de Foti Benlisoy’un
yazısında kullandığı gibi “Faşizm” artık
yalnızca bir rejim sorunu mudur?
Ben kendi
hesabıma, tartışmaya, değiştirmeye açık olduğumu da vurgulayarak, “evrensel
özelliklerin” (neler olduğunu bir başka yazıda tartışmak üzere)var olduğunu
düşünüyorum. Bu özelliklerin devletin içindeki varlığının, Bob Jessop’un bir kavramını
alırsak, “ekolojik egemenlik” (Ekolojik olarak egemen olanın kendini yeniden
üretme kapasitesi, diğer unsurların kendilerini yeniden üretme kapasitesinden
yüksektir. Ekolojik olarak egemen olanın diğer unsurların kendilerini üretme
kapasitelerini olumsuz etkileme kapasitesi de, o unsurların benzer tarzda karşı
yönde etkileme kapasitelerinden yüksektir) düzeyine ulaşmış olması halinde
devletin Faşist bir özellik kazandığını savunabileceğimizi düşünüyorum.
-II-
Değerli dostum
Ferda’nın yazısına geçerken, daha sonra hata yapmamak için hemen bir noktaya
dikkat çekmek istiyorum. Yasin Kaya yazısında, bence esas olarak “akademik” bir
söylem benimsemiş ve bunun kurallarına bağlı kalmış. Buna karşılık, Ferda’nın
siyasi, daha doğrusu “militan” bir söylem benimsediğini ve bunun
gereksinimlerine göre ilerlemiş olduğunu düşünüyorum. Olası bir yanlış anlamayı
hemen burada önlemek için bu iki farklı söylemden birinin diğerine göre daha az
ya da çok karmaşık, “derin”, “değerli”, “işlevsel” olup olmadığı gibi bir
sorunun yanlış olacağını düşünüyorum. Fark yalnızca iki söylemin benimsediği
metottan, “retorik” araçlardan kaynaklanıyor. Örneğin Yasin tartışmayı kendi
sınırları içinde tutarken, Ferda, bu tartışmada ortaya çıkabilecek, çünkü
benzer tartışmalarda daha önce ortaya çıktığını düşündüğü sonuçlara işaret
ediyor.
Örneğin, “bu sorunun bir yanıtlanma şeklidir ve
soldaki liberal ve bürokratik-devletçi yanılsamaların ortak hareket noktasını
oluşturur. Bu yaklaşım tarzı, Türkiye devrimci sürecinin, Türkiye’nin
burjuva devrimi süreci ile bir süreklilik halinde geliştiği yanılsamasıyla
maluldür.” Saptamalarıyla bu tartışmayı hem eski bir tartışmaya hem de daha
genel bir “devrim süreci tartışmasına” bağlıyor. Bunun “militan” söylem
bağlamında tamamen meşru, hatta tartışmanın siyasi etkilerini de gözden
kaçırmak istemeyen bir yazar açısından yerinde bir tutum olduğunu düşünüyorum.
Ama tartışmayı, erkenden (prematüre bir noktada) sertleştirme dinamikleri
taşıdığını da görüyorum.
Sanırım, Ferda “Türkiye sosyalist hareketinin AKP’nin
yükselişi sürecindeki temel konumlarını değiştirmek zorunda kalması, Türkiye
sosyalist hareketi açısından yararlı tartışmaları da beraberinde getirecek gibi
görünüyor... Yıldızoğlu’nun ilgi odağı haline getirmeye çalıştığı bu tartışmanın
Türkiye sosyalist hareketinin geleceği açısından yararı su götürmez”
saptamasından sonra yaptığı uyarı da, dikkatlerin
mutlaka tartışmanın siyasi sonuçlarına odaklanmasına, bir an önce siyasi
sonuçlar üretmeye başlamasına ilişkin bir arzudan kaynaklanıyor:
“Devletin AKP iktidarında somutlaşan
‘dönüşümü’nü anlama çabamız, AKP iktidarına (tabii ki bu iktidarın temsil ve
ifade ettiği egemenlik ve sömürü ilişkilerine) karşı somut siyasi mücadelenin
doğru ve devrimci yolunu önerme amacını taşımalıdır. Aksi takdirde kendimizi
sözcüğün kötü anlamıyla bitmez tükenmez bir “felsefi” tartışmanın içinde
buluruz.”
Farda’nın bu
uyarısının göz önüne alınması gerektiğine inanıyorum. Ancak uzun bir aradan
sonra başlayan bir tartışmada, ilerlerken ister istemez kimi “felsefi”
tartışmaların içinden geçmek de sanırım kaçınılmaz oluyor. Bu saptamayı
yaparken üç gerekçeye işaret edebilirim. Birincisi, kapsamlı, siyasi sonuçlar
üreten “ağır” devlet tartışmalarının en son yapıldığı dönemin, eğer
yanılmıyorsam 1970’lerin ortası olduğunu söyleyebilirim. Bugün karşımızda
1970’lerin kuşağından, pratik ve teorik formasyonu, klasiklere aşinalığı
açısından çok farklı bir kuşak var. İkincisi, o zamandan bu yana gerek
kapitalizmin örgütlenmesinde (post fordizm), egemen ideolojinin işleyişinde
(Boltanski ve Chiapello), zaman zaman “küreselleşme”, “imparatorluk” gibi kavramlarla ifade edilen, teknolojik
gelişmelerle desteklenen ve şekillendirilen, “gösteri toplumu” (Guy Debord) “ağ
toplumu” (Manuel Catsell, Hardt vb.) “kontrol toplumu” (Gilles Deleuze) gibi
kavramlarla da ifade edilmeye çalışılan önemli süreçler ortaya çıktı.
Emperyalizm tartışmalarında, kapitalizmin “mekan düzenleme” dinamiklerine ilişkin anlayışımızda David
Harvey’in katkıları sayesinde önemli gelişmeler oldu. Üçüncüsü, AKP özelinde
yaşanan sürecin, dünyanın başka yerlerinde yaşanan “Siyasal İslam”ın “Pasif
Devrim” süreciyle, bu süreci emperyalizmin bölge dinamikleriyle bir
“simbiyotik” ilişki içinde birleştirmeye çalışan kimi önemli benzerlikler
taşıdığını düşündüren gözlemler yapmak da olanaklı.
Bu bağlamda, kendimizi Ferda’nın uyarısının çapasına
bağlayarak, ilerlemeye çalışmaktan başla çaremiz yok gibi geliyor bana. Belki
şunu da ekleyebiliriz. Devlet tartışmalarında, esas amacımız, devletin adını
koymak, sonra bu betimlemeden siyasi görevler çıkartmak olamaz. Bu düpedüz, sözcüğün
tarihsel anlamında “skolastik” bir tutum olur.
Bence esas
anlamlı olan, devlet tartışmalarında, devletin adına ulaşmak değil, bu ada
ulaşmaya giden yolda, devleti düşünmemize yardımcı olacak kavramsal alet
çantasını ve bu aletleri kullanma bilgisini üretebilmektir. Yakında
kaybettiğimiz Angelopoulos’un Ulysses’in Bakışı filminden bir
alıntı yapacak olursam, devlet
tartışmalarında “önemli olan varılacak yer değil yolculuğun bizzat kendisidir”...
diye düşünüyorum.
Yeniden devlet
tartışmalarında Ferda’nın yaptığı uyarılara dönersem, teorik olarak önemli
gelişmeler vaat eden bir saptamasını aktarmak isterim:
“AKP iktidarı vasıtasıyla ‘dönüştürülen’ devlet,
2. Dünya Savaşı’nın ardından inşa edilen yeni-sömürge devletidir.
Yıldızoğlu’nun kavramsal avadanlığını kullanacak olursam, dönüşüme konu olan
varoluş, “yeni sömürgesel devlet”tir (neo-colonial state). Yeni sömürge
devletini burjuva devletin bir “alt türü” olarak değil, kapitalizmin bir dünya
sistemi halinde örgütlenmesinin zorunlu bir segmenti olarak ele almak gerekir.
Burjuva devletin bu “sömürgesel segmenti”, yeni sömürgecilik ilişkilerinin
siyasi üstyapısını tanımlar ki, bu siyasi üstyapı 1970’lerden bu yana “sömürge
tipi faşizm” olarak tanımlanmıştır.”
Bu saptamada,
bence verimli tartışmaların yolunu açabilecek olan en önemli tanımlama şudur: “Yeni sömürge devletini burjuva devletin bir
“alt türü” olarak değil, kapitalizmin bir dünya sistemi halinde örgütlenmesinin
zorunlu bir segmenti olarak ele almak gerekir.”
Bu segment
tanımlaması, bizi (a) “Kapitalizmin dünya sistemi halinde örgütlenmesinin,
zorunlu olarak, merkez devletin yapılanmasının bir uzantısı olarak var olan bir
“quasi-devlet” (yarı devlet) biçimi mi yaratmıştır?”; (b) Kapitalizmin dünya
sistemi olarak örgütlenmesi, tüm devletleri yeniden şekillendirirken, bağımsız
ekonomik mekanı, organik varlığı (göreli otonomisi) olmayan, salt bir üstyapı
yapıntısı olarak şekillenmiş ama tam
anlamıyla devletleşemeden kalmış bir parazit
“güç odakları ilişkileri ağı” mı yaratmıştır?
Buradan iki yönde
ilerleyebiliriz sanırım. Birincisi,
bu “segment” (quasi) devlet saptaması şöyle bir düşünce sürecini harekete
geçirebilir: Karşımızda, yeniden üretim süreçleri açısından gerekli girdi ve ideolojiler
bağlamında, kendi coğrafyasının tarihsel kültürel dinamiklerine değil,
kapitalist dünya sisteminin hegemonya ilişkilerine bağlı bir siyasi “yapıntı”
(ağ, ya da organizma) OLABİLİR. Gerçekten de bu yönde benimsenen ekonomik
modellerden, transfer edilen kadrolardan, mali kaynaklardan, tüketim
normlarından, felsefi kültürel “moda”lardan, hatta özneliklerin oluşmasında
belirleyici rol oynayan özdeşleşme nesnelerinden (imajlardan ve “mem”lerden)
kalkarak çok sayıda destekleyici veri bulmak olanaklıdır. Bu saptamalar, siyasi
faaliyet açısından öncelikle seçilecek hedeflerin saptanmasında ve mücadelenin
söyleminin kurulmasında, çok yararlı bir işlev üstlenebilir. Ne de olsa siyasi
mücadele aslında insanların düşünce süreçleri üzerinde de süren bir mücadeledir.
İkincisi, “Yeni sömürge devletini burjuva devletin bir
‘alt türü’ olarak değil, kapitalizmin bir dünya sistemi halinde örgütlenmesinin
zorunlu bir segmenti olarak ele almak gerekir” saptaması, bizi
karşımızdaki “quasi- segment” devleti, ulus devlet kategorileri dışında
düşünmeye YÖNLENDİREBİLİR. Bu Ferda’nın, “Oysa
Türkiye’de burjuva devrimi yarım kalmış ve yeni sömürgeciliğin
“zaferi” ile bitmiştir!” saptamasıyla ve Yasin’in “
Türkiye’de devlet yani siyasi iktidar ile sömürü ilişkisi formel olarak ayrışmış mıdır?
Yoksa bu formel ayrışma erken kapitalistleşen toplumların özelliği midir” sorusunun önerdiği yönelimle de sanırım
uyumlu olacaktır. Ama bu yönelimler bizi, “ulus devlet
paradigması” dışında bir yerde çalışmakta olduğumuzu düşünmeye de yönlendirecektir.
Bu noktada, “ulusal bağımsızlık”, “anti emperyalizm”, “gelişme” gibi kavramlar,
kapitalizmin ufkunun aşılması, “proletarya
devrimi”, “komünist hipotezin
uygulanmaya konması” dışında bir anlama sahip olmayacaktır. Bu saptamanın
Kürt sorunu açısından anlamını da Kürt komünistleriyle ayrıca tartışmak
gerekecektir.
Son olarak
bitirirken Ferda’nın şu saptamasına ve izleyen uyarısına da katıldığımı
vurgulamak isterim “ “AKP faşizmi”
kavramı, “sömürge tipi faşizmin AKP dönemini” ifade etmek için kullanılan bir
politik propaganda terimi olduğu ölçüde hatalı değildir. Ama Türkiye’deki
faşizmi AKP’ye ve AKP iktidarının dayandığı özel baskı, bağımlılık ve hegemonya
yöntemlerine (polisiye baskı, devlet kadrolarına yandaşların yerleştirilmesi
vb.) indirgersek işte o zaman “sosyalist hareketin stratejik önceliklerini
anti-kapitalist içeriği hayli cılız soyut/sınıfsız bir demokratikleşme hedefine
sıkıştırmış oluruz.” Bu saptama siyasi mücadelede propaganda ve
ajitasyonda, abartmanın meşru hatta gerekli olduğuna ilişkin saptamalarla
uyumludur: Bu söylemde “AKP Faşizmi” teorik bir saptama değil, bir itiraz,
uyarı, hatta direniş çağrısıdır.
Bu uyarıdan
hareketle de, çok özel bir devlet “biçimiyle” (segment – quasi devlet vb.,) onun
belli bir zaman ve mekanda, aldığı görüntüyü (rejimi?) birbirine karıştırmamak,
emperyalizmin ve sınıf iktidarının kapitalist niteliğini, “ulus devlet
paradigması” dışında çalıştığımızı unutmamak gerekmektedir.
-------------------
Devlet tartışmalarına katkı –II
Aydemir Güler’in Komünist
dergisinde, AKP döneminde yeni bir Cumhuriyet’e geçildiğine dikkat çeken önemli
bir yazısı yayımlanmıştı. Ben, bu yazıyı okurken, oluşan izlenimlerim
üzerinden, Aydemir’le bir diyaloga girmeyi denemek için, “Kapitalist devlet
üzerine kısa notlar” başlıklı bir deneme yazmıştım. Sevgili Aydemir zaman
ayırarak, hem konuyu biraz daha açan hem de tartışmaların yoğunlaşması gereken
noktaları işaret eden bir cevapla bu diyalog çağrısına katıldı.
Aydemir, “II.
Cumhuriyet ve Devlet üstüne” başlıklı yazısına benim ““Aydemir Güler’in
çözümlemeleri bana, eğer doğru okuyabildiysem, salt bir rejim değişikliğinden
öte bir durumla karşı karşıya olduğumuzu düşündürtüyor. Bu konuda Aydemir’e
katılıyorum. Ama bu 'öte'nin de derinleştirilmesi, tanımlanması, sonunda devlet
biçimine (kapitalist sınıf iktidarının yaşam dünyamızdaki özelliklerine)
ilişkin bir yargıya dönüşmesi gerektiğini de düşünüyorum,” saptamama karşılık, “Bir üstyapı öğesi
olarak devleti kuşatan temellere, en başta iktisadi ilişkilere”, “Bunların
geçtiğimiz süreçte yaşadığı değişime” vurgu yaparak başlıyor.
Aydemir, böylece, devleti düşünürken, işe öncelikle kapitalizmin
örgütlenme biçimlerinden (sermaye birikim rejimi ve düzenleme sistemleri
vb.,) başlamak gerektiğini, bu bağlamda,
neo-liberalizmin “devletin parçası olarak yapılandırılmış geniş bir ekonomik
alanı kapitalist piyasalar olarak” örgütlemiş olmasını vurguluyor. Bunu
yaparken dikkati, metalaştırarak, piyasa ve kar mantığı altına alma sürecinin su, sağlık, eğitim gibi alanları da
kapsamaya başladığına dikkat çekiyor. Aydemir’in işaret etiği yöne bakarken,
Dünya Ticaret Örgütü Doha Raundu‘nu çıkmaza sokan TRIPS tartışmalarını, tüm yaşam biçimlerini, gen kaynaklarını,
kodlarını, geleneksel, yerel bilgi biçimlerini patent yasası altına alarak
metalaştırma çabalarını anımsıyoruz.
Bu noktada durup, neo-liberalizmin[[i]]
devlet tartışmaları alanında da büyük öneme sahip olması gereken bir yeniliğini
vurgulayabiliriz. Bu yenilik, bizzat işgücünün salt beslenme ve barınma
pratiklerinin ötesinde, sağlık ve eğitim gibi, insanlar arası doğrudan
ilişkilere dayanan (duygulanımsal- affective- emek biçimlerini) “yeniden
üretim” alanlarının, yaşamın biyolojik
bileşenlerinin metalaştırılarak, sermaye birikim sürecinin disiplinine, dolayısıyla bu disiplinin uygulanması, cezalandırılması süreçlerine
açılmasıdır. Bu yeniliğin yeni “sınıf şekillenmeleri” ve mücadelesi alanları
açmaya başladığını da görmemiz gerekir.
Aydemir, geleneksel olarak devletin tekelinde bulunan şiddet, imha
araçlarının özelleştirilmesine, özel güvenlik
örgütlenmelerinin, paralı askerlerin (şavaş şirketlerinin) oluşmaya
başlamasına da dikkat çekerek,[[ii]]
devlet ve sermaye ilişkilerinin, dolayısıyla ekonomi ile siyaset arasındaki ayrımın da hızla bulanıklaşmaya başladığını
düşündürüyor.
Bu yönde düşünmeye başlamanın neo-liberalizmin devletini konuşurken çok
yararlı, yeni ve siyasi etkinlikler (propaganda, örgütlenme) açısından önemli, sonuçlar doğurabilecek tartışma
alanları açabileceğine inanıyorum.
Örneğin, geride kalan 30-35 yıl boyunca, neo-liberalizmin altında,
sermayenin geçirdiği evrime bakınca onu, mallar ve hizmetler üreten bir şey
(gerek ilişki, gerek nesne) olarak, üstyapı denen şeyin bileşenlerinden kopuk,
onlardan farklı bir düzeye ait bir şey olarak düşünebilmenin gittikçe daha da
zorlaşmış olduğunu görebiliyoruz.
Bugün gelinen nokta, sermayenin artık yalnızca mallar, hizmetler
üretmediğini, artık, fikirler, inançlar, algılar ve zevkler gibi
geleneksel olarak “üstyapı”ya ait olduğu varsayılan şeylerin üretimini de
gittikçe artan oranlarda sermaye birikim sürecinin içine aldığını görüyoruz.
Böylelikle, gittikçe artan sayıda metayı ait oldukları “yaşam tarzından”, “alt kültürden”
soyutlayarak, simgesel olarak taşıdıkları mutluluk, haz vaatlerinden ayrıca,
salt “işlevine” bakarak düşünmek olanaksızlaşıyor. Gerçekten de, “tüketici
kültürü” tartışmalarında, “Fordizm”in işlevsel tüketici biçiminin, post-Fordizm
(neo-liberalizm) döneminde yerini hazlara dayalı (hedonist) tüketici
biçimlerine bıraktığına ilişkin savlar tam da bu evrime bakarak ortaya sürülmüyor mu? Tüm bunlardan hareketle
salt fiziki ürünler üreten, hizmetler sunan emeğin yanı sıra, bilgi, haz,
duygulanım (affect) üreten bir emek kategorisinin, onun üzerinde yaşayan
kesimlerin de sermaye birikim ve sınıf mücadelesi süreçlerinin içinde önemli
(yaygın, egemen demiyorum) bir yer elde etmeye başladığını söyleyemez miyiz? Bu
süreci de, bilgi işlem, haberleşme teknolojilerindeki gelişmelerle, ağa bağlı
etkinliklerin yaygınlaşmasıyla birlikte düşünmek de gerekmez mi?
Tüm bu gelişmelerin bir başka anlamı daha olabilir. Sermaye birikim
süreci, sermayenin egemenliğinin sürmesi için gereken insanı (öznellikleri)
üreten maddi zemini (fabrika, piyasa ortamı) oluşturmakla kalmıyor, artık bu
insanı üretmekle yükümlü “üstyapı” kurumlarını, en geniş anlamıyla “kültürü” de
kendi etkinlik alanı içine alıyor.
Theodor Adorno’nun 1930’larda, Guy Debord’ın 1960’ların sonunda
“kültürün” üretimine, bunun sanayileşmesiyle birlikte “yaşam dünyasında”
sermayenin egemenlik biçimleri bağlamında, “merkez” (emperyalist vb.,)
ülkelerde ortaya çıktığını saptadıkları gelişmelerin, bugün neo-liberalizmin
egemenliği altındaki tüm coğrafyaları etkilemekte olduğunu söyleyebiliriz
sanıyorum.
Bu uzun virajdan sonra, devlet konusuna dönersek, daha ilk yazımda vurguladığım
“Kapitalist toplumda devletin, sermayenin mekan ve
zamanda hareketini, zamanı ve mekanı düzenleme süreçlerini kolaylaştıran, kar
oranları karşıt eğilimlerinin hareketini düzenleyen (düzenlemeye çabalayan),
ekonomik kriz sırasında bu yönde gereken mali, kurumsal değişiklikleri gündeme
getiren, emek denetim sistemlerini, biopolitiği pratikte uygulayan,
uygulanmasına bekçilik eden, ideolojik aygıtları yaratan, olanları yaşatan, ya
da imha eden, sermayenin yeniden üretim sürecine uygun öznellikleri oluşturan kültürel
süreçlerin gelişmesini teşvik eden, destekleyen bir organik ilişkiler ağı, bir “organizma”
olarak düşünülmesinden yanayım” saptamasında [[iii]], bir
gerçeklik payı varsa, devletle sermaye arasındaki ilişkilerde iki yönlü bir
değişim olduğunu sanırım görebiliriz.
Birincisi,
sermaye ilişkisi (ekonomi) yaşamı üreten, disiplin altına alan, cezalandıran
toplumsal ağlara daha derinlemesine nüfuz ettikçe, devlet yapısının
(ilişkisinin) gittikçe artan oranda doğrudan içine girmekte, onun parçası
olmaktadır.
Sermaye,
düşüncelerin, arzuların ve öznelliklerin maddi üretimi süreçlerini kendi
etkinliğine kattıkça devletin etkinlikleri, ilişkileri ve ağları da bu
noktalardan sermaye ilişkisinin içine nüfuz etmeye başlamaktadır. Bunu en kısa
yönden bir taraftan, devlete giren kadroları, devletin iç yaşamının
tutarlılığını sağlamaya çalışan ideolojileri, finansal, teknolojik kaynakları
elde etme koşullarını; diğer taraftan, uyguladığı şiddeti, disiplini ve
cezalandırma süreçlerini topluma anlatma işlemlerini düşünerek gözümüzde canlandırmayı
deneyebiliriz.
Bu gelişmelerin,
komünist siyasi çalışma açısından tam olarak ne sonuçlar yaratmakta olduğunu
ben henüz, “hah işte bu” diyecek düzeyde
kavradığımı söyleyemiyorum. Ama kavradığım kadarıyla bu alanda bizi çok önemli
tartışmaların, bu tartışmalardan doğacak yaratıcı çalışma faaliyetlerinin beklediğini
düşünüyorum.
Buraya kadar
konuştuklarım üzerinden I. ve II. Cumhuriyet arasında, bence en önemli fark
olarak gördüğüm gelişmeleri bir kez daha sunmak istiyorum.
Neo-liberal
dönemde, devlet–ekonomi alanlarının aralarındaki ilişkinin karşılıklı
“bağımsızlığını” kaybetmeye başladığını yukarda vurguladım. Hatta, hayal
gücümüzü zorlarsak, “sadaka toplumu” kavramını, devasa küresel şirket
yapılarını, bu şirketler arasındaki ve içindeki bağımlılık ilişkilerini göz
ününe alarak, karşımıza adeta “feodal” yapılara benzer garipliklerin de
çıktığını düşünmemize olanak verecek bir yapılanmaya işaret de etmiş oldum.
Hayal gücünü bu
yönde zorlamanın henüz erken olduğunu kabul etmekle birlikte, ABD’de
muhafazakar yayınlarda, “liberal ekonominin yaşaması için demokrasiye gerek
yok, zaten genel seçimler, liberal hakları tehlikeye sokuyor” gibisinden
tartışmaları izledikçe, bu konunun da bir gün tartışma alanımıza girebileceğini
düşünüyorum.
“II. Cumhuriyet”
kavramı ilk kez, liberaller tarafından, neo-liberalizme ve post-modernizme
paralel olarak ortaya atıldığında, hepimizin sinirine dokunan bir, Aydınlanma (laiklik) düşmanı, “ulusal proje” düşmanı ve Türkiye komünist hareketinin geleneğinden adeta
nefret eden, onu aşağılayan, unutturmaya çalışan bir yaklaşımla
karşılaşıyorduk. Bu “II. Cumhuriyet”, o zaman son derecede gerici bir arzuyu
dile getiriyordu; bizler de şiddetle, eleştiriyor ve arkasındaki mantığa karşı
çıkıyorduk.
Aydemir’in işaret
ettiği gibi neo-liberalizmin zaferi, bu zaferin benim yukarıda vurgulamaya
çalıştığım “kültürel” boyutu, devlet üzerindeki etkileri, liberallerin “II.
Cumhuriyet” ile arzuladıklarına benzer, ama aynı anda ona taban tabana zıt bir
oluşumu, Aydemir’in II. Cumhuriyet olarak tanımladığı dönüşümü yarattı.
Aydemir’in II.
Cumhuriyet’i, liberallerin hayal ettikleri “II. Cumhuriyet”ten haklar ve
özgürlükler açısından 180 derecede farklı bir olgu oldu.
Liberallerinki, demokrasi özgürlük vaat eden bir fanteziydi. Aydemir’inkiyse yaşamın her
alanına gittikçe daha derinlemesine nüfuz eden, müdahale eden, bunu yaparken
de, yüzde 50’lere ulaşan bir seçmen desteğini korumaya devam eden, kabus
kıvamında bir gerçek!... Tam da
Lacan’ın işaret ettiği gibi, “fantezi”, gerçeklemeye başladığında hızla
müstehcen bir özellik kazanmış, bir kabusa dönüşmüştü.
Aydemir’in “II. Cumhuriyet” olarak tanımladığı olgunun, bence ayırıcı
öneme sahip üç özelliğine vurgu yaparak bu
yazımı bitirmeye çalışacağım.
Birincisi, bu devlette, kapitalist devletin en önemli, onu feodal
devletten ayıran bir özelliğinin hızla kaybolmakta olmasına şahit oluyoruz diye
düşünüyorum.
Kapitalist devlette “kralın iki bedeni” vardır. Biri “maddi” bedeni,
ikincisiyse “manevi” bedeni. Devlet işlerinde bu ikisi asla birbirine karışmaz,
daha doğrusu, karışmıyor görüntüsünün korunmasına büyük önem verilir. Örneğin,
“kral/yönetici”nin manevi bedeninin etkinliklerinden (devlet işlerinden) fiziki
bedeni maddi çıkar sağlayamaz, bu onun yakın çevresini ailesini de kapsar.
İkincisi, Kapitalist devlet, bu ayrımdan hareketler, “kişi özeli”
(mahremiyeti) olarak tanımlanan bir alanın varlığını kabul eder. Dahası bu
alanı korumayı üstlenir. Disiplin ve
cezalandırma süreçleri, nüfus, beden kontrol (diğer bir değişle “biyopolitik”) rejimleri
bu varsayımı veri olarak almaya devam ederler. Çünkü kapitalist devletin doğuşu
bir taraftan ulus devletin oluşma sürecidir. Öbür taraftan, dini etnik
cemaatler fikrinin aşılarak, devletten ve bu cemaatlerden bağımsız “otonom
vatandaşın” (burjuva/liberal özgürlükler anlamında, “özgür birey”in) en azından
arzulanan bir ideal olarak oluşmasının da sürecidir.
Üçüncüsü, kapitalist devlet, işleyiş kültürü, ideolojisi, taşıyan
kadroların öznellikleri açısından, “Aydınlanma Olayı’na” ve “Ulusal Projeye” sadakat
üzerinde durur. Yukarda değindiğim iki
özelliğin var olabilmesi için bu iki sadakat
sine qua non koşuldur.
Aydemir’in II. Cumhuriyet olarak tanımladığı olguya gelene kadar,
1923’den 1980’e kadar güçlü bir biçimde, 1980- 2000’lerin başına kadar da
giderek zayıflayan bir oranda Kapitalist devletin bu üç özelliğinin, ülke
koşullarına, tarihsel temele de uygun bir söylemle muhafaza edildiğini, iki
sadakatin korunduğunu, korunmaya çalışıldığını, korunduğuna ilişkin bir
görüntünün korunduğunu görüyoruz.
AKP hükümetinin, özellikle II. Döneminde, yukarda değindiğim bu üç
özelliğin hızla, “cemaat” ruhunun ve cemaat olarak adlandırılan ne olduğu belirsiz bir yapının devlete ortak
olmasına olanak verecek düzeyde terkedildiğini, bu terk etme sürecinin, “dindar
gençlik” yaratacağız vaadinin yanı sıra, “iki sadakate” ilişkin izleri de
silmeyi hedef alan etkinliklerle birlikte ilerlemeye devam ettiğini görüyoruz.
****
Bu tartışmalardan
ben şunları öğrendiğimi düşünüyorum. Birincisi, eleştiriler, yorumlamalar ve cevap
bağlamında açıklamalar bana, başlangıçta düşünmediğim konuları da tartışma
kapsamı içine almaya başlama şansı verdi. Bu anlamda arkadaşlara borçlu olduğumu, şükranla kabul
ediyorum, İkincisi, devlet konusunu birlikte konuştuğumuz hemen herkes, AKP döneminde
gerek devletin biçiminde gerekse de
rejiminde önemli değişiklikler yaşandığını kabul ediyor.
Farklı
geleneklerden gelenlerin, bu değişimleri farklı söylemlerle ifade etmeleri
bence son derecede anlaşılabilir bir durumdur. Yaşadığımız onca deneyden ve
teorik gelişmeden, yalanan mürekkepten sonra, artık kim komünist hareketin tek
sesli ve tek bir gelenek üzerinde kurulması gerektiğini savunabilir ki. Önemli
olan farklı geleneklerin birbirleriyle konuşmaya devam etmesi, birbirlerinin
dilinden, söyleminden, bu söylemle dile getirilen birikiminden yaralanmaya
çalışmasıdır. Komünist hareketin tarihi birikimi, tek bir ülkenin tek bir
geleneğini, hayal bile edilemeyecek bir zenginlikle aşmaktadır. Bu zenginlikten
yararlanmadan, buna burun kıvırarak ilerlemeye çalışmanın, ne mantıksal ne de
ahlaksal bir zemini olduğunu düşünüyorum.
Bu nedenle, bu
yazımı, tartışmalarımızın, devlete farklı geleneklerden gelerek koyduğumuz
isimlerin üzerinden değil, bu isimlere bizi götüren olguların ve bunlardan
çıkarılabilecek, pratik siyasi sonuçların üzerinden sürmesini dileyerek
bitiyorum.
[1] Eleştirilerini
elektronik posta ile gönderen dostlara da ayrıca teşekkür ederim. Ancak bu
metinler yayınlanmamış olduğundan,
burada alıntılarla değerlendiremiyorum.
[i] Bu kavramı, ben
de kolaylıkla “özne” olarak, adeta antropomorfize ederek kullanmaya devam
ediyorum. Ama bu kullanış tarzının tarihsel materyalizmin, felsefi düşünme
disiplini açısından sakıncalı olduğunu
düşünüyorum. Bu sakıncalı durumdan kurtulmak için de, neo-liberalizmin
arkasındaki, örneğin “uluslararası mali sermaye”, “egemen sermaye” gibi bir sınıfın yada sınıflar bloğunun,
bunların yerli (bağımlı ülkelerdeki) ortakları vb gibi bir şeylerin iradesine
gönderme yapmayı deneyebiliriz diye düşünüyorum.
[ii] Bunlara özel hapishaneleri, istihbarat, veri işleme, izleme
etkinliklerinin kimi durumlarda özel şirketlere, serbest çalışan uzmanlara
devredilmesini de ekleyebiliriz.
[iii] “Organik
ilişkiler ağı”, “organizma” ifadelerini işimizi kolaylaştırmak için geçici
olarak bir kenara koyalım...
Subscribe to:
Posts (Atom)