Geçen hafta AKP hükümetinin vizyon sorununu tartışmıştım. Bu hafta da imaj sorununa değinmek istiyorum. Uluslararası basında, yalnızca bir günde (6 Eylül) gözüme çarpan manzara özetle şöyle:
AKP Türkiyesi’nin 2011’de hâlâ sahip olduğu, “bölgede yükselen ülke, istikrar merkezi, örnek ve lider adayı” imajının yerini, “Suriye ve Kürt sorunu arasına sıkışmış”, “yalnızlaşmış”, “tarafsız aracı olma kapasitesini yitirmiş” gibi betimlemeler almaya başlamış. Bunlara ek olarak Mısır Devlet Başkanı Mursi’nin etkinlikleri dikkat çekiyor, bir Arap ülkesi olma avantajına da sahip Mısır’ın Türkiye’nin liderlik iddialarına karşın yükselmeye başladığı vurgulanıyor. Kimi yorumcular bölgede, Osmanlı geçmişine ilişkin olumsuz anıları ve algıları anımsatıyorlar.
Patrick Seale’nin bu manzarayı anlatan yazısını, Cengiz Çandar, Davutoğlu’nu kollayan bir cevap vermeye çalışırken etraflıca aktardığı için ben değinmeyeceğim. Ancak, Çandar’ın cevap verirken kimi kabul edilebilir açıklamaların yanı sıra Seale’ın savlarını, “Esad ailesinin yakını”, “İngiliz Yahudisi” filan gibi sıfatlarla değersizleştirmeye çabalamasının, ikna edici olmadığı gibi ağızlarda kötü bir tat bırakacağını vurgulamak isterim. Seale’nin yorumunun “Gulf News” gazetesinde yayımlanmış olması da anlamlıdır.
Giderek daha çok bir Ortadoğu ülkesi oluyor...
Bu kısa nottan sonra Daniel Dombey’in Financial Times’taki yorumundan başlayabilirim. Dombey İstanbul’dan gönderdiği yazısına, “Davutoğlu birkaç ay önce, ülkesinin parlamentosunda ayağa kalktı ve Ortadoğu’ya ilişkin vizyonunu Türkiye hem efendi, hem hizmetçi hem de lider olacak... Türkiye’nin etrafında yeni bir barış, istikrar, refah bölgesi oluşacak sözleriyle sundu”... “Ancak bugün, İstanbul ve Ankara’da, Türkiye’nin komşularındaki istikrarsızlıkları ithal etmeye başladığına ilişkin bir korku dile getiriliyor” saptamasıyla başlıyor. “Ankara ve Tahran Suriye bağlamında, bir uzaktan kumandalı savaşa girmemiş olabilirler, ama böyle bir savaşa girmiş gibi davranmayı çok iyi beceriyorlar” diyerek devam ediyor.
Dombey İstanbul’da konuştuğu yorumcular için “Bu patlayan araç bombaları, intihar eylemcileri, sığınmacılar ve casuslar panoramasıyla ülkelerinin giderek bir Ortadoğu ülkesine daha çok benzemeye başladığını düşünüyorlar” diyor. Dombey’e göre AKP Türkiyesi, “giderek daha dengesiz, komşularının sorunlarına daha çok bulaşmış ve daha mezhepçi bir görüntü sergiliyor”. Dombey, “Bu dönüşüm algısı abartılı olabilir, ama bu sorunların gündeme gelmiş olması bile başlı başına kaygı vericidir” vurgusuyla bitiriyor.
Kendini köşeye sıkıştırmış bir lider
Foreign Policy’den Karen Leigh, Başbakan Erdoğan’ın, “Suriye rejimi artık bir terörist devlete dönüştü” sözlerine göndermeyle, “Türkiye’nin konuşkan lideri, Suriye konusunda kendini köşeye sıkıştırdı. Komşusunda hızla kontrolden çıkan gelişmeler, sözlerinin arkasında durmasını getirecek mi” diye soruyor. Leigh’e göre bu durum “ileri derecede muhafazakâr, ancak kendi gücünün sınırlarını aşmış, bir taraftan Suriye’de siyasi istikrar kurmak, diğer taraftan Esad rejimini yıkan kahraman rolünü üstlenmek isteyen bir liderin sertleşen söyleminin ürünü”. Leigh, “Tüm bunlar bir sonuca doğru ilerlerken Erdoğan çok zor bir seçenekle karşı karşıya kalıyor; ya müdahale edecek, o zaman ülkesindeki seçmenin gazabını üzerine çekecek ya da bekleyerek Suriye’nin suratına patlamasını seyredecek. Erdoğan’ın tutunduğu ip giderek incelmeye devam ediyor” diyor.
‘Mursi, Erdoğan’ın tacına mı talip?’
Bu da German Marshall Fund’dan Nora Fisher’in yazısının başlığıydı. Nora Fisher, Mursi’nin benim de geçen hafta kısaca özetlediğim başarılı iç ve dış politika adımlarını vurguladıktan, “Batı’yla ve İsrail’le ilişkileri aksatabileceği düşünülebilir” dedikten sonra ekliyor, “Türkiye’nin, ülkesinin bölgedeki liderlik hedefini konsolide etmeye çalışan, karizmatik lideri Erdoğan’ın çabalarına da gölge düşürebilir”. Fisher’e göre “Mursi, Erdoğan’ın aksine henüz diğer sivil kesimlerin desteğini kaybetmiş değil. Gazze ile sınırı, İsrail ve ABD ile anlaşmalara dayalı bağları olan en büyük Arap devletinin lideri olarak Mursi, İsrail-Filistin pazarlıklarına Türkiye’den çok daha fazla katkıda bulunabilir”. Fisher’e göre “Kürt sorunuyla Suriye arasına sıkışan AKP Türkiyesi, artık etkin bir aracı rolü üstlenemeyebilir.” “Eğer Erdoğan başarılı olamazsa, Osmanlı egemenliğinin yaralarının birçokları için hâlâ taze olduğu bu bölgede Mursi, Erdoğan’ın ektiklerinin meyvelerini toplayabilir”.
Birleşik Arap Emirliği’nde yayımlanan The National gazetesinden El Amrani’ye göre, “Mursi’nin İran’ı ziyareti körfez ülkelerinden, ABD’den kimi yorumcuları, bölgenin iki güçlü devleti arasında bir yakınlaşmaya işaret ettiğini düşündürerek kaygılandırdı. Ama Mursi İran’la dostluk başlatmaya değil, bölge sorunları söz konusu olduğunda artık Mısır’ın geri geldiğini vurgulamaya gitti” ... “Peki tüm bunlar kimlere mesaj gönderiyordu” sorusuna Amrani, “Kısmen Suudi Arabistan, Arap Emirlikleri, Türkiye gibi olağan şüphelilere, bölgenin diğer oyuncularına” diyerek cevap veriyordu.
İki ateş arasında
Al Awsat’ta (Suudi kaynaklı) yazan Huda Hüseyni, “Kısa bir süre önce, Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan, Türklerin İran, Suriye ve Lübnan’a vize almadan gidebildiğini gururla vurguluyordu. Koşullar ne kadar değişti” diyor ve ekliyor: “Türkler bugün Lübnan’da kaçırılma riski altında, İran artık onlara kucak açmıyor. İran Genelkurmay Başkanı, Türkiye’yi ‘hedef alınan ülke’ olarak tanımladı.”
Hüseyni, Davutoğlu’nun BM’de önerisiyle ilgilenen kimse bulamayınca çok şaşırdığını, ardından ABD Genelkurmay Başkanı General Martin Dembsey’in “güvenlikli alan oluşturmanın olanaksızlığına ilişkin sözlerine geldiğini” anımsatıyor. Dembsey’e göre “Türkiye Batı’nın kendisini terk ettiğini düşünüyor, Obama’yla haftalık telefon konuşmaları da işe yaramıyor.” Bu koşullarda Türkiye “sonunda en zararlı çıkan taraf durumuna düşmekten korkarak hesaplarını yeniden gözden geçirmeye başlıyor.”
The National’dan bir başka yazar Alan Philips, arkadaşları, New York Times yazarlarından, kendisini bir “Osmanlı Centilmeni” olarak tanımlayan Lübnanlı Anthony Shadid’i anmak için yaptıkları bir toplantıyı aktarırken “Osmanlı nostaljisi bugünün sorunlarını çözemez” başlıklı, yazısında “Türk diplomatları Arapların, Türk seçkinlerinin 400 yıllık baskısını unutmalarını bekleyemez” dedikten sonra Raja Shehaded’in verdiği bir örneği aktarıyordu. Shehaded, “yüz yaşını aşkın, Osmanlı ordusunun zorla askere alma baskınlarından saklandığı dönemi anımsayan” bir Arap’la konuşmuş. Yaşlı adam “Türkler gaddardı, aç dilencilerdi. Ne okul, ne cami yaptılar. Ülkeyi mahvettiler, yeşil yer bırakmadılar” diyormuş.
Monday, September 10, 2012
Monday, September 03, 2012
Yanlış Beklentiler Mevsimi...
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde aradığı desteği bulamayınca “Anlaşılan, yanlış bir beklenti içindeymişim” demiş.
BM Güvenlik Konseyi üyelerinin Suriye konusundaki tavırları, bu tavırların arkasındaki “yapısal” stratejik çıkarlar sır değil. Bu konseyin önüne konacak bir önergenin başına gelecekleri önceden bilmek olanaklı. Bu yüzden Davutoğlu’nun düş kırıklığı anlaşılır gibi değil.
Bir vizyon sorunu
Başbakan’ın ve Davutoğlu’nun samimiyetlerini sorgulamak istemem, ama son yıllarda dikkat çekecek kadar çok konuda “yanlış beklenti” içine girmiş oldukları da bir gerçek. Ya bir vizyon yokluğu bu “yanlış beklentilere” yol açıyor ya da sahip olunan vizyon gerçeğe uymadığı için atılan adımlar beklenmedik sonuçlar yaratıyor.
Başbakan’ın ve Davutoğlu’nun vizyon sahibi olmadıklarını ileri sürmek onlara haksızlık etmek olur. Geride kalan 10 yıla baktığımızda, güçlü bir ana vizyon, bu vizyona bağlı olarak eğitimden sağlığa, “Kürt sorunu” denen olgudan, “kadın sorununa”, oradan Ortadoğu’da lider ülke konumuna yükselmeye kadar çok sayıda alt projenin işlemekte olduğunu görebilmek için siyasi analist olmaya gerek yok. Öyleyse diyorum, sorun vizyon yokluğundan değil, var olan vizyonun gerçek dünyanın dinamiklerine uyum sağlayamamasından kaynaklanıyor.
Uluslararası jeopolitik konusuna, o bağlamda dile getirilen “Anlaşılan, yanlış bir beklenti içindeymişim” ifadelerine dönersem; AKP Türkiyesi’nin Avrupa Birliği üyeliği, Kürt açılımı konularında, Davutoğlu’nun da, “komşularla sıfır sorun”, küresel hegemona dayanarak bölgede güç yansıtma, Beşşar Esad Suriyesi’yle yakınlaşma ve etkileme, “stratejik derinlik” sayesinde bölgede lider olma gibi konularda gerçekçi olmayan beklentilere girmiş olduğu kolaylıkla ileri sürülebilir.
Bu listeyi daha da uzatmak olanaklı; ben, bu yazıda yalnızca “küresel hegemona dayanarak bölgede güç yansıtma” ve “bölgesel liderlik” iddiaları üzerinde durmakla yetineceğim.
Küresel hegemona yaslanmak
Bu dayanma ister istemez, stratejik vizyon birliğini ve dış politika hedeflerini ABD’ninkilerle senkronize etmeyi gerektiriyor. Böylece bölgede hegemon ile Türkiye arasında, Türkiye’nin etkisini bir önceki döneme göre güçlendirecek bir sembiyoz ilişkisinin oluşması bekleniyor. Bu beklenti hegemonun bölgede siyasi coğrafyaları yeniden yapılandırma kapasitesinin olduğunu varsayıyor.
Bu beklenti açısından da ilk sorun burada çıkıyor. ABD’nin son on beş yıllık öyküsünde, gerilemekte olan bir hegemon olmanın ötesinde Somali, Afganistan, Irak, daha yakın zamanda Libya gibi yıkılmış, kaosa terk edilmiş ya da edilmekte olan ülkeler var. Kısacası, AKP Türkiyesi, dünyanın toplam askeri harcamalarının yüzde 45’ini gerçekleştiren silah ihracatını bir yılda, 2011’de, yüzde 300 artırabilen, ama düzen getirmeye gelince tek bir başarı örneği sergileyemeyen bir güce yaslanarak etkisini artırmaya çalışıyor. Peki başarılı olabiliyor mu?
Dış politikasını hegemonun bölge politikasıyla uyumlu hale getirmek için gerekenleri yaparken AKP Türkiyesi bölgede önce, İsrail’in çıkarları açısından kurgulanmış bir Şii Sünni kamplaşmasının içine çekiliyor, buna bağlı olarak da yakın komşusu Suriye’yle savaşmaya doğru sürüklenmeye başlıyor. Bu sürüklenmeye paralel olarak, AKP Türkiyesi’nin toplumsal dokusunun en önemli düğüm noktalarında, etnik ve mezhep farklılıkları bağlamında giderek büyüyen, hatta kapasitelerini aşan sorunlar yaşamaya başladığı görülüyor.
Tüm bunlara karşılık ABD ve Avrupa basınının “örnek ülke” övgüleriyle öne sürdüğü Türkiye, ne Avrupa Birliği üyeliği, ne Mavi Marmara olayı ne de Suriye karasularında düşen uçak konularında, yaslandığı hegemondan güç yansıtmasına, sonuç almasına olanak sağlayacak bir destek alamıyor. Aksine her seferinde sergilendiği iktidarsızlık, AKP Türkiyesi’nin bölgedeki saygınlığının ve giderek etkisinin azalmasını getiriyor.
Bölgesel liderlik mi?
Bölgedeki son gelişmeler de Başbakan’a ve Davutoğlu’na “Anlaşılan, yanlış bir beklenti içindeymişim” dedirtecek yönde.
BM Güvenlik Konseyi’nin Çin ve Rusya gibi iki güçlü ülkesinin desteğini arkasına almayı başardıktan sonra, ABD’nin tüm yalnızlaştırma çabalarına karşın Bağlantısızlar Zirvesi’ni 120 ülkenin, BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon’un ABD’ye rağmen katılmasıyla gerçekleştiren İran’ı tartışmayı bir başka yazıya bırakalım. Müslüman Kardeşler yönetiminde etkisini hızla artırmaya, hatta ABD açısından yeni “örnek” ve “vazgeçilmez Arap ülkesi” konumuna yükselmeye başlayan Mısır’a kısaca bakalım.
Mısır’ın bölgedeki etkisinin, Devlet Başkanı Muhammed Mursi’nin iç ve dış politika adımlarının, Müslüman Kardeşler’in uluslararası bir örgüt olmasının da yardımıyla artmaya başladığı görülüyor. Dahası Mursi Mısır’ın etkisini, bir hegemona dayanarak güç yansıtmaya çalışmak yerine, geçen haftalarda yaşanan beş gelişmenin işaret ettiği gibi hegemonla arasına mesafe koyarak, hegemonun etkisini dengeleyerek, Mısır’ın manevra alanını genişleten adımlar atarak artırıyor.
1) Mursi, ordu üst kademesinde, ABD’nin ilişki sürdürdüğü generalleri görevinden aldı. 2) Mursi, Sina Yarımadası’nda, Gazze İsrail sınırında 16 Mısır askerini öldüren Selefi militanlara karşı tankları da içeren geniş ve acımasız bir operasyon başlattı. Böylece hem radikalizme karşı olduğunu, devlet tavrı sergileyebileceğini gösterdi hem de Mısır’ı Sina Yarımadası’na askeri olarak sokmuş, bunu da önceden İsrail’e haber vermeyerek, 1979 anlaşmasını delerek gerçekleştirmiş oldu. 3) Mursi, ilk yurtdışı gezisini, ABD’nin davetine uymayarak önce Suudi Arabistan’a, sonra Çin’e yaptı. Mısır basınına göre Mursi Çin’den 5 milyar dolarlık yatırım vaadiyle döndü. 4) Mursi, ABD ve Avrupa’nın aksi yönde baskılarına aldırmayarak Tahran’da yapılan Bağlantısızlar Zirvesi’ne katıldı. Böylece hem 1979’dan bu yana ilk kez İran’ı eden ziyaret Mısır Devlet Başkanı olarak ABD ile arasına mesafe koyuyor, Sünni- Şii kamplaşmasını aşan bir yaklaşım sergiliyor hem de zirvede, Suriye konusunda aldığı tavırla “ilkeli” bir siyasi tavır sergilemiş oluyordu. 5) Mursi’nin zirvede açıkladığı Suriye sorununu çözmek için Mısır, İran, Suudi Arabistan ve Türkiye’den oluşan yeni bir temas grubu kurma önerisi, (Asia Times’tan Kotsev’in iddialarına göre, Türkiye katılmak istemiyormuş) bölge ülkelerinin yanı sıra Avrupa, hatta ABD basınında, son bir şans olarak, olumlu karşılandı, Mısır’ın bölgede “vazgeçilmez ülke” olduğu biçiminde yorumlandı.
Subscribe to:
Posts (Atom)