Geçen hafta uluslararası medyanın ekonomi yazarları arasındaki tartışmalar ve kimi ilginç gelişmeler sanırım iki olguya işaret ediyordu.
Birincisi: Yaklaşık beş yıldır bir mali krizden bir türlü çıkamayan dünya ekonomisinde koşullar yeniden bozulmaya başlıyor. İkincisi: Bu, dünya ekonomisinin yönetiminden sorumlu olanların “artık yönetemediklerini ” gösteriyor. Bu koşullarda, İspanya’dan Yunanistan’a, Arap dünyasına uzanan kitle hareketleri, liberal demokrasiye karşı “gerçek demokrasi” talepleri, “yönetilenlerin de artık eskisi gibi yönetilmek istemediklerini” gösteriyor.
‘Toparlanma’ yavaşlıyor
Dünya ekonomisinin, ABD, Avrupa, Japonya, Çin gibi en büyük parçalarının son verileri, genel bir yavaşlamaya işaret ediyor.
ABD ekonomisi yılın ilk üç aylık döneminde yüzde 1.8 oranında büyümüştü. “High Frequency Economics” uzmanları ikinci üç aylık dönemde büyüme hızının yüzde 4 düzeyine ulaşmasını bekliyorlardı. Şimdi beklentilerini yüzde 2.8’e çekmişler. Geçen hafta açıklanan veriler işsizlik tazminatına başvuranların sayısında yine bir artış olduğunu gösteriyordu (New York Times). ABD’de nisan ayında dayanıklı tüketim mallarına olan talepte görülen yüzde 3.6’lık gerileme de (The Economist) bu beklentiyi destekliyordu.
Avrupa’nın durumu malum; bir taraftan Merkez Bankası’nın ve Almanya’nın dayattığı kemer sıkma politikaları, diğer taraftan yüksek borçlanma faizleri ekonomik toparlanmaya izin vermiyordu. Markit ve HSBC’nin bir öncü gösterge olarak kullandıkları “Avro Bölgesi Satın Alma Müdürleri Anketi”nin son bulguları endeksin, nisanda 57.8 düzeyinden, mayıs ayında, sert bir biçimde 55.4’e gerilediğini gösteriyor (The Economist). Ancak, The Economist’e göre piyasalarda en büyük etkiyi, Çin imalat sanayisi için oluşturulan benzer bir göstergenin, mayıs ayında 51.1’le uzun dönemli ortalama olan 52.3’ün belirgin bir biçimde altına inmiş olmasıydı.
Bunlara Japonya’da ekonominin yeniden resesyona girmiş, tüketici fiyat endeksinin nisan ayında yüzde -4.8 gerilemiş olmasını ekleyince ortaya çıkan görüntünün piyasaları olumsuz etkilemesi de kaçınılmazdı. Gelişmiş ekonomilerin borsalarının endeksi MSCI mayıs ayında yüzde 4.2 değer kaybetmiş (Washington Post). Bir Associated Press yorumunda da Dow Jones’un bu ay yüzde 3.5 Asya borsalarının da genelde yüzde 3 dolayında değer kaybettiklerine dikkat çekiliyordu.
Geçen hafta UBS AG ve IHS Global Insight’ın, dünya ekonomisine ilişkin 2011 büyüme öngörülerini, sırasıyla 3.9 ve 3.8’den 3.6 ve 3.5’e çektiklerini okuduk.
Ya ABD iflas ederse?
Avrupa’daki bir türlü aşılamayan borç krizine ilişkin tartışmalara geçen hafta çok daha korkutucu bir ekleme yapıldı: ABD’de Federal hükümetin borçlarını zamanında servis edemeyerek temerrüde düşme olasılığının giderek artıyor olmasından, bunun gerçekleşmesi halinde küresel mali piyasalarda bir paniğe yol açmasından korkuluyor.
ABD ekonomisi günde yaklaşık olarak 6 miyar dolar açık üreterek yoluna, 14.294 trilyon dolarlık borç sınırına çarpmak üzere, hızla devam ediyor. Bazı “kötümser” yorumculara göre, FED’in mali piyasaları desteklemek için yarattığı parasal genişleme 30 Haziran’da bitince ya ABD temerrüde düşecek ya da FED yeni bir parasal genişlemeyle muazzam bir enflasyon dalgasını harekete geçirecek.
Panik tüccarları bir yana, Wall Street Journal’ın emektar analistlerinden Peggy Noonan da bu konuya geçen haftaki yazısında “On yılın sözcüğü: Sürdürülemez” başlığıyla eğiliyor, “Washington nihayet borç krizini kabul etti. Ama önlem alabilecek mi” diye sorarak devam ediyordu. Ancak Noonan’ın “Bizi bu belanın içine sokanlarla, şimdi bizi bu beladan çıkaracağını iddia edenler aynı siyasetçiler. Kim onların sözünü, niye ciddiye alsın ki” saptaması, bu konuda pek de umutlu olmadığını gösteriyordu. Aslında galiba artık ABD’nin temerrüde düşmesinin engellenemeyeceğine inanılıyor. Öyleyse durumu idare etmenin yollarını aramak, panik önlemeye yönelik bir söylem üretmek gerekiyor.
Wall Street Journal’da “The Armageddon Lobby” (Temerrüt olunca felaket olacak diyenler) başlıklı yorum, bu temerrüde düşme durumunun aslında “teknik bir iflas” (yalnızca geçici bir aksama) olacağını, etkilerini abartmamak gerektiğini, bono piyasalarının bu durumu anlayarak paniklemeyeceğini savunuyordu. Public Banking Institute’ün direktörü Ellen Brown’un The Asia Times’da aktardığına göre, WSJ’nin yorumuyla ilgili olarak, Suudi Prensi El Valit bin Talat CNBC’ye, 20 Mayıs’ta verdiği bir demeçte “Bu bir kumardır. Siz dünya liderisiniz bununla kumar oynayamazsınız” diyormuş.
Ellen Brown, bir temerrüde düşme durumunda “yalnızca hükümet felç olmakla kalmaz, borçlanma faizleri tavana çarpar, bono fiyatları yere çakılır. Bu bonoları karşılık olarak tutan bankaların portföyleri çöker, bankalar piyasasında likidite yine kurur” diyor ve ekliyor “ABD, hemen ‘AAA’ kredi notunu kaybeder”. Brown, 1931’de İngiltere’nin sterlin karşılığında altın veremeyecek duruma düşmesiyle tetiklenen, tarihin en büyük depresyonuyla, bugün ABD’nin temerrüde düşmesiyle tetiklenmesi olası süreç arasından bir paralellik de kuruyor.
Bu madalyonun öbür yüzü
Dünya ekonomisinde “toparlanma” yavaşlıyorsa, gündemde ABD ekonomisinde ya temerrüde düşme ya da yeni bir likidite genişlemesi olasılığı varsa; bu madalyonun öbür yüzünde işsizlikte de, yoksullaşmada da sıçrama yaratacak yeni bir toplumsal yıkım dalgası var demektir.
Mali sermayenin emtia piyasalarında enerji ve temel besin maddelerinin fiyatlarına yukarı doğru güçlü bir basınç yaratarak çalışanların yoksullaşma sürecini hızlandırdığı da bir gerçek.
Ama, dünya ekonomisini yönetme iddiasında olanlar ekonomik krize, yoksullaşmaya, işsizliğe bir çare üretmeye gelince, tam anlamıyla bir siyasi ve entelektüel iflas sergiliyorlar.
Sağlık, eğitim, işsizlik ödeneği gibi sosyal harcamalara kaynak bulunamazken, “Wall Street Journal S&P 500” endeksindeki firmaların, 960 milyar dolar nakit paranın üzerinde oturduğunu aktarıyor. Yatırılacak verimli alan yokmuş!
İşte bu tür saçmalıklardan dolayı Avrupa ve Arap dünyasında meydanları dolduranlar (dünya proletaryası), giderek daha belirgin bir sesle, liberal demokrasiye alternatif, bir “gerçek demokrasi”, buna uygun ekonomi, kaynak yönetimi talep ediyor. BM yeni “ekmek ayaklanmaları” olabilir derken gazeteler artık bu talepleri sayfalarına daha çok taşıyor. İnanılacak gibi değil ama The Guardian, işçilerin fabrikaları kendileri yönettikleri takdirde, daha önce patrona verilen kaynakları, bu kez vergi olarak devlete ya da yerel gelişme projelerine aktararak çok daha akılcı, topluma katkı yapıcı bir biçimde değerlendirebileceklerini savunan geniş kapsamlı bir makaleye sayfalarında yer verebiliyor (R.Wol, 27 Mayıs).
Besbelli ki dünyada artık yeni rüzgârlar esiyor...
Monday, May 30, 2011
Friday, May 20, 2011
“Egemen Kanaat”e karşı bir yazı
Türkiye’de AKP’nin genel seçimleri büyük farkla kazanarak, tek başına hükümet kurmanın ötesinde, Anayasa değişikliği yapabilecek bir meclis çoğunluğuna ulaşabileceğine ilişkin bir “kanaat” egemen oldu.
“Düşüncenin” görevi toplumda egemen olan “kanaatleri” sorgulamaktır. Bu yüzden, şu soruyu sorabiliriz: Seçimlere giden konjonktürde, bu egemen kanaati desteklemeyen hatta aksi yönde etkenler var mıdır? Ben var olduğuna inanıyorum.
Çok “özel” Bir Parti
AKP kendi düşünürlerinin de bir çok kez vurguladığı gibi iç ve dış dinamiklerin kesişmesinin ürünü olarak ortaya çıkmış, çok özel bir partidir.
İç dinamikler, düzen partilerinin yönetemeyerek halkın gözünde, medyanın da büyük katkılarıyla, “iflas etmiş”, iktidarsızlaşmış kurumlar durumuna düşmesine yola açan siyasi ve sonra ekonomik bir krizle ilgilidir. Bu kriz sırasında, Siyasal İslam bölünerek içinden liberal ve küreselleşmeci bir kanat ortaya çıkarıldı. Bu kanat, liberal entelijansiyanın büyük katkılarıyla, toplumun geleneksel olarak Siyasal İslam’ın ideolojik ve kültürel erişiminin dışında kalmış, etkilenmemiş kesimleriyle bir diyalog kurarak, geleneksel egemen ideolojiye karşı yeni bir hegemonya süreci başlatabildi.
Dış dinamiklerse, ABD’nin 11 Eylül’le birlikte bölgede başlattığı “yeniden düzenleme” sürecinde, ABD yanlısı ve neoliberal eğilimli bir Müslüman müttefik yönetime (araca) gerek duyulmasıyla ilgilidir. Bu gereksinimin bir sonucu olarak, Tayyip Erdoğan, daha henüz resmi bir kimliği yokken Beyaz Saray’da “Oval Office” de Bush’la baş başa konuşabilmiş, daha sonra Richard Perle’in koltuğu altında American Enterprise Institute’de “Derin Demokrasi” başlıklı bir semineri verebilmiştir.
Bu iki eğilimin kesiştiği yerde, AKP, hem ulusal hem de uluslararası medyanın yardımıyla, “Askeri vesayeti” yıkarak demokratik hakları geliştirmeyi, Avrupa Birliğine girmeyi, Kürt sorununu çözmeyi hedefleyen, bölgede başlamakta olan Jeopolitik alt üst oluştan yararlanmaya yatkın bir parti olarak , medyanın ve “kanat önderlerinin” (ki o zaman henüz bir AKP medyası, “yandaşlık” olgusu yoktur) katkılarıyla, seçmene sunulmuş ve seçmen tarafından kabul görmüştür. Böylece Siyasal İslam’ın çekirdek seçmenine, yaşam tarzı, ait olduğu “hakikat rejimi” açısından Siyasal İslam’dan geleneksel olarak uzak bir seçmenin kabulü eklenmiş ve AKP seçimleri kazanmıştır. Kısacası AKP içerde siyasi, ekonomik hatta ideolojik bir krizin (rejim krizinin), dışarda da başlamakta olan bir jeopolitik krizin çakışan dinamiklerinin ürünü, diğer bir deyişle, siyasal İslam’ın (bir hareketin) olağan üstü koşullarda ürettiği olağan üstü bir partidir.
Bunu, AKP liderliğinin dayandığı “ilişkiler matrisine” bakarak da görebiliriz. Bu “matris”, hem AKP’nin hem ülke içinde oluşturmaya ve yönetmeye başladığı hegemonya ve trasformismo (pasif devrim süreci içinde yanına çekerek dönüştürme) sürecinden, hem de siyasal İslam hareketi içinde farklı kesimleri bir arada tutmayı amaçlayan bir ikinci hegemonya sürecinden, hem de dış destekleri koruma ve bu üç eksen arasında bir modis operandi kurma zorunluluğundan oluşmaktadır. AKP’nin bir kez daha seçimleri kazanabilmesi bu matrisin işleyebilmesine bağlı olacaktır.
AKP’nin başarısının üç “balon”u
Bu noktada, AKP’yi bu güne getiren sürece baktığımızda “üç balon”dan (yapay hatta sanal yükselişten) söz edebiliriz: Ekonomik balon, Dış Politika Balonu ve Demokrasi Balonu. Yukarıda sorduğum “Bu seçimlerde bu egemen kanaati desteklemeyen, hatta bu egemen kanaate karşı etkenler var mıdır?” sorusunun verdiğim “Evet var” cevabı da işte bu üç “balon” la ilgili.
Ekonomik balonu görebilmek için AKP döneminde yaşanan ekonomik büyümenin finansal kaynaklarına bakmak yeter. AKP döneminde katlanarak artan dış borç, Milli Gelirin yüzde 6’ına ulaşan tüketici kredileri, bu yıl bir önceki, döneme göre yüzde yüzden fazla artan cari açık bu büyümenin bir kredi balonuna dayalı olduğunu gösteriyor. Yabancı firmaların karlarını dışarı çıkartma oranlarında geçen yıl yaşanan rekor artış, geçen hafta borsada yaşanan yüzde 5+ gerileme, dış ticaret açığının, ekonomideki ısınmanın, Wall Street Journal, Financial Times, The Economist gibi yayınlarda kimi zaman “fokur fokur kaynıyor” gibi ifadelerle tartışılmaya başlanması da balonun patlamak üzere olduğunu düşündürüyor.
Dış politika “balonu”da Büyük Ortadoğu Projesiyle başladığı varsayılan yeni dönemde, Türkiye’nin, bölgesinde, hatta dünyada sorun çözücü irade, ABD projesi ve İsrail güvenliği açısından önemli bir aktör haline gelecek olması umuduyla ilgiliydi. Bu umut sonra, “dünya gücüyüz, bölge lideriyiz” fantezilerine dönüştü. Ancak, bu fantezilere dayalı dış politika, bir sonuç üretemediği gibi bu yıl, “Arap uyanışı” denen olayların dalgası çarpınca dağılıverdiler. Filistin sorununda esas irade Mısır’ın elindeydi.
Komşularla sıfır sorun olanaksızdı. Dünyada yeni dengeler oluşur, Çin, Hindistan Brezilya varken, en yoksul ülkelere ağabeylik etmeye kalkmak tam anlamıyla bir hayaldi. AB üyeliği ise çoktan gündemden çıkmıştı. Kısacası, AKP, seçimlere, “dünya gücü, bölge lideri oluyoruz” balonu patlamış olarak gidiyor.
Demokrasi balonunun da patladığı görülüyor. Kürt açılımı, Kürtlerin suratına şiddetle çarparak kapanır, Kürtler kendi yolarına gitmeye hazırlanırken, bireysel özgürlükleri arttırmak iddiasıyla, başlayan süreç, hırçın polis baskısına. birey özelini imha eden, telefon dinleme kaset üretme vb.. kanalına girdi. Yeni tarz siyaset, rakiplerini sürekli yalancılıkla suçlayan (burjuva siyaset geleneğinde rakip partilerin liderleri birbirlerini meşru sayar, kişiliklerine saldırmazlar) bir dile dönüşür, seçim kampanyalarının söylemi din ahlak alanına çekilirken, yakın zamana kadar AKP’yi destekleyen liberal aydınlar arasında “askeri vesayetin yerini siyasi vesayet” alıyor korkusu oluştu.
Bu üç balon patlarken, siyasi arenada, bir önceki seçimlerden farklı olarak üç önemli etken var. Biri, ana muhalefet partisi CHP’nin. yeni lideri ve söylemiyle seçmenin, hatta liberal aydınların ilgisini çekmeye başlaması. İkinci etken de ısrarla yükselmeye başlayan toplumsal muhalefet dalgası. Üçüncüsü, Darbe korkusu, Ergenekon şaşkınlığı yatışırken AKP, seçim kampanyalarında yeni, tutarlı ve tanımlanabilir bir söylem üretememesi, dilinin bu ülkede alışılmadık ölçüde sertleşmeye başlaması.
Tüm bunlar, bana, bu günkü konjonktürün içinde egemen kanaati sorgulayan gelişmelerin de olduğunu, egemen kanaate teslim yada tutsak olmamak gerektiğini düşündürüyor.
“Düşüncenin” görevi toplumda egemen olan “kanaatleri” sorgulamaktır. Bu yüzden, şu soruyu sorabiliriz: Seçimlere giden konjonktürde, bu egemen kanaati desteklemeyen hatta aksi yönde etkenler var mıdır? Ben var olduğuna inanıyorum.
Çok “özel” Bir Parti
AKP kendi düşünürlerinin de bir çok kez vurguladığı gibi iç ve dış dinamiklerin kesişmesinin ürünü olarak ortaya çıkmış, çok özel bir partidir.
İç dinamikler, düzen partilerinin yönetemeyerek halkın gözünde, medyanın da büyük katkılarıyla, “iflas etmiş”, iktidarsızlaşmış kurumlar durumuna düşmesine yola açan siyasi ve sonra ekonomik bir krizle ilgilidir. Bu kriz sırasında, Siyasal İslam bölünerek içinden liberal ve küreselleşmeci bir kanat ortaya çıkarıldı. Bu kanat, liberal entelijansiyanın büyük katkılarıyla, toplumun geleneksel olarak Siyasal İslam’ın ideolojik ve kültürel erişiminin dışında kalmış, etkilenmemiş kesimleriyle bir diyalog kurarak, geleneksel egemen ideolojiye karşı yeni bir hegemonya süreci başlatabildi.
Dış dinamiklerse, ABD’nin 11 Eylül’le birlikte bölgede başlattığı “yeniden düzenleme” sürecinde, ABD yanlısı ve neoliberal eğilimli bir Müslüman müttefik yönetime (araca) gerek duyulmasıyla ilgilidir. Bu gereksinimin bir sonucu olarak, Tayyip Erdoğan, daha henüz resmi bir kimliği yokken Beyaz Saray’da “Oval Office” de Bush’la baş başa konuşabilmiş, daha sonra Richard Perle’in koltuğu altında American Enterprise Institute’de “Derin Demokrasi” başlıklı bir semineri verebilmiştir.
Bu iki eğilimin kesiştiği yerde, AKP, hem ulusal hem de uluslararası medyanın yardımıyla, “Askeri vesayeti” yıkarak demokratik hakları geliştirmeyi, Avrupa Birliğine girmeyi, Kürt sorununu çözmeyi hedefleyen, bölgede başlamakta olan Jeopolitik alt üst oluştan yararlanmaya yatkın bir parti olarak , medyanın ve “kanat önderlerinin” (ki o zaman henüz bir AKP medyası, “yandaşlık” olgusu yoktur) katkılarıyla, seçmene sunulmuş ve seçmen tarafından kabul görmüştür. Böylece Siyasal İslam’ın çekirdek seçmenine, yaşam tarzı, ait olduğu “hakikat rejimi” açısından Siyasal İslam’dan geleneksel olarak uzak bir seçmenin kabulü eklenmiş ve AKP seçimleri kazanmıştır. Kısacası AKP içerde siyasi, ekonomik hatta ideolojik bir krizin (rejim krizinin), dışarda da başlamakta olan bir jeopolitik krizin çakışan dinamiklerinin ürünü, diğer bir deyişle, siyasal İslam’ın (bir hareketin) olağan üstü koşullarda ürettiği olağan üstü bir partidir.
Bunu, AKP liderliğinin dayandığı “ilişkiler matrisine” bakarak da görebiliriz. Bu “matris”, hem AKP’nin hem ülke içinde oluşturmaya ve yönetmeye başladığı hegemonya ve trasformismo (pasif devrim süreci içinde yanına çekerek dönüştürme) sürecinden, hem de siyasal İslam hareketi içinde farklı kesimleri bir arada tutmayı amaçlayan bir ikinci hegemonya sürecinden, hem de dış destekleri koruma ve bu üç eksen arasında bir modis operandi kurma zorunluluğundan oluşmaktadır. AKP’nin bir kez daha seçimleri kazanabilmesi bu matrisin işleyebilmesine bağlı olacaktır.
AKP’nin başarısının üç “balon”u
Bu noktada, AKP’yi bu güne getiren sürece baktığımızda “üç balon”dan (yapay hatta sanal yükselişten) söz edebiliriz: Ekonomik balon, Dış Politika Balonu ve Demokrasi Balonu. Yukarıda sorduğum “Bu seçimlerde bu egemen kanaati desteklemeyen, hatta bu egemen kanaate karşı etkenler var mıdır?” sorusunun verdiğim “Evet var” cevabı da işte bu üç “balon” la ilgili.
Ekonomik balonu görebilmek için AKP döneminde yaşanan ekonomik büyümenin finansal kaynaklarına bakmak yeter. AKP döneminde katlanarak artan dış borç, Milli Gelirin yüzde 6’ına ulaşan tüketici kredileri, bu yıl bir önceki, döneme göre yüzde yüzden fazla artan cari açık bu büyümenin bir kredi balonuna dayalı olduğunu gösteriyor. Yabancı firmaların karlarını dışarı çıkartma oranlarında geçen yıl yaşanan rekor artış, geçen hafta borsada yaşanan yüzde 5+ gerileme, dış ticaret açığının, ekonomideki ısınmanın, Wall Street Journal, Financial Times, The Economist gibi yayınlarda kimi zaman “fokur fokur kaynıyor” gibi ifadelerle tartışılmaya başlanması da balonun patlamak üzere olduğunu düşündürüyor.
Dış politika “balonu”da Büyük Ortadoğu Projesiyle başladığı varsayılan yeni dönemde, Türkiye’nin, bölgesinde, hatta dünyada sorun çözücü irade, ABD projesi ve İsrail güvenliği açısından önemli bir aktör haline gelecek olması umuduyla ilgiliydi. Bu umut sonra, “dünya gücüyüz, bölge lideriyiz” fantezilerine dönüştü. Ancak, bu fantezilere dayalı dış politika, bir sonuç üretemediği gibi bu yıl, “Arap uyanışı” denen olayların dalgası çarpınca dağılıverdiler. Filistin sorununda esas irade Mısır’ın elindeydi.
Komşularla sıfır sorun olanaksızdı. Dünyada yeni dengeler oluşur, Çin, Hindistan Brezilya varken, en yoksul ülkelere ağabeylik etmeye kalkmak tam anlamıyla bir hayaldi. AB üyeliği ise çoktan gündemden çıkmıştı. Kısacası, AKP, seçimlere, “dünya gücü, bölge lideri oluyoruz” balonu patlamış olarak gidiyor.
Demokrasi balonunun da patladığı görülüyor. Kürt açılımı, Kürtlerin suratına şiddetle çarparak kapanır, Kürtler kendi yolarına gitmeye hazırlanırken, bireysel özgürlükleri arttırmak iddiasıyla, başlayan süreç, hırçın polis baskısına. birey özelini imha eden, telefon dinleme kaset üretme vb.. kanalına girdi. Yeni tarz siyaset, rakiplerini sürekli yalancılıkla suçlayan (burjuva siyaset geleneğinde rakip partilerin liderleri birbirlerini meşru sayar, kişiliklerine saldırmazlar) bir dile dönüşür, seçim kampanyalarının söylemi din ahlak alanına çekilirken, yakın zamana kadar AKP’yi destekleyen liberal aydınlar arasında “askeri vesayetin yerini siyasi vesayet” alıyor korkusu oluştu.
Bu üç balon patlarken, siyasi arenada, bir önceki seçimlerden farklı olarak üç önemli etken var. Biri, ana muhalefet partisi CHP’nin. yeni lideri ve söylemiyle seçmenin, hatta liberal aydınların ilgisini çekmeye başlaması. İkinci etken de ısrarla yükselmeye başlayan toplumsal muhalefet dalgası. Üçüncüsü, Darbe korkusu, Ergenekon şaşkınlığı yatışırken AKP, seçim kampanyalarında yeni, tutarlı ve tanımlanabilir bir söylem üretememesi, dilinin bu ülkede alışılmadık ölçüde sertleşmeye başlaması.
Tüm bunlar, bana, bu günkü konjonktürün içinde egemen kanaati sorgulayan gelişmelerin de olduğunu, egemen kanaate teslim yada tutsak olmamak gerektiğini düşündürüyor.
Wednesday, May 11, 2011
İran’da rejim krizi...
İran Molla Rejimi, şaibeli 2009 seçimlerinin ardından patlak veren isyanı zorlanarak da olsa bastırmıştı. Ancak son haftalarda Devlet Başkanı Ahmedinejad’la, 2009’da onun seçim zaferini “tanrının mucizesi” sözleriyle onaylayan “Dini Lider” Hamaney arasında hızla derinleşen siyasi-ideolojik çatlak İran’da bir “Rejim Krizi”nin başladığını gösteriyor.
Büyücüler, Cinler, Periler
Yukarda değindiğim “çatlak” 17 Nisan’da Ahmedinejad’ın İstihbarat bakanı Heydar Moslehi’nin istifasını kabul ettiğini açıklayınca derinleşmeye başladı. Devrim muhafızlarının eski temsilcilerinden ve Hamaney’e yakınlığıyla bilinen Moslehi, Ahmedinejad’ın personel müdürü, en yakın danışmanı Rahim Maşai’nin ofisini dinlettiği için baskı altındaydı; sonunda istifasını vermek zorunda bırakılmıştı.
Ancak Hamaney dini lider olarak yetkisini kullanıp, Ahmedinejad’ın otoritesini hiçe sayarak Moslehi’yi görevine iade etti. Bunun üzerine Ahmedinejad, hükümet toplantılarını boykot ederek evine çekildi. On gün sonra yeniden ortaya çıktığında, Hamaney’le sorunlarını çözümlediğini, aralarındaki ilişkinin baba-oğul gibi olduğunu ileri sürdü. Hamaney’e yakın bir Molla’nın, Ahmedinejad’ı “İmam’la öğrencisi” nitelemesiyle düzeltmesi, Ahmedinejad’ın katıldığı ilk hükmet toplantısında, İstihbarat bakanlığına geri dünmüş olması gereken Moslehi’nin katılmaması krizin devam ettiğini söylüyordu.
Geçen hafta Ahmedinejad’ın, özellikle de Maşai’nin yakın çevresinden kimi bürokrat ve danışmanlar büyücülük yapmakla, ruhlarla ilişki kurmakla suçlanarak tutuklandılar. Bu sırada, Hamaney’e yakın medyada Maşai’yi cin çağırmakla, “bilinmeyen tarafla ilişki kurmakla” suçlayan, yorumlar yayımlanıyordu.
On beşinci Yüzyıl İspanyol Engizisyonu anımsatan bu garabetin arkasında gerçek bir siyasi hesaplaşma ve modern kapitalist devletin gereksinimleriyle dini “Hakikat Rejimi”ni bağdaştırmanın olanaksızlığı var.
“Mehdi çok yakında dönüyor”
İran’daki durumu düşünürken Peygamberin devamı olarak kabul edilen 12 İmam’a ilişkin söylem özellikle önemli. Şii teolojisi bu imamlardan sonuncusunun ölmediğini, bir gün geri dönerek dünyaya barış, düzen getirmek üzere tanrı tarafından saklandığını söylüyor. Bu 12. ve halen saklı İmam’ın bir diğer sıfatı da Mehdi.
Söylentilere göre, Ahmedinejad ilk seçildiğinden bu yana Mehdi’nin, artık her an gelmek üzere olduğuna (zamanın sonuna gelindiğine) inanıyor. Öyle ki, Ahmedinejad’ın ilk hükümet toplantılarından birinde. Mehdi döndüğünde, görmeye gelecek olanları misafir etmek amacıyla yeni oteller yapılmasına ilişkin bir tartışma da yaşanmış.
Ahmedinejad’ın, ilk bakışta Şii teolojisine uygun görünen beklentisinin, aslında, iki önemli sorunu var. Birincisi, Ahmedinejad’ın böyle konularda açıklama yapmaya, Mehdi’yi karşılamaya hazırlanmaya yetkisi yok. Bu Hamaney’in liderliğindeki Ruhban Sınıfı’nın iktidar alanına giriyor. İkincisi Mehdi’nin az sonra gelecek olması, bu Ruhban sınıfını gereksizleştirmeye başlıyor. Kısacası “Mehdi geliyor” söylemi Ruhban sınıfının egemenliğini tehdit ediyor. Bu yüzden Ruhan sınıfı bu söylemi, hele bu sınıfın dışından, Ahmedinejad gibi sıradan biri tarafından dile getirilmesini “batıl itikat” olarak niteliyor, kendi otoritesine yönelik bir tehdit olarak görüyor.
Ruhban sınıfının kendi otoritesine, hatta varlığına yönelik tehdit ve “küfür” olarak gördüğü bir şey daha var: İran Ulusalcılığı. Ahmedinejad’a yakın çevreler tarafından üretilerek, ülke çapında milyonlarcası dağıtılan “Zahur Nazdic Ast” (yeniden zuhur –ortaya çıkış- çok yakın) başlıklı, Hizbullah Lideri Nasrullah ile Hamaney’i, Mehdi gelmeden önce düşmanla 72 ay savaşacak komutanlar olarak niteleyen DVD ve Ahmedinejad’ın, Nevruz bayramında Müslümanlık öncesi İran’ı öven sözleri, Ruhban Sınıfı’nın büyük tepkisini çekmiş.
Şimdilik “çekilen bıçaklar”, öncelikle Ahmedinejad’ın dünürü ve baş danışmanı Mashai üzerinde yoğunlaşmış görünüyor. Çünkü DVD’nin Mashai’nin adamlarının ürünü olduğu anlaşılıyor. Ahmedinejad’ın baş danışmanı sıfatıyla devletin günlük işerini yürüterek fiilen Devlet başkanı gibi davranmakla suçlanan Mashai’nın üç “günahı” daha var. Birincisi, İran İslam’ının Müslümanlığın diğer dallarından daha üstün olduğunu savunuyor. İkincisi, çok sık çıktığı dış gezilerinde Batı’yla yakınlaşmanın yeni yollarını aradığına inanılıyor. Üçüncüsü, Mashai’nin gelmekte olan “Mehdi’yle metafizik bir bağlantısı oluğunu iddia ettiği” söyleniyor. Kısacası Mashai Ruhban sınıfını tehdit eden her iki akımında kesiştiği nokta oluyor.
İki hesap hatası...
Hamaney, 2009’da şaibeli seçim sonuçlarına ve yükselen halk muhalefetine rağmen Ahmedinejad’ın başkanlığını onaylarken, kimi yorumculara göre, hem Ahmedinejad’ın reformcuları bastıracağını, hem de arkasındaki şaibeli seçimleri, yerini de kendisine borçlu olduğunu düşünerek daha uyumlu olacağı hesaplıyordu.
Buna karşılık Ahmedinejad, Hamaney’in gündelik siyasete karışarak yıpranmasına, reformcularla arasında büyük bir uçurum oluşmasına, bakarak dengeleyici bir başka güçten de yoksun olduğuna inanıyordu; böylece Ruhban sınıfının etkisini azaltarak kendi “Mehdici” ve ulusalcı gündemini uygulamaya koyacaktı.
Ancak bu iki hesap boş çıkacak, Ahmedinejad’la, Hamaney arasında neredeyse “Bonapartist” olarak niteleyebileceğimiz denge oluşacak, bu dengeden de bir üçüncü güç, Devrim Muhafızları ve Basici milisleri yararlanacaktı.
Ahmedinejad’ın biyografisini yazan Kasra Naji’ye göre, Ahmadinejad iktidara gelir gelmez, ülkede çoktan bir ekonomik güç haline gelmiş olan Devrim Muhafızlarının şirketlerine devlet projelerini, ihale almaya gerek duymadan dağıtmaya başladı. Devrim muhafızları ve Basici milisleri de bu borçlarını, 2009’da patlak veren ayaklanmayı bastırarak ödediler.
Ancak Ahmedinejad ile Hamaney arasındaki çatışma sertleşmeye başladığında Devrim Muhafızları bu kez Hamaney’ın dağıttığı projelerden yararlanmaya başladılar. Basici Milislerinin Başkanı Mohamed Reza Naghdi “gelecek fesat yaratma girişimlerinin doğası 2009’dakilerden farklı olacak. 2009’da kolayca tanıyabildiğimiz insanlar vardı. Bu kez dostla düşmanı ayırmak çok zor olacak... Bu kez karşımıza Kuran’la dualarla, yüzeysel bir adalet ve “Mehdi”ci söylemle çıkacaklar” dedikten, esas düşmanın “İslam’dan sapanlar” olacağını saptadıktan sonra, Devrim Muhafızlarının, 1500 devlet projesini yöneten en büyük yatırım şirketi Khatam ol Anbia’ya günde 19 milyon kübik metre kapasiteli iki dev doğal gaz kaynağını geliştirme hakkı ihalesiz verildi (A.P., 01/05/011)
2012’de Meclis, 2013’de de başkanlık seçimleri var. İyice yaşlanmış olan Hamaney’in yerini kimin alacağını da saptamak gerekecek. Hiyerarşik olarak sırada özel sermaye kesimlerinin temsilcisi, şekillenen “yeni orta sınıfa” yakın, Batı’ya karşı uzlaşmacı bir yaklaşımdan yana olduğuna inanılan, Ruhban sınıfı içinde yeterli destekten yoksun, Rafsanjani’nin olması, sürecin iyice karmaşıklaşacağını gösteriyor. Bu koşullarda rejim krizi derinleştikçe, Devrim Muhafızları’nın ve Basici milislerinin “kral yapıcı” olarak gücünün ve militaristleşmenin daha da artmasını bekleyebiliriz.
Büyücüler, Cinler, Periler
Yukarda değindiğim “çatlak” 17 Nisan’da Ahmedinejad’ın İstihbarat bakanı Heydar Moslehi’nin istifasını kabul ettiğini açıklayınca derinleşmeye başladı. Devrim muhafızlarının eski temsilcilerinden ve Hamaney’e yakınlığıyla bilinen Moslehi, Ahmedinejad’ın personel müdürü, en yakın danışmanı Rahim Maşai’nin ofisini dinlettiği için baskı altındaydı; sonunda istifasını vermek zorunda bırakılmıştı.
Ancak Hamaney dini lider olarak yetkisini kullanıp, Ahmedinejad’ın otoritesini hiçe sayarak Moslehi’yi görevine iade etti. Bunun üzerine Ahmedinejad, hükümet toplantılarını boykot ederek evine çekildi. On gün sonra yeniden ortaya çıktığında, Hamaney’le sorunlarını çözümlediğini, aralarındaki ilişkinin baba-oğul gibi olduğunu ileri sürdü. Hamaney’e yakın bir Molla’nın, Ahmedinejad’ı “İmam’la öğrencisi” nitelemesiyle düzeltmesi, Ahmedinejad’ın katıldığı ilk hükmet toplantısında, İstihbarat bakanlığına geri dünmüş olması gereken Moslehi’nin katılmaması krizin devam ettiğini söylüyordu.
Geçen hafta Ahmedinejad’ın, özellikle de Maşai’nin yakın çevresinden kimi bürokrat ve danışmanlar büyücülük yapmakla, ruhlarla ilişki kurmakla suçlanarak tutuklandılar. Bu sırada, Hamaney’e yakın medyada Maşai’yi cin çağırmakla, “bilinmeyen tarafla ilişki kurmakla” suçlayan, yorumlar yayımlanıyordu.
On beşinci Yüzyıl İspanyol Engizisyonu anımsatan bu garabetin arkasında gerçek bir siyasi hesaplaşma ve modern kapitalist devletin gereksinimleriyle dini “Hakikat Rejimi”ni bağdaştırmanın olanaksızlığı var.
“Mehdi çok yakında dönüyor”
İran’daki durumu düşünürken Peygamberin devamı olarak kabul edilen 12 İmam’a ilişkin söylem özellikle önemli. Şii teolojisi bu imamlardan sonuncusunun ölmediğini, bir gün geri dönerek dünyaya barış, düzen getirmek üzere tanrı tarafından saklandığını söylüyor. Bu 12. ve halen saklı İmam’ın bir diğer sıfatı da Mehdi.
Söylentilere göre, Ahmedinejad ilk seçildiğinden bu yana Mehdi’nin, artık her an gelmek üzere olduğuna (zamanın sonuna gelindiğine) inanıyor. Öyle ki, Ahmedinejad’ın ilk hükümet toplantılarından birinde. Mehdi döndüğünde, görmeye gelecek olanları misafir etmek amacıyla yeni oteller yapılmasına ilişkin bir tartışma da yaşanmış.
Ahmedinejad’ın, ilk bakışta Şii teolojisine uygun görünen beklentisinin, aslında, iki önemli sorunu var. Birincisi, Ahmedinejad’ın böyle konularda açıklama yapmaya, Mehdi’yi karşılamaya hazırlanmaya yetkisi yok. Bu Hamaney’in liderliğindeki Ruhban Sınıfı’nın iktidar alanına giriyor. İkincisi Mehdi’nin az sonra gelecek olması, bu Ruhban sınıfını gereksizleştirmeye başlıyor. Kısacası “Mehdi geliyor” söylemi Ruhban sınıfının egemenliğini tehdit ediyor. Bu yüzden Ruhan sınıfı bu söylemi, hele bu sınıfın dışından, Ahmedinejad gibi sıradan biri tarafından dile getirilmesini “batıl itikat” olarak niteliyor, kendi otoritesine yönelik bir tehdit olarak görüyor.
Ruhban sınıfının kendi otoritesine, hatta varlığına yönelik tehdit ve “küfür” olarak gördüğü bir şey daha var: İran Ulusalcılığı. Ahmedinejad’a yakın çevreler tarafından üretilerek, ülke çapında milyonlarcası dağıtılan “Zahur Nazdic Ast” (yeniden zuhur –ortaya çıkış- çok yakın) başlıklı, Hizbullah Lideri Nasrullah ile Hamaney’i, Mehdi gelmeden önce düşmanla 72 ay savaşacak komutanlar olarak niteleyen DVD ve Ahmedinejad’ın, Nevruz bayramında Müslümanlık öncesi İran’ı öven sözleri, Ruhban Sınıfı’nın büyük tepkisini çekmiş.
Şimdilik “çekilen bıçaklar”, öncelikle Ahmedinejad’ın dünürü ve baş danışmanı Mashai üzerinde yoğunlaşmış görünüyor. Çünkü DVD’nin Mashai’nin adamlarının ürünü olduğu anlaşılıyor. Ahmedinejad’ın baş danışmanı sıfatıyla devletin günlük işerini yürüterek fiilen Devlet başkanı gibi davranmakla suçlanan Mashai’nın üç “günahı” daha var. Birincisi, İran İslam’ının Müslümanlığın diğer dallarından daha üstün olduğunu savunuyor. İkincisi, çok sık çıktığı dış gezilerinde Batı’yla yakınlaşmanın yeni yollarını aradığına inanılıyor. Üçüncüsü, Mashai’nin gelmekte olan “Mehdi’yle metafizik bir bağlantısı oluğunu iddia ettiği” söyleniyor. Kısacası Mashai Ruhban sınıfını tehdit eden her iki akımında kesiştiği nokta oluyor.
İki hesap hatası...
Hamaney, 2009’da şaibeli seçim sonuçlarına ve yükselen halk muhalefetine rağmen Ahmedinejad’ın başkanlığını onaylarken, kimi yorumculara göre, hem Ahmedinejad’ın reformcuları bastıracağını, hem de arkasındaki şaibeli seçimleri, yerini de kendisine borçlu olduğunu düşünerek daha uyumlu olacağı hesaplıyordu.
Buna karşılık Ahmedinejad, Hamaney’in gündelik siyasete karışarak yıpranmasına, reformcularla arasında büyük bir uçurum oluşmasına, bakarak dengeleyici bir başka güçten de yoksun olduğuna inanıyordu; böylece Ruhban sınıfının etkisini azaltarak kendi “Mehdici” ve ulusalcı gündemini uygulamaya koyacaktı.
Ancak bu iki hesap boş çıkacak, Ahmedinejad’la, Hamaney arasında neredeyse “Bonapartist” olarak niteleyebileceğimiz denge oluşacak, bu dengeden de bir üçüncü güç, Devrim Muhafızları ve Basici milisleri yararlanacaktı.
Ahmedinejad’ın biyografisini yazan Kasra Naji’ye göre, Ahmadinejad iktidara gelir gelmez, ülkede çoktan bir ekonomik güç haline gelmiş olan Devrim Muhafızlarının şirketlerine devlet projelerini, ihale almaya gerek duymadan dağıtmaya başladı. Devrim muhafızları ve Basici milisleri de bu borçlarını, 2009’da patlak veren ayaklanmayı bastırarak ödediler.
Ancak Ahmedinejad ile Hamaney arasındaki çatışma sertleşmeye başladığında Devrim Muhafızları bu kez Hamaney’ın dağıttığı projelerden yararlanmaya başladılar. Basici Milislerinin Başkanı Mohamed Reza Naghdi “gelecek fesat yaratma girişimlerinin doğası 2009’dakilerden farklı olacak. 2009’da kolayca tanıyabildiğimiz insanlar vardı. Bu kez dostla düşmanı ayırmak çok zor olacak... Bu kez karşımıza Kuran’la dualarla, yüzeysel bir adalet ve “Mehdi”ci söylemle çıkacaklar” dedikten, esas düşmanın “İslam’dan sapanlar” olacağını saptadıktan sonra, Devrim Muhafızlarının, 1500 devlet projesini yöneten en büyük yatırım şirketi Khatam ol Anbia’ya günde 19 milyon kübik metre kapasiteli iki dev doğal gaz kaynağını geliştirme hakkı ihalesiz verildi (A.P., 01/05/011)
2012’de Meclis, 2013’de de başkanlık seçimleri var. İyice yaşlanmış olan Hamaney’in yerini kimin alacağını da saptamak gerekecek. Hiyerarşik olarak sırada özel sermaye kesimlerinin temsilcisi, şekillenen “yeni orta sınıfa” yakın, Batı’ya karşı uzlaşmacı bir yaklaşımdan yana olduğuna inanılan, Ruhban sınıfı içinde yeterli destekten yoksun, Rafsanjani’nin olması, sürecin iyice karmaşıklaşacağını gösteriyor. Bu koşullarda rejim krizi derinleştikçe, Devrim Muhafızları’nın ve Basici milislerinin “kral yapıcı” olarak gücünün ve militaristleşmenin daha da artmasını bekleyebiliriz.
Tuesday, May 03, 2011
3011’den Bir Tarihçi
(Cumhuriyet, Dünya Ekonomisine Bakış, 2 Mayıs 2011)
Devlet Sonrası Uygarlıkların Karşılaştırmalı Tarihleri üzerine Gezegenler Arası Çalışma Grubu’nun 3011 Yılı Sempozyumu’nda benim de bir sunuş yapmam gerekince, dünya tarihinde (uzmanlık alanım antik uygarlıklar, özellikle ‘Kapitalizm’dir) “devlet sonrası” uygarlığa geçişi hazırlayan “büyük yıkım ve yenilenme” başlamadan önce yaşananlar üzerinde durmaya karar verdim. Sunuşumda Batı Bloku ile Asya Bloku arasında yoğunlaşan kaynak savaşları sırasında çöken Sünni Arap İmparatorluğu’nun doğuşu üzerinde özellikle durmayı düşünüyorum.
“Büyük isyan”, beklenmedik sonuç
Sanırım sunuşuma 2010 yılı sonunda Kuzey Afrika’dan yükselen büyük “Arap İsyanı”yla başlayacağım. Demokrasi talebiyle, 1848 devrimlerini, Tahrir Meydanı gibi, 1871 Komünü’nün yaşam alanlarını anımsatan bu dalga, hızla tüm Arap Dünyası’nı sardı. O zamana kadar kültürel bir yakıştırma olan “Arap Dünyası”nı, yeni iletişim teknolojilerinin de katkısıyla fiilen yarattı.
Bu dalgayla başlayan devrim sürecinin gündeme getirdiği “kopuş” olasılığı tüm dünyada “Devlet Sonrası Toplum” projesi üzerinde çalışan akımları, heyecanlandırdı, umutlandırdı. Aynı anda, zamanın gerilemekte olan ABD ve AB “emperyalizmi”, kendi ülkelerinde de özellikle dönemin “ücretli köleleri” (o zamanlar insanlar, yaşayabilmek için enerjilerini ücret karşılığında satmak zorundaydılar) arasında büyük ilgi uyandıran bu dalgayı yönlendirmek, nihayet söndürmek için sürece katıldı.
Bu dalganın başladığı ülkelerde “ücretli kölelerin” ürettiği değerlere el koyarak büyük servetler (bu garip kavramı burada açıklayamayacağım, isterseniz “Büyük Antropolojik Sözlük”e bakabilirsiniz) oluşturan grupların da kendi açılarından bu “halk” ayaklanmalarını, söndürmek için kimi ülkelerde “eski rejimle” uzlaşma yolları aramaya, kimi ülkelerde liderliği ele geçirmeye başladıkları görülüyordu. Bu gözlemleri aktaran kaynaklar bunların hemen her ülkede Müslüman Kardeşler olarak anılan dini hareket/parti karışımı (Bkz, B.A. Sözlük) yapılanmalarda örgütlendiklerine de dikkat çekiyorlar. Emperyalizmin müdahaleleri MK’lerin sınıf refleksleri, devrimci dalgayı oluşturanların siyasi programlar, zamana uygun örgütlenmeler oluşturmaktaki başarısızlıklarıyla birleşince devrimler beklenmedik sonuçlara yol açmaya başladılar. “Devlet sonrası” topluma açılan bir süreci doğrudan başlatamasa bile, bu dalganın dersleri , “büyük yıkım”da patlak veren ikinci dalganın nihayet yalnızca bölgede değil tüm gezegende bir başka tarihin başlatmasını kolaylaştırdılar.
Müslüman Blok’un oluşması
Önce Tunus, Mısır despotları yıkıldı. Yangından mal kaçırır gibi yapılan “Genel Seçimler” bu ülkelerde, devrimci dalgayı eritti, eski rejimin “burjuvazi” (Bkz. B.A. Sözlük), ordu (silahlı devlet burjuvazisi) ve Müslüman Kardeşler’de örgütlenmiş burjuvazi arasında, eski rejimin partilerinin de kapatılmalarının ardından konsolide olan ittifak, iktidarın Tunus ve Mısır’da Müslüman Kardeşler akımının eline geçmesini sağladı.
Bölgenin “pivot” ülkelerinden Mısır’da iktidarın MK’nın eline geçmesinin ilk etkisi, MK’nın bir dalı olan Hamas ile, Arafat öldürüldükten sonra ABD işbirlikçisi haline gelmiş olan Filistin Kurtuluş Örgütü’nün anlaşarak Filistin Yönetimi’ni birleştirilmesi oldu. Kimi tarihçiler o yaz çıkan ve İsrail’de nihayet “Barış Süreci”ne dönülmesine olanak veren yeni bir hükümetin oluşmasına da yol açan savaşın arkasında bu birleşmenin yattığına inanıyorlar. MK’nın Mısır’da iktidarı almasının ikinci etkisi de bu akımın Ürdün ve Suriye’deki benzerlerinin yönetimleri ele geçirmelerini kolaylaştırmak oldu.
Aynı yıl, Türkiye’de, MK geleneğinden büyük ölçüde etkilenmiş bir Sünni Müslüman hareketin partisi olarak anılan AKP’nin üçüncü kez iktidara gelmesi Kuzey Afrika’dan Türkiye’ye MK etkisinde bir Sünni bölgesinin şekillendiğini gösteriyordu. Voltreno gezegeninden ünlü tarihçi Szzemsçvio’ya göre, bir Yeni Osmanlı Barışı kurmayı hedefleyen bu akımın seçim zaferinin, yıllar sonra, Türkiye’nin bir Sünni Arap İmparatorluğu tarafından yutulmasına zemin hazırlaması dünya tarihinin ironilerinden biriydi.
Ve yıkılması
Müslüman Blok’un oluşması için İran ve Suudi “engellerinin” aşılması gerekiyordu. Tarihçiler, bu aşamada da Suriye krizinin, bir katalizör olarak büyük katkısı olduğunu düşünüyorlar.
Irak’ın işgalinden sonra, İran’ın bölgedeki etkisinin artmaya başlaması, Vahabi Suudi Rejimi’ni yeni bir stratejik oyuna yönlendirdi: ABD/İsrail etkisini kullanarak İran’dan kurtulmak. Bu bağlamda tarihçiler 2010’lu yıllarda Körfez’de İran’la giderek sertleşen bir silahlanma yarışına giren Suudi Krallığı’nın, Suriye’yi destabilize ederek, İran Hizbullah bağını koparmaya amaçladığını saptıyorlar. Nitekim aynı tarihçiler, Suriye’de yoksul Sünni alt sınıfların ayaklanmasını bir iç savaştan geçerek sonuçlandırabilmek, bu arada komünistleri de tasfiye etmek için, Suudi parasının, diplomatik basıncının, Suriye’deki Sünni burjuvazi -Alevi Devlet sınıfları ittifakını parçalama hedefi üzerinde yoğunlaştığını, bu arada Müslüman Kardeşler üzerinden muhalefeti silahlandırmaya başladığını aktarıyorlar.
Böylece Suudi rejimi Hizbullah’ın ABD/İsrail basıncına direnme koşullarını ortadan kaldırırken hem İran’ı yalnızlaştırıyor hem de Suriye-Türkiye eksenini kırarak, Türkiye’nin bölgede yükselme senaryosuna da bir son veriyordu. Tarihçiler Pakistan’ın gerektiğinde Suudi Arabistan’a yardıma göndermek için iki tümen ayırmasının, İran’ın yalnızlaşmasını derinleştirirken, Hindistan’ın Asya Bloku’na katılma sürecini hızlandırdığını da düşünüyorlar.
Bu gelişmelerde I. ve II. Obama Yönetimleri’nin Ortadoğu politikası da önemli bir rol oynamış. ABD, Arap dünyasıyla tek bir blok ve merkezi bir işbirlikçi yönetim aracılığıyla ilişki kurmayı, gerektiğinde, başına Petraeus’un atanmasından sonra daha da militaristleşen CIA yoluyla uzaktan ince ayar yapmayı, gerilemekte olan etkisine uygun bir çözüm olarak görmüş. Tarihçiler, stratejinin, giderek Yemen, Libya ve Cezayir’i de yutup, Irak’ı da içererek Kuzey Afrika’dan Türkiye’ye kadar uzanan coğrafyada, Müslüman Kardeşler geleneğine dayanan merkezi bir Müslüman – Sünni-Arap blokun sonra da devletinin oluşmasına yardımcı olduğunu düşünüyorlar.
Tarihçiler bu oluşumun da bir çok İroniyi birden içerdiğinde birleşiyorlar. ABD’nin uzaktan kontrol hesapları kontrolü olanaksız devasa bir devlet oluşturdu. İran’a karşı güçlenmeyi amaçlayan Suudi Krallığı, Müslüman Kardeşler hareketinden kendini koruyamadı. İran’ı gerileten süreç İsrail’i çok daha olumsuz koşullarda barış yapmaya, bir “Arap Denizi” içinde eriyip gitme olasılığına doğru sürükledi. Bu süreç petrolün tükenme eğilimiyle birleştiğinden bu “Büyük Sünni Arap İmparatorluğu” Batı ve Asya blokları arasındaki ekonomik, siyasi ve giderek askeri rekabetin getirdiği basınca dayanacak kaynaklardan yoksun kalarak 21. Yüzyılın sonuna doğru, büyük toplumsal hareketlerin de etkisiyle dağıldı.
Bundan sonrası artık “Devlet Sonrası Topluma Geçiş” sürecine ait olduğundan, ben de sunuşumu bu noktada keserim diye düşünüyorum. Tekrar davet edilirsem, gelecek sene Alfa Century Galaktik Bilimler Konferansı’nda bu konuyu sunmayı deneyebilirim.
Devlet Sonrası Uygarlıkların Karşılaştırmalı Tarihleri üzerine Gezegenler Arası Çalışma Grubu’nun 3011 Yılı Sempozyumu’nda benim de bir sunuş yapmam gerekince, dünya tarihinde (uzmanlık alanım antik uygarlıklar, özellikle ‘Kapitalizm’dir) “devlet sonrası” uygarlığa geçişi hazırlayan “büyük yıkım ve yenilenme” başlamadan önce yaşananlar üzerinde durmaya karar verdim. Sunuşumda Batı Bloku ile Asya Bloku arasında yoğunlaşan kaynak savaşları sırasında çöken Sünni Arap İmparatorluğu’nun doğuşu üzerinde özellikle durmayı düşünüyorum.
“Büyük isyan”, beklenmedik sonuç
Sanırım sunuşuma 2010 yılı sonunda Kuzey Afrika’dan yükselen büyük “Arap İsyanı”yla başlayacağım. Demokrasi talebiyle, 1848 devrimlerini, Tahrir Meydanı gibi, 1871 Komünü’nün yaşam alanlarını anımsatan bu dalga, hızla tüm Arap Dünyası’nı sardı. O zamana kadar kültürel bir yakıştırma olan “Arap Dünyası”nı, yeni iletişim teknolojilerinin de katkısıyla fiilen yarattı.
Bu dalgayla başlayan devrim sürecinin gündeme getirdiği “kopuş” olasılığı tüm dünyada “Devlet Sonrası Toplum” projesi üzerinde çalışan akımları, heyecanlandırdı, umutlandırdı. Aynı anda, zamanın gerilemekte olan ABD ve AB “emperyalizmi”, kendi ülkelerinde de özellikle dönemin “ücretli köleleri” (o zamanlar insanlar, yaşayabilmek için enerjilerini ücret karşılığında satmak zorundaydılar) arasında büyük ilgi uyandıran bu dalgayı yönlendirmek, nihayet söndürmek için sürece katıldı.
Bu dalganın başladığı ülkelerde “ücretli kölelerin” ürettiği değerlere el koyarak büyük servetler (bu garip kavramı burada açıklayamayacağım, isterseniz “Büyük Antropolojik Sözlük”e bakabilirsiniz) oluşturan grupların da kendi açılarından bu “halk” ayaklanmalarını, söndürmek için kimi ülkelerde “eski rejimle” uzlaşma yolları aramaya, kimi ülkelerde liderliği ele geçirmeye başladıkları görülüyordu. Bu gözlemleri aktaran kaynaklar bunların hemen her ülkede Müslüman Kardeşler olarak anılan dini hareket/parti karışımı (Bkz, B.A. Sözlük) yapılanmalarda örgütlendiklerine de dikkat çekiyorlar. Emperyalizmin müdahaleleri MK’lerin sınıf refleksleri, devrimci dalgayı oluşturanların siyasi programlar, zamana uygun örgütlenmeler oluşturmaktaki başarısızlıklarıyla birleşince devrimler beklenmedik sonuçlara yol açmaya başladılar. “Devlet sonrası” topluma açılan bir süreci doğrudan başlatamasa bile, bu dalganın dersleri , “büyük yıkım”da patlak veren ikinci dalganın nihayet yalnızca bölgede değil tüm gezegende bir başka tarihin başlatmasını kolaylaştırdılar.
Müslüman Blok’un oluşması
Önce Tunus, Mısır despotları yıkıldı. Yangından mal kaçırır gibi yapılan “Genel Seçimler” bu ülkelerde, devrimci dalgayı eritti, eski rejimin “burjuvazi” (Bkz. B.A. Sözlük), ordu (silahlı devlet burjuvazisi) ve Müslüman Kardeşler’de örgütlenmiş burjuvazi arasında, eski rejimin partilerinin de kapatılmalarının ardından konsolide olan ittifak, iktidarın Tunus ve Mısır’da Müslüman Kardeşler akımının eline geçmesini sağladı.
Bölgenin “pivot” ülkelerinden Mısır’da iktidarın MK’nın eline geçmesinin ilk etkisi, MK’nın bir dalı olan Hamas ile, Arafat öldürüldükten sonra ABD işbirlikçisi haline gelmiş olan Filistin Kurtuluş Örgütü’nün anlaşarak Filistin Yönetimi’ni birleştirilmesi oldu. Kimi tarihçiler o yaz çıkan ve İsrail’de nihayet “Barış Süreci”ne dönülmesine olanak veren yeni bir hükümetin oluşmasına da yol açan savaşın arkasında bu birleşmenin yattığına inanıyorlar. MK’nın Mısır’da iktidarı almasının ikinci etkisi de bu akımın Ürdün ve Suriye’deki benzerlerinin yönetimleri ele geçirmelerini kolaylaştırmak oldu.
Aynı yıl, Türkiye’de, MK geleneğinden büyük ölçüde etkilenmiş bir Sünni Müslüman hareketin partisi olarak anılan AKP’nin üçüncü kez iktidara gelmesi Kuzey Afrika’dan Türkiye’ye MK etkisinde bir Sünni bölgesinin şekillendiğini gösteriyordu. Voltreno gezegeninden ünlü tarihçi Szzemsçvio’ya göre, bir Yeni Osmanlı Barışı kurmayı hedefleyen bu akımın seçim zaferinin, yıllar sonra, Türkiye’nin bir Sünni Arap İmparatorluğu tarafından yutulmasına zemin hazırlaması dünya tarihinin ironilerinden biriydi.
Ve yıkılması
Müslüman Blok’un oluşması için İran ve Suudi “engellerinin” aşılması gerekiyordu. Tarihçiler, bu aşamada da Suriye krizinin, bir katalizör olarak büyük katkısı olduğunu düşünüyorlar.
Irak’ın işgalinden sonra, İran’ın bölgedeki etkisinin artmaya başlaması, Vahabi Suudi Rejimi’ni yeni bir stratejik oyuna yönlendirdi: ABD/İsrail etkisini kullanarak İran’dan kurtulmak. Bu bağlamda tarihçiler 2010’lu yıllarda Körfez’de İran’la giderek sertleşen bir silahlanma yarışına giren Suudi Krallığı’nın, Suriye’yi destabilize ederek, İran Hizbullah bağını koparmaya amaçladığını saptıyorlar. Nitekim aynı tarihçiler, Suriye’de yoksul Sünni alt sınıfların ayaklanmasını bir iç savaştan geçerek sonuçlandırabilmek, bu arada komünistleri de tasfiye etmek için, Suudi parasının, diplomatik basıncının, Suriye’deki Sünni burjuvazi -Alevi Devlet sınıfları ittifakını parçalama hedefi üzerinde yoğunlaştığını, bu arada Müslüman Kardeşler üzerinden muhalefeti silahlandırmaya başladığını aktarıyorlar.
Böylece Suudi rejimi Hizbullah’ın ABD/İsrail basıncına direnme koşullarını ortadan kaldırırken hem İran’ı yalnızlaştırıyor hem de Suriye-Türkiye eksenini kırarak, Türkiye’nin bölgede yükselme senaryosuna da bir son veriyordu. Tarihçiler Pakistan’ın gerektiğinde Suudi Arabistan’a yardıma göndermek için iki tümen ayırmasının, İran’ın yalnızlaşmasını derinleştirirken, Hindistan’ın Asya Bloku’na katılma sürecini hızlandırdığını da düşünüyorlar.
Bu gelişmelerde I. ve II. Obama Yönetimleri’nin Ortadoğu politikası da önemli bir rol oynamış. ABD, Arap dünyasıyla tek bir blok ve merkezi bir işbirlikçi yönetim aracılığıyla ilişki kurmayı, gerektiğinde, başına Petraeus’un atanmasından sonra daha da militaristleşen CIA yoluyla uzaktan ince ayar yapmayı, gerilemekte olan etkisine uygun bir çözüm olarak görmüş. Tarihçiler, stratejinin, giderek Yemen, Libya ve Cezayir’i de yutup, Irak’ı da içererek Kuzey Afrika’dan Türkiye’ye kadar uzanan coğrafyada, Müslüman Kardeşler geleneğine dayanan merkezi bir Müslüman – Sünni-Arap blokun sonra da devletinin oluşmasına yardımcı olduğunu düşünüyorlar.
Tarihçiler bu oluşumun da bir çok İroniyi birden içerdiğinde birleşiyorlar. ABD’nin uzaktan kontrol hesapları kontrolü olanaksız devasa bir devlet oluşturdu. İran’a karşı güçlenmeyi amaçlayan Suudi Krallığı, Müslüman Kardeşler hareketinden kendini koruyamadı. İran’ı gerileten süreç İsrail’i çok daha olumsuz koşullarda barış yapmaya, bir “Arap Denizi” içinde eriyip gitme olasılığına doğru sürükledi. Bu süreç petrolün tükenme eğilimiyle birleştiğinden bu “Büyük Sünni Arap İmparatorluğu” Batı ve Asya blokları arasındaki ekonomik, siyasi ve giderek askeri rekabetin getirdiği basınca dayanacak kaynaklardan yoksun kalarak 21. Yüzyılın sonuna doğru, büyük toplumsal hareketlerin de etkisiyle dağıldı.
Bundan sonrası artık “Devlet Sonrası Topluma Geçiş” sürecine ait olduğundan, ben de sunuşumu bu noktada keserim diye düşünüyorum. Tekrar davet edilirsem, gelecek sene Alfa Century Galaktik Bilimler Konferansı’nda bu konuyu sunmayı deneyebilirim.
Subscribe to:
Posts (Atom)