Hafta sonu G20 toplantısı yapıldı. Toplantı öncesinde ve toplantının ilk gününde egemen olan hava, önceki hafta yapılan IMF-Dünya Bankası’ndakinden farklı değildi (Dünya Ekonomisine bakış, 11Ekim): Küresel “dengesizlikler”, döviz savaşları korkusu. Bu hafta sonunda yapılan yalnızca maliye bakanları toplantısıydı, 11 Kasım’da Seul’de yapılacak “esas” liderler toplantısına zemin hazırlamayı amaçlıyordu. Ama Seul’de yapılacak liderler toplantısından da tıkanıklığı açacak bir sonuç çıkacak gibi görünmüyor. Çünkü tıkanıklıkların arkasında hem yapısal hem de psikolojik-kültürel (siyasi) nedenler var. Bu nedenlerin kısa sürede (öngörülebilir bir dönemde) ortadan kalkması olanaklı değil.
Hep aynı Déjà vù
Hannah Barbara’nın çizgi film karakteri Ayı Yogi’nin (Yogi Bear) deyişiyle “Hep aynı Déjà vù”durumunu yaşıyoruz. IMF-Dünya Bankası toplantısında da bir “Déjà vù” olmuştu. Çünkü bir önceki toplantıda da aynı konular ve çelişkiler vardı. Bu kez de aynı şey; bir “Déjà vù” daha...
ABD’nin dış ticaret açığı, zayıf ekonomik toparlanma ve yüzde10 dolayında dolaşan işsizlik oranlarına karşın, kimi gelişmekte olan ülkelerin, yüksek büyüme hızı, büyük ticaret fazlası, döviz rezervleri olduğu görülüyor. Bunların içinde de bildiğiniz gibi en dikkat çeken ülke Çin. ABD bu“dengesizliklerin” temizlenmesini istiyor. Önerdiği çözüm de, Hazine Bakanı Geithner’in G20 toplantısına gönderdiği mektupta ifade edildiği gibi, dış ticaret fazlasına bir üst sınır getirmek, başta Çin olmak üzere bir seri Asya ülkesinin dövizlerini değerlendirmeye ikna etmek.
BBC’nin bildirdiğine göre mektup G20 bakanlar toplantısında bir direnişle karşılaşmış. Böyle olması da çok doğal. Çünkü bu rezervlerin ve dış ticaret fazlası sorununun arkasında, öncelikle Dünya Bankası’nın eski baş ekonomisti, Nobel ödüllü iktisatçıJoseph Stiglitz’in işaret ettiği gibi, ülkelerin, “kendilerini istikrarsızlıktan korumak için büyük döviz rezervlerine sahip olmaları gerektiğini görmüş olmaları” yatıyor (Christian Science Monitor, 21/10). Diğer bir deyişle bu rezervlerin arkasında, 1997 Asya krizinin etkileri ve küreselleşmeye (finansallaşmaya) karşı korunma çabaları var.
İkinci neden de yine“küreselleşmeyle”, daha doğrusu, 1982 borç krizinden sonra, bu ülkeleri ihracata dayalı büyümeye, dışa açılmaya iten IMF “reformları” ile, bunun öbür yüzü merkezdeki finansallaşmayla ilgili. Bugün G20 ülkelerinin hemen hepsi, ihracatı büyümenin en temel lokomotifi olarak görüyor. Daha önce bu köşede,Financial Times’dan aktardığım gibi, merkez ülkeleri, krizi (talep yetersizliği sorununu) ihracat yoluyla aşmaya çalışıyorlar.
ABD’nin isteğine uyarak“dengesizlikleri” temizlemeye kalkacak olanlar, kendi büyüme hızlarını feda etmeleri, bu fedakârlığın sonucu ihracatçı sektörde oluşacak tahribatın ve işsizliğin siyasi sonuçlarına katlanmaları gerekecek. G20 ülkelerinin, artık tükendiği ortada olan bir modeli, bu modelin mimarı ABD hegemonyasını restore etmeleri için güçlü bir nedenleri yok. ABD de tehdit etmenin dışında teşvik edici birtakım avantajlar sunamıyor...
Aksine, bu ülkelerin mal piyasalarını kullanmanın ötesinde, daha da hızlanacak olan sıcak para harekeleri yoluyla, bu ülkelerin ufkuna, yeni istikrarsızlık riskleri getiriyor. Bu nedenle Çin parasının değerini kendi ekonomisinin gereksinimlerine uygun bir hızda arttıracağını söylerken, Brezilya ve Endonezya (geçmişte sıcak para hareketlerinden çok çekmiş iki ülke) sermaye hareketlerine kısıtlamalar getiriyorlar. Güney Kore de getirmeye hazırlanıyor. Tüm bunları iki hafta önce de konuşmuştuk, gelecek aylarda, haftalarda da “hep aynı Déjà vù”yu yaşamaya devam edeceğimize eminin. Bu yüzden, gelin bu tartışmalara biraz eğlenceli bir açıdan bakmaya çalışalım.
Nostaljik, histerik, nörotik
Bir süredir, ABD dış politika çevrelerinden kimi yazarların yorumlarında, ABD liderliğinin (hegemonyasının) herkesi önüne katıp götürdüğü “küreselleşme engellenemez” günlerine yönelik bir“nostalji” dikkat çekiyor. Biliyorsunuz “nostalji”, eski Yunancada “nostos” (eve dönüş) ve“algos” (acılı, hüzünlü) sözcüklerinin birleşiminden oluşuyor. Gerçekten de ABD’nin uluslararası alandaki liderliği gittikçe zayıflıyor, etkisini kaybediyor, önceki dönemi düşünmek bu yazarları hüzünlendiriyor. Diğer taraftan, 2007-2009 mali krizinin şok dalgası geçtiğinden, dünya ticaretinde ve sermaye hareketlerinde görülen iyileşmeler umutlandırıyor, “Küreselleşme geri geliyor” (Hufbauer & Suominen,Foreign Policy, 21/10) başlıklı uzun denemeler yazdırıyor. Ama bu yazarlar da bu geri dönüşün hüzünlü bir durum olduğunun farkındalar. Çünkü dış ticaretteki toparlanma ABD’nin değil, yükselen güçlerin artan etkilerine işaret ediyor. Sermaye hareketleriyse, çoğu ABD kaynaklı, heç fonların sıcak para operasyonlarından ve yükselen güçlerin “devlet fonlarından”kaynaklanıyor. Birincisi tepki çekiyor, korumacı refleksleri harekete geçiriyor. İkincisiyse, çok uygun koşullarda geldiğinden, gelişmekte olan ülkelerin yönetimlerince, Afrika ve Latin Amerika’da adeta kapıda karşılanıyor.
Histeri ise ABD dış politika refleksiyle ilişkilendirilebilecek bir durum. ABD yönetimi, kriz yönetim modelinin tükendiğini, uluslararası alanda iktidar kaybetmekte olduğunu (kastrasyon) yadsıyor (kabullenmek istemiyor). ABD ısrarla, dünya ülkelerine, ABD liderliğinin kapitalizm (“Büyük Öteki”) için ne kadar gereklive herkesin yararına olduğunu anlatıyor. Onu kimse dinlemiyor, ama o ne “Amerika’nın ekonomik siyasi yapısının” artık kafasındaki eski Amerika imajına uygun olmadığını görebiliyor, ne de “yapısının” yeni haline uygun bir konumu benimsemeye hazır görünüyor. ABD yönetimi bu “çatlakta” ısrarla, biteviye, sanki hâlâ egemen güçmüş gibi anlatmaya devam ediyor...
Nörotik’lik de bence Çin’in tutumlarıyla ilgili. Çin liderliğinin çeşitli açıklamalarından, “toplumsal ahengin” önemine yaptıkları vurgudan, ihracata yönelik modeli terk etmek, iç tüketime, katma değer oranı, teknoloji içeriği yüksek malların üretimine geçmek istediklerini, hatta bu yönde adımlar atmakta olduklarını anlıyoruz. Ama ABD veya IMF-Dünya Bankası, bu yönde önerilerle gelince, hemen tepki gösteriyor, sert çıkışlar yapıyorlar. Çünkü Çin liderliği (belki de haklı olarak), kendisi için gerekli bu dönüşümün gerektirdiği fedakârlıklardan, ABD ve Batı’nın, diğer bir deyişle simgesel evrenindeki (yüzyıllık aşağılanma ve sömürü söylemi) “Büyük Öteki’nin”yararlanmasından, böylece bugünkü konumunu kaybetmekten korkuyor. Kendi yükselişini ve dönüşümünü“Büyük Öteki’nin” hizmetine vermekten korkuyor...
Almanya’nın Avrupa Birliği içindeki tutumunda da buna benzer bir yaklaşım görülebilir. AB’yi stabilize edecek mali kaynaklar var ama, Almanya bu kaynakları harekete geçirirken yapacağı“fedakârlıklardan”, AB içindeki (ve dışındaki) diğer güçlerin (ötekileri) yararlanmasından korkuyor. Böylece hem Çin hem de Almanya, nörotik refleksleri yüzünden kendi hegemonya inşa süreçlerini sabote ediyorlar...