Bir Yugoslav atasözü der ki: "Geçmiş en belirsiz dönemdir, çünkü her gün yeniden yazılır." Bugünlerde, yine geçmiş yeniden yazılmak isteniyor. Cumhuriyetin ilk dönemini faşizm olarak betimlemeye yönelik bir "revizyonist" çaba söz konusu. Önemli olan, bu çabanın içeriği değil (onunla akademik düzeyde hesaplaşmak kolay), arkasındaki gündem...
Üstelik, bu "revizyonizm" , küresel çapta bir restorasyon sürecinin parçası: Fransız Devrimi'nin, sömürgeciliğin ve emperyalizmin, Rus Devrimi'nin ve de insanlığın biyolojik tarihine ilişkin bir revizyonizm bu. Birincisi, aslında Fransız Devrimi diye bir şey olmadığını savunuyor. İkincisi, sömürgeciliği ve emperyalizmi, uygarlaştırıcı, barış getirici bir süreç olarak yorumluyor. Üçüncüsü, Rus Devrimi'nin aslında sıradan bir siyasi darbe olduğunu ileri sürüyor. Dördüncüsüyse evrim kuramının yerine yaradılış kuramını koyarak bilimsel paradigmayı altüst etmeye çalışıyor.
Bir taraftan modern tarihin devrimci atılımları, halk iradesi, "öznesi" tarihten silinmeye çalışılırken, emperyalizm ve sömürgecilik meşrulaştırılıyor; bu "restorasyonu" desteklemek için, Aydınlanma düşüncesinin temel taşları sökülerek Kopernik Devrimi yıkılmaya çalışılıyor.
Çünkü, kentsoylu uygarlık, bugün, nihilist bir konjonktürdedir; varlığını açıklayacak hiçbir ahlaki, tarihsel, siyasi gerekçesi kalmamıştır: Birileri bu boşluğu, tarihin tekerleğini geri çevirerek, halkın değil, Tanrı'nın iradesine dayanarak aşmayı planlıyor. Bu nedenle, "uygarlıklar çatışması" , çeşitli dinlere atıfla betimlenen insan kümeleri arasında değil, bizzat kendi geleneğine ihanet etmeye başlayan kentsoylu uygarlıkla, onun geleneğinin mirasına sahip çıkmaya çalışanlar arasındadır.
Bu yeniden yazma sürecine, ben de, Türkiye'nin son 25 yılına bakarak, bugün gündemi belirleyen üç sorunun ( Kürt sorununun, siyasal İslamın, ekonominin ve kültürün "yabancılaşmasının" - uluslararası sermayenin mülkiyeti belirleme süreçleri altına geçişi) tarihine ilişkin bir tezle(!) katılmak istiyorum
Madde ve hareket
Önce madde vardı; insanlar düşünmeye başlamadan önce, karınlarını doyurmak, cinslerini üretmek ve barınmak zorundaydılar. Bu nedenle, biz de ekonomiden başlayalım.
1980'li yıllarda, ülkenin ekonomik ve siyasi yapısı, demokratik süreçlerin, halk iradesinin, seçilmiş temsilcileri yoluyla ekonomi yönetimine yansımasını engelleyecek biçimde yeniden şekillendirildi. Artık geniş kitleler ne isterse istesin, ekonomi IMF programlarında ifadesini bulan "ekonomik yasalara" göre düzenlenecekti. Diğer bir deyişle sermayenin gereksinimlerine göre...
Bu süreç işlemeye, hâkim olmaya başlayınca sermayenin yaşam koşulları (en kısa sürede en büyük kâr ve birikimi gerçekleştirme önceliği), tüm diğer kalkınma, eğitim, sanayileşme, eskinin deyişiyle " sosyal devlet", "nurlu ufuklar", "büyük Türkiye" projelerini tasfiye etmeye, piyasa ilişkileri kamu alanını tahrip ettikten sonra günlük yaşamın mikro-kozmosunu sömürgeleştirmeye, "yaşam dünyasını" , hatta dili kendi gereksinimlerine göre yeniden şekillendirmeye başladı. Bu değişimin aklını ve enerjisini sağlayan kaynaklar uluslararası sermaye olduğundan, onun gereksinimlerinin ifadesi olan ahlaki, estetik değerler giderek sürece damgalarını vurdular.
1970'lerin sonunda, bir önceki 25 yılın bölüşüm ilişkileri, sınıf ittifakları hızla çöküyordu. Bu ilişkiler ve ittifaklar, 1980'li yıllarda, çok geniş sınıf ve tabakaları, bölgeleri dışlayacak biçimde yeniden, özellikle açık şiddet ve mali şiddet yoluyla gittikçe merkezileşen, daralan bir sermaye grubunun, uluslararası bağlantılarının gereksinimlerine göre yeniden düzenlendiler. Kamu işletmelerinin, mali sektörün, sanayi piyasalarının, arazilerin yabancı sermaye tarafından mülk edinilmesi; sokakları, ekranları yabancı sermayenin iktidarını taşıyan imajlarının doldurması, yeni kuşakların kimlik oluşturma süreçlerini belirler, kimlik krizlerine yol açar hale gelmesi hep bu sürece ait olgulardı.
Diğer iki sorun
12 Eylül öncesinde Kürt sorunu, sosyalist hareketin sorunları kümesine aitti. O zaman Kürt sorununun paradigması bölünmeye, ayrılmaya değil; daha derin, eşitlikçi, demokratik ve adaletli bir bütünleşmeye ilişkindi. Kürt sorununu çözmeye çalışan Türk ve Kürt kökenli sosyalistlerin, devletle olduğu kadar Kürt eşrafıyla, aşiret liderleriyle, yerel seçkinleriyle de (ki bunların hepsi zamanın siyasal iktidar matrisine -iktidar blokuna ve destek sınıflarına- aittiler) başları her zaman dertteydi. 12 Eylül sonrasında gündeme gelen ekonomik yeniden yapılanma süreci verili bölüşüm ilişkilerini dağıtmaya başlarken bu iktidar matrisi bozulmaya, Kürt seçkinleri, eşrafı ve kentsoylu kesimleri başlarının çaresine bakmaya çabalarken, artık sosyalist hareketten kopmuş (sosyalist hareket imha edildiğinden) PKK'yi de içeren yeni Kürt hareketine doğru yöneldiler. 1990'larda PKK bu destekle enerji kazanırken, karşısında da "Susurluk süreci" denen şey şekilleniyordu. O dönemde AB süreci hızlanır, Gümrük Birliği bölüşüm ilişkilerine bir darbe daha vurur, ABD'nin bölge politikaları emperyal biçimler almaya başlarken Kürt sorunu uluslararası bir boyut kazanmaya başladı: Türkiye'yi yönetemeyenler sorunu çözmeye ilişkin inisiyatifin de ellerinden kaçtığına şahit oldular.
Neo-liberal politikalar orta büyüklükte yerel sermaye ile büyük-uluslararasılaşmış sermaye arasındaki bölüşüm ilişkilerini yeniden şekillendirir, kentlerdeki emekçi kesimleri daha da yoksullaştırır, kırsal yapıları tahrip eder, kent proletaryasının bileşimi kırdan yeni gelen muhafazakâr kesimlerin etkisiyle değişirken, siyasal İslam , tabanını ilk kez emekçi kesimlere, varoşlara doğru genişletmeye başladı. Sonuç Refah Partisi' nin yükselişi, belediyeleri ele geçirmesi, Erbakan-Çiller hükümeti... Son ra, yine uluslararası etkiler devreye giriyor; AB karşıtı, milliyetçi-Müslüman-halkçı özellikler taşıyan siyasal İslam, uluslararası sermayenin, ABD'nin bölge projelerine göre yeniden şekillenmeye zorlanıyor.. karşımıza, ABD'nin ve AB'nin gözbebeği ılımlı İslam AKP çıkıyor.
Küreselleşmenin hem ülkede hem de küresel çapta karşılaştığı krizle AKP arasında iki boyutlu organik bir bağ var. Birincisi küreselleşme 1997'den sonra, giderek ivmesini ve istikrarını kaybetmeye, ABD hegemonyasının ekonomik, kültürel zemini sarsılmaya başlayınca, öne çıkmaya başlayan emperyal projenin en önemli ideolojik tutkalları "uygarlıklar çatışması" ve "terorizme karşı savaş" oldu. Bu ikisinin kesiştiği yerde neo-liberal, küreselleşmeci (ABD kuklası) bir siyasal İslamın oluşturulmasını amaçlayan bir dönüşüm gündeme geldi. Bunun siyasi biçimi olarak, rejim değişiklikleri projelerini görüyoruz. AKP bu dönüşümün ilk örneği olarak görülebilir.
AKP'den; 1990'ların başında ekonomik model dağılırken, hızla çürüyen, tökezleyen devletin "dümenindeki" seçkinleri değiştirmesi; dini motiflere dayanarak, iktidar blokunun hegemonyasını restore etmesi bekleniyordu. Geçen hafta vurguladığım gibi AKP; bir istikrar partisi değil, oluşan kriz ortamında, dışarıdan "zorlanan" bir "olayın" (ekonomik kriz) içinden çıkan bir olguydu.
14 Nisan, şimdi, karşıt bir sürecin gündeme geldiğini gösteriyor. Ama ne bu sürecin yaşayabileceğinin bir garantisi var, ne de yaşarsa alacağı biçimi bilmek olanaklı... (Cumhuriyet 23.04.2007)