Saturday, September 09, 2006

Küreselleşmeden sonra büyük çözülme
Ergin Yildizoğlu.
Ütopya Yayınları, Mayıs 2006
Giriş:

Bu kitaptaki denemeler, son 20 yılın yerleşik “sağ duyusunun” dışından bir yerden, bu “sağ duyunun” dışarıda bırakmaya çalıştığı, görünmez, konuşulamaz kılmaya çalıştığı “bir sürecin”, kapitalizminin krizinin gelişmelerini izlerken yazıldı. Bu yazıların çıkış noktasını, küreselleşmenin, krizin kendini dışa vuruş biçimlerinden biri, geçici ve artık sona ermekte olan bir dönem olduğuna ilişkin bir var sayım oluşturuyor. Bu varsayımdan hareketle başlayan “yolculuk”, zaman içinde, küreselleşmenin son ermesinden çok daha ağır “durumla” karşı karşıya olduğumuza ilişkin bir saptamaya ulaştı: Karşımızda bir uygarlık krizi var!

***

Küreselleşme tartışmaları, büyük iddialarla, vaatlerle ve umutlarla başladı. Küreselleşme yepyeni bir aşamaydı, engellenemez, önünde durulamaz, bir süreçti, adeta, doğal evrim gibi bir şey... Birleştirici, homojenleştirici, özgürleştirici bir süreç... Dünyada refahı arttıracak, bizi, devlet denen ceberut şeyden kurtararak, yeni bir uygarlık aşamasına taşıyacaktı…

Ancak tam tersi oldu, Örneğin refah artmadı. 1970’lerde dünya kişi başına GSMH 1960’lardan, 1970’lerde 80’lerden, 80’lerde 90’lardan düşük düzeyde kaldı. Halen, 2000’li yıllarda, 90’lı yıllardan daha düşük bir düzeyde seyrediyor[ ]

Dünya ekonomisinde oluşan, üç küresel sistemin -finansal, sınai, enerji sistemleri- üçü de krize girdi ve dünyanın ekolojik sisteminin bir kriziyle çalışarak, uygarlığı genel bir çöküş noktasına getirdi. 1990’lar boyunca, bir taraftan mali krizler dünyayı sarsarken, diğer taraftan, “her derde deva, her yemekten sonra mutlaka alınması gerekir” iddialarıyla satılan bu “küreselleşme” hiç bir derde deva olamadı, yada birilerinin derdine bir süre için deva oldu, ama dünyanın gerisinin geleceği pahasına... İmparatorluk, terörizme karşı savaş, “uygarlıklar savaşı”, “din savaşları” vb olgular da cabası.

Peki iyi de bu kavram niye var? Öyle ya, daha önce elimizde uluslararasılaşma, modernleşme, batılılaşma, ekonomik entegrasyon, nihayet emperyalizm kavramlar vardı, küreselleşme bu kavramlarla açıklanamayan neyi açıklıyor acaba?[ ] Yoksa bu kavramın varlığı salt ideolojik bir gereksinimden mi kaynaklanıyor?
“Engellenemez”, “kaçınılamaz” gibi olguyu adeta metafizik/teolojik bir boyuta taşıyan iddialar bunu düşündürmüyor mu?

Şu küreselleşme denen olguya daha “gerçekçi” ve tarihsel bir açıdan bakarsak örneğin, Amerikan Harp akademilerinden. Deniz Savaşları bölümü başkanı Prof James Kurth gibi küreselleşmeyi bir ABD dış politikası olarak görebiliriz [ ]. Kurth’a göre ABD çok büyük ve başat olduğunda dünyanın geri kalanı bunu yeni bir dönem olarak algıladı. Öyleyse, şimdi: ABD’de yeni bir dış politika yönelimi gözlemleyebiliyorsak, acaba, küreselleşme döneminin kapanmaya başladığını da düşünebilir miyiz?


Ya da, daha ekonomist bir tutumla, küreselleşmeyi ekonomik açıdan, en belirgin özelliğine atıfla bir mali genişleme dönemi olarak da ele alabiliriz. Bu açıdan bakınca, mali genişleme döneminin bitmesi, küreselleşme döneminin kapanması anlamına gelmez mi?

Nihayet, küreselleşmeyi, serbest piyasa inşa etme projesi bağlamında, bir kriz yönetme modeli, David Harvey’e atıfla bir spatial fix (mekan düzenleme) tarzı olarak da görebiliriz [ ]. O zaman da, mekan düzenleme yöntemlerinde bir değişiklik gözlemleyebiliyorsak, küreselleşme döneminin kapanmaya başladığını düşünebiliriz.

Bu birbirinden farklı, adeta metodolojik olarak taban tabana zıt üç açıdan yaklaştığımızda, bu farklara karşın, ortaya ilginç bir durum çıkıyor. Bu üç farklı bakış açısıyla elde edilen veriler, 1990’ların son çeyreğinden bu yana çakışmaya başlıyorlar. Bu da, ister istemez, 1980 başıyla 1990 sonu arasındaki dönemden farklı yeni bir konjonktürün varlığına işaret ediyor.

Benim saptamam şöyle: Bu konjonktürde küreselleşme ve küreselleşmeci söylem, yerini, İmparatorluk, ulusal çıkar, askeri müdahale, işgal ve sömürgeciliğe bırakmaya başlıyor. Birinci bakış acısına göre bir yön değiştirme söz konusu.


Aslında, küreselleşme kavramına ilk kez, 1970’lerde Giscard D’Estaing’in, refah devletini hedef almaya başlayan politikalarını anlatmak için, halka yaptığı bir konuşmada, bir meşrulaştırma söylemi olarak, rastlıyoruz. Giscard, engellenemez, önünde durulamaz küresel ekonomik teknolojik güçlerden söz etti politikalarını haklı çıkartmak için Dünyayı salt ekonomik açıdan, serbest piyasa merceğinden bakarak düzenlemeyi amaçlayan ideolojinin tapınağı Davos zirvesinin 1970’lerde kurulmuş olduğunu da anımsayabiliriz. Peki, buradan, bir sıçramayla küreselleşmenin, dünya ekonomisinde bir krize müdahale biçimi, küreselleşmeciliğin de bunun meşrulaştırılmasıyla yakından ilgili bir söylem olduğunu ileri süremez miyiz?

Küresel serbest piyasa inşa etme projesi bir ABD dış politikası olarak ilk kez Reagan tarafından dünyaya açıklandı. Bu bağlamda küresel serbest piyasa projesi, hem SSCB ve Doğu Bloğuna, genelde sosyalizme karşı bir ideolojik saldırıydı, hem de sermayeye yeni genişleme alanları açmanın bir aracı. Bu aracı kullanarak ABD dünya ekonomisinde diğer gelişmiş kapitalist ülkelere bir kamu hizmeti sunuyor böylece kendi hegemonyasının kabule dayalı (yumuşak güç) ayağını da güçlendirmeye başlıyordu. Nitekim Reagan dönemi ABD hegemonyasında bir Restorasyon dönemi oldu.

1980’lerin sonunda, 1990’ların başında, Doğu Bloğunun çökmesiyle uluslararası jeopolitikte önemli bir değişiklik oldu, bütün büyük güçler, Kissinger’in değimiyle bir “dış politika paradigması” sorunuyla karşı karşıya kaldılar. ABD tek kutuplu dünya inşa etmeye soyunurken, Avrupa, Çin, Rusya, bir çok kutuplu dünya olasılığının doğduğunu düşünüyorlardı. ABD şimdi, Batı bloğunu nasıl muhafaza edecek, SSCB çökükten sonra, şimdi birleştirici öğe ne olacaktı?


Bu bağlamda, ilk ciddi dış politika değişikliği önerisini I. Körfez savaşının arkasından hazırlanan Wolfowitz raporunda bulabiliriz: Bu raporun temel tezine göre: ABD bir başka gücün yükselmesini engellemeli ve kendi ulusal çıkarlarına göre, gerektiğinde tek taraflı davranmalıydı... Ancak bu rapor basına sızınca büyük tepki aldı, rafa kalktı. Aslında, Wolfowitz modeline o sırada gerek yoktu, neo-liberalizm büyük bir ideolojik atılım içindeydi, yeni ekonomik alanlar uluslararası sermayeye açılıyor, IMF, Dünya Bankası bu alanları yeniden düzenlemekte işlevsel olabiliyordu. “Uluslararası topluluk” kavramı altında ABD liderliği geçerliğini koruyordu. Küreselleşmecilik “Yeni ekonomi” (teknolojik devrim vb..) egemen ideoloji olarak çok güçlüydü.

Ancak 1990’ların ikinci yarısında yukarıda değindiğim yeni konjonktür oluşmaya başladı. Asya krizi, ABD modeline, IMF programlarına güveni sarstı. IMF Programları Asya’da istikrar getirmemişti, Rusya’da yıkım yarattı, Yugoslavya’yı parçaladı ama gerekli mekan düzenlemesini gerçekleştirmedi. Bu süreç, giderek askeri müdahaleye ve sömürgeleştirme yöntemine kapı açacaktı.

1990-2000 döneminde şiddetli Borsa krizleri yaşandı, mali sermaye büyük bir darbe yerken, “köpük sonrası” ekonomi kavramı altında, aşırı üretim krizi tüm şiddetiyle kendini hissettirmeye başladı. Bir depresyon gelişiyordu… Ancak Arjantin örneğinin yeniden gösterdiği gibi IMF politikalar, mali disiplin, serbest piyasa, hem ekonomileri daraltarak talep yetersizliği sorununu ağırlaştırıyor, hem de istikrarsızlıkları büyüterek krizi derinleştiriyordu.

ABD’nin hegemonyasının “liderliğinin kabulüne” dayalı ayağı, diğer bir değişle “yumuşak gücü” zayıflarken dış politika alanında yeni yönelimler ortaya çıkmaya başladı. Yugoslavya’ya askeri müdahale gerçekleştirildi ve bu meşruiyetini BM’den değil uluslararası topluluktan aldı. Clinton yönetiminin Dışişleri bakanı Madelaine Albraight ABD’yi, “ayrıcalıklı” ülke ilan etti. Bu gelişmeler, yeni bir meşruiyet söylemi arayışının ilk işaretleriydi. Bu sırada, ABD’de kabaca, askeri sınai-enerji kompleks olarak niteleyebileceğimiz bir kesimin temsilcileri Clinton yönetimine karşı ideolojik, ahlakçı bir saldır başlattılar- “Monika Lewinski affaire”.

Project For new American Century kuruldu ve Wolfowitz’in önerisi bağlamında yeni bir savunma stratejisi hazırladı. Bu belgede ittifakların durumuna, Avrupa’nın ile ABD arasındaki davranış farklarına, Çin’in yükselmesine özel vurgu yapıyor, ABD’nin askeri gücüne özel önem vermesi gerektiğini savunuyordu. Albraight’ta “kullanmadıktan sonra bu kadar büyük askeri güce sahip olmanın ne anlamı var” diyecekti . Yine o sırada ABD dış politikasında “Kafkasları kim kaybetti” tartışması başlamıştı.

Ortadoğu’da, ABD ve İsrail dış politika çevrelerinde bölgedeki tüm büyük devletlerin dönüştürülmesi gerektiğini savunan yaklaşım güçlenmeye başladı [ ] 2000’de Council on Foreign Relations - Baker Institute birlikte bir enerji raporu yayımladılar: Rapor yaklaşan bir enerji krizine işaret ediyor, enerji güvenliği, Rafineri kapasitesi yetersizliği sorunundan yakınıyor, serbest piyasanın bu sorunu ağırlaştırdığını, devletin enerji alanına geri dönmesi gerektiğini savunuyordu. Bu yaklaşımlara uygun olarak Clinton yönetimi döneminde, ABD ordusunda değişiklik yapıldı Centcom kuruldu. Kafkaslara yönelik uzun erimli bir askeri bir manevra gerçekleştirildi[ ]

Nihayet 1990’ların sonuna doğru küreselleşme karşıtı muhalefet küresel çapta başını kaldırdı. Toplumsal sorun geri geliyor, küreselleşme ABD dış politikasının en önemli öğelerinden biri olduğuna göre, de bu politikaya yönelik büyük bir tehdit oluşturuyordu


Şimdi 1990’lardan farklı bir iklim egemen. Dün küreselleşmeyi savunan kesimler arasında, tarihçiler, Uluslararası bankaların ekonomistleri, önemli gazetelerin köşe yazarları arasında bir süredir küreselleşmenin sonunun gelmekte olduğuna ilişkin kaygılar dile getiriliyor, kurtarmak için siyasi müdahale gerektiği öne sürülüyor[ ]. Bu kaygılar, küreselleşmeciler arasında bile, artık küreselleşmenin, öyle kendiliğinden, önünde durulamaz bir süreç değil, siyasi olarak korunması gereken bir süreç olduğu tezinin kabul görmeye başladığını göstermiyor mu?

Aslında küreselleşenin sonuna gelinmiş olması, şaşılacak bir şey değil. “Küreselleşmeyle”, yayılması hızlanmaya başlayan şey öncelikle metalaşma süreci, sonra da kapitalist ilişkiler. Bunların yayılması taşıdıkları sorunların kapitalizmin taşıdığı kriz eğilimlerinin yayılması ve derinleşmesi, anlamına gelmiyor mu?

Gerçekten de, kapitalizmin tarihine baktığımızda, küreselleşme denen bu hızlanmanın, ilk kez olmadığını, geçmişte de, mali sermayenin öne çıkmasının, dolaşımının hızlanmasının, buna yardım eden teknolojik buluşlarla ve, kriz dönemleriyle çakıştığını, bu sürecin giderek siyasi istikrarsızlıklara savaşlara yol açtığını görebiliriz[ ].

Ancak bu kez durum bence daha da vahim. Bu son küreselleşme atılımı yalnızca kendi sonuna gelmekle kalmıyor, sanırım bu kez, bir “uygarlık sonu” riski de yaratıyor. Üstelik bu kez, bundan önceki dönemlerde olduğu gibi bu uygarlığı bir yenisinin izlemesinin olasılığı zayıf gibi görünüyor. Çünkü bu uygarlığın son 30 yılında, yeni küreselleşme atılımı sayesinde yaşanan tüketim patlaması tüketim kültüründeki muazzam yayılma, insanlığın kendini kurtararak yeni bir uygarlık inşa etme şansını büyük ölçüde azalttı azaltmaya da devam ediyor.


Bildiğiniz gibi uygarlığımız piyasa sistemi içinde üretime, ücretli emek kullanımına dayanıyor. Daha fazla kar yapabilmek daha fazla biriktirebilmek için sürekli daha fazla üretmek, ürettiklerini satabilmek için sürekli tüketimi körüklemek, bunun için sürekli yeni gereksinimler ve mallar yaratmak durumunda. Üstelik sık sık da yaptıklarını kendisi yıkıyor ve yeniden yapıyor; bir israf da söz konusu. Aşırı üretilen (talebi olmayan) malların denize dökülmesini, yada depolarda saklanmasını düşünün… insanlar açlıktan ölürken…

Bu üretim ve tüketim süreci hızlandıkça bu üretim ve tüketimi sürdürebilmek için gereken madenlerin, enerjinin çıkarılması kerestenin sağlanması, suyun kullanılması, gezegenin kaynakları üzerinde dayanılmaz bir basınç yaratmaya başladı. Dahası Bu üretim ve tüketimin yan ürünleri, atıkları küresel ısınma denen bir gelişmeye neden oluyor ki, bu başlı başına, çevre kirlenmesi hiç olmasa bile, su kaynakları tahıl üretimi,
kimi canlıların, gezegenin ekosistemlerinin üzerindeki etkileri ve iklim sisteminde yarattığı istikrarsızlıklar
yüzünden uygarlığın sonunu getirmeye yeter de artar bile. Üstelik, bu ısınma sürecini geri çevirmek için pek bir zamanımız da kalmadı. Böyle giderse yüz yılın sonuna kadar küresel ısının 3- 6- hatta 11 derece yükselmesi bekleniyor. 600 milyon yıl önce benzer bir ısınma, 6 derecelik artış tüm canlı türlerinin %95’ini yok etmişti…

Bu yüzden son yıllarda, bilim insanlarının uyarılarında da bir yoğunlaşma söz konusu. Örneğin, 2005 yılının başında, Birleşmiş Milletler bünyesindeki Hükümetler Arası İklim Değişikli Paneli (IPCC) Başkanı Dr. Rajendra Pachauri, çevre kirlenmesinin neden olduğu küresel ısınmanın çok tehlikeli bir düzeye ulaştığını açıkladı. Ardından, bugüne kadar yapılmış, yıllardır veri toplayan en geniş kapsamlı iklim değişikliği araştırması (Oxford Üniversitesi'nde) durumun, IPCC'nin öngörülerinden en azından iki kez daha kötü olduğunu gösterdi. Şubat ayında dünyanın önde gelen 200 iklim değişikliği uzmanı Blair 'in inisiyatifiyle Exeter Üniversitesi'nde bir araya geldiler ve ''insanlığın gözlerini kapatmış bir biçimde, dünyanın sonuna doğru yürümekte olduğunu'' savundular [ ] Mart sonunda, altında 95 ülkeden 1300 bilim insanının imzası bulunan bir rapor, dünyanın bir uçurumun kenarına geldiğini, dünya için yaşamsal 24 ekosistemden 15'inin ciddi ölçüde, hatta belki de onulmaz bir biçimde hasar gördüğünü ileri sürdü. Bu Rapora göre de, 50 yılda özellikle son 20 yılda, ekonomik gelişmeler, aşırı tüketim ve kaynakların hesapsız kullanımı insanlığı bir felaketin eşiğine getirmişti[ ].
Washington'daki World Watch Institute (Dünya Gözleme Enstitüsü), ilk kez, 15 yıl önce, ekonomik koşullarla çevre koşullarını ilişkilendirerek yaptığı değerlendirmede, çevre koşulları açısından dengeli bir toplum yaratabilmek için önümüzde en fazla 40 yıl kaldığını söylemişti. O zaman Enstitünün direktörü Lester Brown (şimdi Earth Policy Institute direktörü), ''Bu kırk yıl içinde başarılı olamazsak, çevre koşullarındaki aşınma ve ekonomik sorunlar birbirlerini beslemeye başlayarak bizi geri dönülmez bir sürece sokacaktır'' diyordu [ ]. Bu 15 yıl hemen hiç bir adım atılamadan geçti bile… (imzalayanların bile hedefleri tutturamadığı Kyoto macerasını saymazsak...)
Tüm bunlar pratikte, ani ve şiddetli yağışların, gittikçe sıklaşan sel felaketlerinin, sertleşen ve mevsim dışında oluşan fırtınaların günlük yaşamı alt üst etmesi, büyük can ve mal kaybına yol açması anlamına geliyor. 2005 son bin yılın en sıcak yılı olmuş[ ], Atmosferde biriken sera gazlarının miktarı geçen yıl İngiltere’deki bir konferansta açıklandığı gibi kritik sınır olarak saptanan düzeyi aşmış [ ] Bunların yanı sıra Kutuplardaki buzların erimeye başladı, dünyanın çeşitli yerlerindeki örneğin en son Afrika’nın efsanevi dağı Klimanjaro tepesinde olduğu gibi, buzulların gittikçe küçülüyor . Sibirya’da Bataklıklar kısın tümüyle donmuyor, su birikintileri havuzcuklar kalıyor böylece metan gazı salgılamaya devam ediyor.
Bu erimenin etkisiyle, bir taraftan denizlerdeki su seviyesinin hızla, belki de 50 yıl içinde ortalama 5 metre ye kadar bir artışa, yol açarak kentlerin sular altında kalmasına, tatlı su kaynaklarını kirletmesine neden olabilecekken, diğer taraftan, erime ve ısınma içme suyu kaynaklarının giderek azalmasına doğal rezervuarlardaki su düzeyinin düşmesine yol açıyor. Bu arada yağmurlar, Okyanusa asitli suları giderek daha büyük hızda taşıyarak Okyanusları giderek yaşanmaz hale getiriyor. Okyanusların yaşanmaz hale gelmesi bir yana, tatlı su seviyesinin gerilemesinin iki, çok önemli sonucu var.
Birincisi Tahıl üretimi olumsuz etkileniyor. Gıda arzının en azından iki etkisi var; hızla artmakta olan nüfusun tüketim talebini karşılayamayacak düzeyde seyretmesine neden oluyor. Arz ve talep makası giderek açılıyor..İkincisi, temiz içme suyu yetersizliği krizini derinleştiriyor
Üstelik, son yıllarda, ekolojik riske ek olarak bir de Enerji krizi gündeme geldi. Kapitalist uygarlık yolculuğuna, her ne kadar buhar gücüne dayanarak başladıysa da 100 yıldır petrol kullanımına dayanıyor. Küreselleşme, malların, insanların, bilginin dolaşımında hızlanma anlamına geliyorsa, salt ulaşım açısından değil tüm bilgi sayar, bilişim endüstrisinin hammaddeleri açısından da petrole ve petrol ürünlerine, daha doğrusu bunların ucuz tedarikine bağlı olarak yaşamdı. Şimdi… Petrolün bu ucuz tedarik dönemi bitti.[ ].

Artık, petrolün fiyatı yükseldi ve yüksek kalacak: a) 2004’de varil fiyatı 20 dolardı, 2005’de 50 dolara oturdu bugün 60 dolar üzerinde oynuyor, bir ara 68 dolara kadar yükseldi; b) Petrol kaynaklarında zirve noktasına ulaşıldı yada ulaşılıyor (“Peak Oil Debate”), bundan sonra arzda belirgin bir artış olmayacak, kriz anında devreye girerek piyasalarda istikrar sağlayan fazla kapasite de hızla azalıyor. c) Petrolün büyük bir kısmı %60 Ortadoğu’da. Burada hem nüfus artışı çok hızlı hem de siyasi istikrarsızlık gittikçe artıyor.

Buna karşılık, petrole talep hızla artıyor. Özellikle Hindistan ve Çin’in devreye girmesi bu artışta büyük rol oynadı. Ucuz petrolün bitmesiyle birlikte, buna dayalı kapitalist uygarlığın ve de küreselleşmenin, başka hiç bir etken olmasa bile, ciddi bir krize girmesi kaçınılmaz! Belli, şöyle de bakabiliriz: Bu 500 yıllık kapitalist uygarlık ulaştığı noktada, yalnızca kendini değil gezegendeki canlıların da varlığını tehdit eden bir döneme girmiş gibi görünüyor.

Tarihte çöküş tehlikesiyle karşı karşıya gelen ilk uygarlık bir değiliz. Bu yüzden, geleceğimizi, önümüzdeki seçenekleri anlayabilmek için daha öncekilerin deneyler öğretici olabilir. Prof. Jared Diamond’un kapsamlı ve büyük ilgi çeken Collapse: How societies Choose to fail or succeed (Çöküş: Toplumlar başarılı yada başarısız olmayı nasıl seçiyorlar) başlıklı kitabı bu sorulara tarihsel bir cevap arıyor[ ]. Diamond’un bulduğu cevap çok anlamlı: Çöküşler her zaman toplumun kendi varlığını sürdürmesine olanak sağlayan doğal koşulları tüketmesiyle başlıyor.
Peki, o toplumun egemen sınıfları, yöneticileri neden tehlikeyi göremiyor, gereken tedbirleri alamıyorlar? Diamond’un bulguları bizim için hiç yabancı değil, o nedenle de çok korkutucu: Yönetici sınıfın üyeleri dikkatlerini, zenginleşmek, birbirleriyle rekabet etmek, savaşlar, anıtlar dikmek, tüm bu etkinlikleri desteklemek için köylüyü, üreticiyi mümkün olduğunca çok sömürmek gibi kısa dönemli hedefler üzerinde yoğunlaştırıyorlar. Bir uygarlık, gelişmesinin zirvesine ulaştıktan sonra, çoğu zaman 10-20 yıl gibi çok kısa bir sürede çökebiliyor. Kimi egemen sınıflar da, duruyor, güçlerini birleştiriyor ve ellerindeki kaynakları çevrenin yeniden inşasına, kaynakların yenilenmesinde kullanıyorlar. Bunlar Yok olmuyor... Birincisine iyi örnek Solomon adaları, İkincisine de Shogun savaşları ertesinde Japonya...
Peki Bakalım bizim uygarlığımız ne durumda: Bizim uygarlığımız, 30 yıldır bir Küresel serbest piyasa kurma projesiyle meşgul. Bu proje bağlamında, Dünya Ticaret Örgütü, IMF programları derken, geçen 20-25 yılda meta üretimi, dolaşımı ve tüketimi, bunları taşıyan kültürel biçimlerle birlikte, daha önce ulaşmadıkları yerlere de ulaşarak hızla yaygınlaşmaya, derinleşmeye başladı. Tüketim hızla arttı. Ama bu, refah arttı anlamına geliyor mu acaba?
Öyle ya bu tüketim artışı acaba nerede gerçekleşti ?
Dünyada halen yaklaşık 3 milyar insan (toplam nüfusun neredeyse yarısı) günde bir dolardan daha düşük bir gelir düzeyinde yaşamaya çalışıyor. Bunların 1.1 milyarının ise temiz suya bile erişimi yok [ ]. Öyleyse tüketiciler, artan tüketimden yararlananlar bunlar olamaz.
World Watch Institute’ün television, telefon Internet, ve bunların taşıdığı düşüncelere erişen nüfus üzerinden saptadığına göre 1.7 milyarlık (toplam nüfusun% 30’ün altında)bir başka küresek tüketici sınıfı söz konusu. Bunların tüketim kapasitesi 1960’larda 4.8 trilyon dolardan 2000 yılında 20 trilyon doların üzerine çıkmış. Küresel ısınma, 1970’lerin ikinci yarısından bu yana giderek hızlanmış, Birleşmiş Milletler World Water Report’a göre dünyada kişi başına düşen temiz su miktarı 1970’te 13,000 metre küpten 2003’te 6,600 metre küpe gerilemiş. Küreselleşme döneminde, tüketim artarken, Küresel ısınma artmış su stokları azalmış
2005 UNDP raporunda da küreselleşmenin iyice hızlandığı döneme ilişkin ilginç veriler var [ ].Örneğin Sahra altı ülkelerinde günde 1 doların altında gelirle yaşayanların sayısı, 1990-2001 arasında 100 milyon artmış. Orta ve Doğu Avrupa’da günde 2 doların altında bir gelirle yaşayanların toplam nüfusa oranı %5 ‘ten %20’ye yükselmiş. 1960’dan bu yana gelişmekte olan ülkelerde ortalama insan ömrü 16 yıl uzamış ama, bu iyileşmenin çoğu 1990’dan önce gerçekleşmiş. Rusya’da ortalama erkek ömrü 1980’lerde 70 yıl iken simdi 59 yıla düşmüş. Hindistan ve Çin’de çocuk ölümlerindeki azalma eğilimindeki iyileşme 1990-2003 arasında yavaşlamış. Bu trendler devam ederse: 2015 yılında: Dünyada çocuk ölümlerde yıllık de 4.4 milyon artış, içme suyuna erişebilenlerin sayısında 210 milyon azalma, günde 1 dolara yaşayanların sayısında 380 milyon artış gerçekleşecek.
Tüketicilere dönersek: Dünya nüfusunun yalnızca %11.6 sının yaşadığı ABD,Avrupa ve Kanada dünya tüketiminin %60’ını gerçekleştiriyor. Nüfusun %45’inin yaşadığı yoksul ülkeler ise % 7.9’unu [ ] Ve dünya da tüketimin % 60’ını gerçekleştirenler küresel ısınmaya neden olan sera gazlarının üretiminde de başı çekiyorlar[ ] İşte bu tüketim kapasitesini karşılamak içinde gezegendeki doğal yaşam kurban ediliyor.
Biraz daha yakından bakalım: Sömürgecilik döneminin başında, Conquistadors, ve onların izinden gidenler bir çok ülkede yerli halkı soykırımlarda imha edene kadar sömürdüler, madenleri talan ettiler. Modern Dünya, Kapitalist uygarlık böyle başladı ilk küreselleşme sürecine... Diğer bir değişle, beyaz adam dünya üzerinde, kendine uygun, sürekli, engelsiz, kullanışlı bir mekan oluşturmaya başkalarını imha ederek, zenginliklerini talan ederek, uygarlılarını yıkarak başladı. Bu dündü,
Bu gün de durum çok farklı değil. Ancak 1980’lerden bu yana neo-liberal politikaların (serbestleşme özelleştirme) GATT- Dünya Ticaret Örgütü’nün Çok uluslu şirketlere getirdiği hareket serbestliği ve yeni imtiyazlar, IMF’in mali baskılarıyla başlayan talan genelde, işgale ve askeri güce dayanmadığı için pek fazla dikkat çekmiyor (Afganistan Irak, yeni savunma stratejisi, Pentagon İklim krizi raporu bunun da değişmeye başladığını düşündürüyor). Ama, yine de bu Conquistadorların başardığını kat kat aşan, bir talan söz konusu. Çok Uluslu Şirketlerin altın, Bakır, Uranyum, Petrol, kereste gibi alanlardaki faaliyetlerinin vahim sonuçları var. ÇÜŞ’lerin gerçekleştirdiği talan sürecinde oluşan kirlilik milyonlarca insanın sağlığını tehdit ediyor, su rezervlerini kirletiyor, toprağı zehirliyor ekolojik sistemin yıkımına katkıda bulunuyor [ ]
Şimdi bir de söyle düşünelim : Dünyanın en Yoksul kesimin de dünyanın geri kalanının yaşam düzeyini istemeye hakki yok mu? Kim yok diye bilir ki? Peki ya bu kesim de zengin ülkelerin, hadi orta gelir düzeyindeki ülkelerin tüketim düzeyine ulaşırsa ne olacak? Bu tüketim düzeyi nasıl sürdürülebilir. Dünyanın kaynakları, eko-sistemi bunun taşıyabilir mi?
Hadi canim bu olacak iş değil derseniz haklısınız derim, Küreselleşmenin dışın düşmüş Afrika’da tüketimin arttırma şansı yok. Ancak… Doğu Avrupa’da 100 milyon insan – (Birliğe yeni katılanlar) 10-15 sene içinde Avrupa’nın ortalama tüketim düzeyini yakalayacak. Yakalatacaklar… Sonra Çin ve Hindistan var. Bu ikisinin petrol ithalatı da hızla artıyor. Çin tahıl ithal etmeye başladı. Daha somut elle tutulur bir iki veri: Bu gün Çin’de 20 milyon otomobil var 2050 yılına kadar 120 milyona çıkacak bu sayı… Buna TV, Cep telefonu, ev için kereste, sanayide kullanmak üzere madenleri ve suyu ekleyin… Sonra bu üretimin ve tüketimin Karbon dioksit, Klor gazları etkisini, atıkların çevre kirlenmesine getireceklerini düşünün. Çin bu günkü büyüm hızını korursa, 2031 yılında, ABD’nin bu günkü ekonomik büyüklüğüne ulaşacak. Eğer 2031’de bu günkü ABD kadar tüketirse, bu günkü toplam küresel tahıl üretiminin %73’ine eşit bir tüketim anlamına gelecek.
Kağıt tüketimi ikiye katlanacak, ve günde 99 milyon varil petrol tüketmesi gerekecek (Bu gün tüm dünyada günde 85 milyon varil, tüketiliyor) [ ]
Sanırım durum çok açık. Kapitalist uygarlık ilerledikçe, buna ilerleme denirse, kendi zeminini aşındırmaya devam ediyor. Bu nedenlerle bir büyük çözülmeden söz etmek olanaklı

Ama bu çözülme salt maddi gereksinimler, hava, su gıda kaynaklarının aşınmasıyla ilgili değil. 1946’da Polanyi büyük dönüşüm kitabında, geçmiş yüz yılın deneyimlerine bakarak, Serbest piyasanın kendisini kucaklayan doğal çevreyi ve toplumsal ilişkileri tahrip ettiğini yazıyordu. 60 yıl sonra Tarihçi John Lukacs[ ], Kent yaşamı araştırmacısı, Jane Jacops’da[ ] uygarlığımızın karanlık çağlara gittiğini düşünüyorlar: Çünkü uygarlık kendisini destekleyen ve yeniden üreten kurumlarını hızla yıpratıyor.
Örneğin: Devlet yönetimi, kamu alanlarının tasfiyesi, vergi sisteminin adaletinin bozulması, yükün ödeme gücü olmayanlara, (sermayeden emeğe- E.Y) kayması, para sistemlerinde oluşmaya başlayan istikrarsızlık ve nihayet, demokrasinin bir reklam kampanyasına dönmesi, siyasetin alınıp satılmaya başlanmasıyla dejenere oluyor. Kentsoylu toplumun direği çekirdek aile, anne ve babanın her ikisinin de çalışmak zorunda olmasından dolayı, giderek ayakta kalmakta zorlanıyor. Devlet ve reklam/ kültür endüstrisi, kent soylu uygarlığın bir diğer özelliğini, kişisel özel alanları sürekli iğfal ediyor, daraltıyor yok ediyor. Eğitim- özellikle akademik eğitim, dejenere oluyor, Doktora, Mastır dereceleri bilimsel etkinlik için değil is bulma aracı olarak kullanılıyor. Kent soylu uygarlığın bir diğer özelliği de okuma alışkanlığı. Bu da hızla ortadan kalkıyor, görsel yüzeysel bir kültür hızla yayılıyor. Bilimsel metodolojide sulanma, (rasyonalizme saldırı, rölativizm, teolojik baskı) yaşanıyor. Bu sırada tarih bilincinin zayıflıyor. Ben buna gelecek kavramının ortadan kalkmasını da eklemek isterim. Nihayet kentlerin hızla yaşanmaz hele geliyor ve bunların hepsi, Lucas ve Jacops’a kentsoylu uygarlığın çözülmekte olduğunu gösteriyor. Bu saptamalara karşı çıkmak bence çok zor.

Yine de, belki bir çözüm bulabiliriz diye düşünebiliriz. Daha doğrusu çözüm mutlaka olmalıdır diyebiliriz. Ama, var olsalar bile, bu çözümlere kültürel ve siyasi açıdan hazır olduğumuzu söylemek çok zor. Çünkü, bu kapitalist uygarlığın toplumsal ekonomik yaşam tarzı, geçtiğimiz 30 yıl içinde, özellikle küresel bir serbest piyasa kurma projesinin etkisiyle daha da yaygınlaştı, yoğunlaştı, ritmi daha da hızlandı. Bu gün bu yaşam tarzını yayan ve yeniden üreten kültürel formlar, normlar, yeni iletişim teknolojilerinin etkileriyle, yeni ticaret anlaşmalarının, açtığı pazarlarla, kısa döneme kitlenmiş fazla sermayenin spekülatif hareketlerinin basıncıyla, hızla yayılıyor.
Latin Amerika’nın, Hindistan ve Çin gibi dünyanın en kalabalık ülkelerinde, bu arada Türkiye’de de tabii, yoksul nüfusun çok büyük bir kısmı daha şimdiden, TV’deki dizilerde gördükleri bir yaşam tarzına, tüketim toplumuna, metalara ulaşmak için sabırsızlanıyorlar. Bir kısmı kalkıp yollara düşüyor, bu metaların ve yaşam tarzının olduğu Batıya gelmek için.. geldikleri yarde “duvarlarla” karşılaşıyor, kaldıkları yerde mallara ulaşabilmeleri için gerekli maddi kaynakların giderek azaldığını görüyorlar. İnsanların beklentilerini yükselten bu uygarlık, sıra karşılamaya gelince, insanları ellerine, içine beş mermi konmuş birer altı patlar revolver vererek onları, küresel piyasada Rus ruleti oynamaya davet ediyor.
Bu sırada yine bu toplumsal yaşam tarzına uygun, onu destekleyecek bireylerin (öznelliklerin) sayısı hızla artıyor. Çünkü, bireyleri, her türlü yerel dayanışma ağlarını, kamu alanlarını yıkarak meta ilişkisi içine çeken süreçler, bu sırada onların öznelliklerini de parçalayarak meta ilişkilerine uygun bir biçimde yeniden, yapılandırıyor. Hatta öyle ki, dünyanın bir çok bölgesinde bireyler, TV sinema hatta Internet gibi iletişim araçlarında sunulan imajların yarattığı özdeşleşme süreçleri içinde, daha kitlesel üretime girmeden, kitlesel tüketimin normlarına, alışkanlıklarına, bu alışkanlıkları tatmin edecek malların dalgası onların sahillerine ulaşmadan, bu malların vaat ettiği hazlara bağımlı hale geliyor, heyecanla bu metaları beklemeye başlıyorlar.
Genel, kuş bakışı bir yaklaşım, insanlığın önünde ancak küresel çapta, ve kolektif davranışla ve doğru planlanmış bir eş güdümle alınacak önlemlerin çözebileceği sorunların gittikçe ağırlaşarak biriktiğini gösteriyor. Ancak, acı olan şu ki bu uygarlık, halen, bu sorunlara elbirliğiyle çözüm bulabileceği bir noktadan hızla başka bir noktaya doğru ilerliyor.
Üç gelişme çözümden uzaklaştığımızı düşündürüyor:
Birincisi, gittikçe keskinleşen, jeopolitik çelişkiler uluslararasında karşılıklı güveni hızla eritiyor, karşılıklı kuşku yaratıcı, hatta düşmanca eğilimleri güçlendiriyor; şoven milliyetçiliği, militarizmi azdırıyor. Dolayısıyla uluslararası, halklar arası işbirliği olasılıklarını zayıflatıyor. İkincisi, ekolojik sistem bozuldukça, kaynak savaşları yoğunlaştıkça, yükselen ekonomik göçmenlik dalgaları, kıyısına vurdukları bölgelerde, özellikle de gelişmiş kapitalist ülkelerde, yabancı düşmanlığını, ırkçılığı canlandırıyor, şoven milliyetçiliği güçlendiriyor. Üçüncüsü, küresel serbest piyasa kuruma projesi içinde meta kültürü, merkez ülkelerde derinleştikçe, çevre ülkelerde hızla yayıldıkça, insanları, bireycileştiren, hemen tatmin edilebilecek, ve edilmeyi bekleyen hazlar (cinsellik, uyuşturucu madde, alışveriş) üzerinde odaklaşmaya iten, uzun dönemli amaçlara, ortak çıkarlara bakmalarını önleyen bir etki yapıyor, onların bireysel yaşam ufuklarını aşan, çözmek için kolektif inisiyatif gerektiren uzun dönemli hedeflere gözlerini kapatıyor, ilgilerini azaltıyor.
Geçen 30 yılda yaygınlaşan, sinik, “her şeyi biliyorum ama hiç bir şeyin değişmeyeceğini de”… ya da “biliyorum ama yapmaya devam ediyorum” gibisinden bir post modern yaklaşım da, bu ilgisizliğe, teslimiyete felsefi, kültürel mazeret, anında tatmin edilecek hazlara yönelmeyi yücelten etik bir zemin sağlıyor. Bu madalyonun öbür yüzündeyse, metaların peşinde koştukça daha da faza yalnızlaşan, yaşamlarına, metalar dünyasını aşan, “yücenin yerine konacak şey” düzeyine yükseltebilecekleri bir anlam arayan insanların sayısı hızla artıyor.
Bu insanlar, geride bıraktığımız 30 yılda, post modernizmin eleştirileri altında prestiji sarsılan bilimsel düşünceden, rasyonalizmden umutlarını kestikçe, mistik ve dini anlamlara yönelmeye başladılar, böylece kurtuluşu kendi ellerine almaktan, bu dünyada aramaktan vazgeçerek bir başka dünyaya ertelemeye, “kopuş” anını beklemeye başladılar. Geleceği kurmaya çalışmak yerine.
Tüm bu eğilimlerin kesiştiğin noktada son derece tehlikeli, hatta “çözümsüz” bir konjonktür oluşuyor.
Ekolojik sistemdeki, ekonomik düzeydeki, insanların düşünce ve inanç sistemlerindeki gelişmelerin ulaştığı düzeye bakınca, bunun içinden çıkmak için hala bir zamanımızın kalıp kalmadığı dahi artık belli değildir.
Ancak insana yakışan, eğer yok olma yoluna girdiyse, hiç olmazsa bunu geri çevirebilmek için aklını ve enerjisini son bir kez daha kullanmaya çalışmaktır. Bu kitaptaki çalışmaların arkasındaki etik zemin işte bu… Ve yeniden gündeme gelmeye başlayan toplumsal sorunun, daha önce gündemde olmayan yeni olasılıkları gündeme getirebileceğine ilişkin bir inanç...

No comments: